Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Haftanın Konusu] Dilediği yerde dilediği saçmalığı yapma özgürlüğü/eşitliği

:D

Söylemek istediğim anlaşılmamaya devam ettirildiği sürece bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının pek önemi yok...

Bundan sonrası sadece şu olabilir benim için;

:D
 
:) yok devenin bale pabucu :) (affet!)
o halde biz bu dükkani kapatalim, pegasus...

Ayrimcilikla Mücadele, Insan, Toplum, Siyaset, Bugün, Yarin...
[size=2]SADECE VE SADECE engellilerle ilgili sosyal politikalar, toplumsal yaklasimlar, hükümet politikalari,
dünya politikalari ve insana/dogaya dair her konuda buraya yazabilirsiniz.
Aksi tüm mesajlar aninda silinecektir![/size]
[size=2]Forum Yöneticileri Pegasus, Sema[/size]
hele hele ilk bashtan senin de yöneticisi oldugun bu ayrimcilikla mücadele forumunu kaldirsin oturanboa... önce memleketteki namus cinayetlerini kaldiralim sonra engellilerin halini düshünürüs... ama lütfen kaldirimlar yapilirken neden biz düshünülmüos diye de yakinmialim o zaman... memleket düzelinceye kadar idare edelim köshelerimizde... evlenmiyelim de, eglenmiyelim de, hatta yashamialim en iisi... cünkü daha önemli sorunlari var bu ülkenin... ötv indirimi isterken iyi ama dimi?!... o zaman memleketin hali düshünülmüo, "araba bizim ayaklarimiz" diyebilios... halbuki o vergilerle kadin evleri yaparak kac tane kadini namus cinayetlerinden kurtarabiliris kimbili?!... ya da o paralari insanlara namus cinayetlerinin ne kadar yanlish oldugunu anlatma yollarinda harciyabiliris... keshke diskolarda, barlarda cilginca eglenen, mehmet ali erbilin shovlariyla "hosh" ve bosh vakit geciren insanlar da memleketi bizim düshündügümüz kadar düshünse... cok ii düshünüos ama köshelerimisden cikamios ki shu memleketi bi düzeltelim... ne cilginca eglenebilmek icin ne de memleket kurtarmak icin cikamios köshelerimisden... (sanirim gene bolca "engelli edebiati" yaptim, sevgili andante ;)) nerden nereye getirdin konuyu demeyin!

neptune' Alıntı:
eger toplum geneli engelliye farkli gözle bakiyorsa bunu her noktada yapiyordur; çalisirken de, yagmur altinda yürürken de, eglenirken de, flört ederken de. Yani "ben neden saçmalayamiyorum" sorusu ile "neden kaldirimlarda tekerlekli sandalyelere uygun düzenlemeler yapilmiyor" sorusu ve tüm diger sorular aslinda ayni soru.
cok dogru demish bence neptune... bütün bu soru(n)lari -neden namus cinayetleri var sorusu da dahil- bize sordurtan (yashatan) hep ayni zihniyet, ayni tutum... ama "sacmalama özgürlügü" bashligi "kaldirimlar neden tekerlekli sandalyelilere göre yapilmio" bashligindan daha cok ilgi cektigini de inkar edemeyiz...

icinde bulunulan koshullar... kurallari ortaya koyan koshullar...
iyide namus cinayetlerinin coktaaaaan tarihte kalmish, burda alintilanan kur'an ayetlerine inanmak shöle dursun belkide onlari hayatinda hic duymamish olan insanlarin olushturdugu bi toplumda yashiorum ben... ekonomisi türkiye.ye göre cok cok daha iyi olan bi ülkede yashiom... insanlarin (engelliler de dahil) eyitim düzeyi türklere göre yüksek kabul edilen insanlarla yashiom... "gelishmish ülkeler" dediginiz ülkelerin birinde yashiom ben, ve hep burda yashadim... buralarda ayrimciligin olmadigini düshünüosanis afedersinis ama "uyumaya devam edin!" derim...

almanyadaki engellilerin bisheyler elde edebildiginin bu ülkenin kur'ana inanmamasiyla, "cok zengin" olmasiyla, "cok egitimli" olmasiyla fazla da alakasi oldugunu düshünmüom (etkiliodur tabe ama belirlemio)... bi cogunuzun gipta ettigi durumlar (haklar vs.) gökten zembille inmemish, cok zor mücadelelerle elde edilmish... shimdiki koshullar elli sene önce de az cok vardi (almanya ekonomisinin git gide battigini da belirtmek isterim) ama engellilerin hali shimdiki gibi degilmish... cevremde sakat hic bi insan yok demishtim mesajimin birinde, yillarca öleydi, son aylarda polio guruplariyla görüshüom (gerci pek cevrem sayilmaslar ;))... iclerinde en genci benden 15 yash büyük... onlar gencken/cocukken almanyadaki engellilerin hali nasilmish, nasil itilip kakiliolarmish, engelli dogan cocuklar yurtlara atiliiomush, aileden dishlaniolarmish, anlatiolar da shaship kaliom... shimdiki durumlarla hic karshilashtirilamas...

hatta ben kücükken bile televizionlarda "aktion sorgenkind" (dertcocuklari kampanyasi) isimli piyango kurulushuna dertli, üzgün, boynubükük engelli cocuklari gösterek reklam yapildigina rastlamishtim... tipki sizin shimdi shiddetle kinadiginis, dilencilik yapan derneklerinis gibi... o piango kurulushunun ismi (yanilmiosam) 2000 yilinda "dertcocuklari" kismi kaldirilarak "aktion mensch" (aksion INSAN) ile degishtirildi... daha yeni yani... cok eskilere gitmeye bile gerek yok...

peki kaldirimlar düzenlendi, egitim hakki tanindi vs. ama türkiye.deki engellilerden daha mi mutlular shimdi burdakiler?... hayir, dogrusu ben pek göremiom cokta mutlu olduklarini, ayrimciliga aynen devam edilio cünkü... ayrica bu bashlikta yazdiklarimi (emzikli fotoya tepki, flört sitesi, kocasini aldatan sakat kadina shashkinlik, "neden bu kadar düshüncelisin?" sorusunu bana sormaya cekinen insanlar) türkiye de degil, almanya da yashadim ben... gerek alman gerekse burda dogmush büyümüsh türklerle yashadim anlattiklarimi ve daha neler neleri... saros1.in bahsettigi arashtirmanin sonuclari önemsensin lütfen biraz...

koshullari gözardi etmemek elbette önemli, ama elimizi ayagimizi bagliyp koshullarin düzelmesini mi bekliyces?...

***

:) andante, seni yordugum icin üsgünüm... ama sanirim degdi yorulduguna, seni shimdi daha iyi anliabildigimi düshünüom (umarim yanilmiomdur)... sölemek istedigini anladim sanirim ama henüs hazmedemedim ;)... hazmetmeyi bitirir bitirmes sölediklerinle ilgili düshündüklerimi de yazarim... uzun uzun anlattigin icin cooooook saol... zevkle okudum inan... özellikle de tükiyenin tarihi ile olan kismini...
ayrica ben de bilmeni isterim ki bütün ukalaligima, kendimi begenmishiligime ragmen foruma yazilan her sözün bana hitaben yazilmadigini, benim dishimda bi dünya bashka insanlar da okudugunu biliom... ama herkes adina konushmayi dogru bulmadigim icin "ben gücenirim, üzülürüm" demishtim...


[size=2]not: sanirim gene biraz coshtum bunlari yazarken... eger birilerini kirdiysam özür dilerim... sonradan pishman olucam fazla sheyler yazmamishimdir umarim... ehehehe :p [/size]
 
Sevgili dostlar,

Konu neydi hatırlayan var mı? :D

Şaka bir yana burada biz bize dertleşiyoruz. Hani şu moda deyimle bir çeşit beyin fırtınası kopuyor, bazen toz duman oluyor ortalık. Fikir arenası oluşuyor. Hepsi güzel, iyi, okumak da pek keyifli doğrusu.
Şimdi yavaş yavaş ciddi kararlar alma zamanı geliyor bence. Fırça darbelerini bir tablo haline getirecek olan ciddi kararlar.
Somut örneklerle devam etsek mesela...Kim, nasıl bir özgürlük yaşayamıyor ya da hangi davranış serbestliği olmadığını düşünüyor? Bu örnekler sakat olmayanlar için de ortaya konulabilir. Sonra deriz ki şunlar, şunlar bizim önceliklerimiz ve bunların uğruna bir savaş verelim.
Ortalık güllük gülistanlık değil tabii ki tüm toplumumuz için bu böyle. Biz kendi yolumuzdaki dikenleri temizleyelim ki güller görünür duruma geliversin...
Sevgilerimle
 
Rekursiyon senin gibi zeki bir arkadaşa dahi meramımı anlatamadığım için allah bana kızarmış tavuk yedirsin. Ben kendime müsait bir ara günümü gössteririm göstermesinede, sen de bu söylenilenleri anlatılmak istenenin gercekten ne oldugunu düşünmeden gidip paçasından anlamaya devam edersen ben dahil çok az insan cevap vermeye devam eder.

Öncelikle bir şey anlatılırken yani birlikte bir zihinsel koridordan giderken insanlar karsılarının zekasına güvenip bir odanın kapısını açar ve yanındakine "bak bunu da gör" derler. amaç yola devam ederken konuyla ilintili hafif bir açılım yapmaktır meseleyi farklı bir zemine cekmek degil. Andantenin memleket tarihiyle ilintili anlattıgı meseleleri de ben zekamıza güvenip "bunuda gör öyle devam edelim" düşüncesinin yansıması olarak görüyorum. Aynı şekilde benim namus cinayetleri konusunda verdiğim örnekten hareketle bizlerin almanyada bu ayrımcılıkların olmadıgını düşündüğümüz sonucuna varmana sasırdım. Almanyada bir sene yasadım, sorsaydın orda ayrımcılık var mı yok mu ben de anlatabilirdim. Bir kere ayrımcılık batı düşüncesinin genlerine işlemiş bir olgudur; ama bunun derinlerine inmak başka bir konu.

Ancak buradanda anlaşılacagı üzere benim "koşullar" dan kasteddiğim anlaşılamamış veya ben anlatamamışım. Benim koşullar dediğim şey işte senin de belirttiğin üzere sadece eğitim, siyasal hak, ekonomik koşullar falan degil. Bunların hepsini içine alan bir büyük zorunluluktan bahsediyorum.Yani daha çok felsefi düzlemde degerlendirilmesi gereken bir koşullar bütünü bahsettiğim şey. Yani senin dediğin gibi Almanyada o denli iyileşmeler olmasına rağmen engellileri hala dışlandıkları duygusuna kaptıran koşullar. Bunları anlatırken hiç kendine sordun mu acaba, bu kadar iyileşmenin oldugu yerde bile engelliler neden kendilerini dışlanmış hissediyor. Sordugunda cevabın ne olacak? Efendim çünküüü adı konulmamış bir ayrımcılıkkk vaarrrr mı diyeceksin. Onu biliyoruz. Bu ayrımsızlık nasıl mümkün olacak hiç düşündün mü? Hani ülkemizde büyümüş olsan diyeceğimki hiç konusma fırsatı bulamamış şimdi zemin bulmuş içini boşaltıyor; ama yok kendini rahatlıkla ifade edebilmiş birisi olarak beylik laflara sıgınman üzücü.

Burada itiraz edilen engellilerin sorunlarını konuşmak değildir tabiki. Bu nedenle bu forum bölümü kapanmayacaktır. Ancak yaşadıgımız sorunların tüm farklılıklarına ragmen insanların tümünü kapsayan genel bir yaklaşımın parcası oldugunu bilmemiz gerekiyor. Aksi, yasadıklarımızın kimsenin bilemeyeceği büyülü bir özellik arzettiği gibi garip ve anlamsız bir fikri savunmak olurdu. Bizler de tıpkı diğer insanları ötekileştiren mekanizmadan nasibimizi alıyoruz. Bunu vurgulamaya calışmakla senin anladıgın şeyler çok farklı.

Lütfen sözlerimi tekrarlayıp polemik yapmaya kalkma. Zira seninde benimde hepimizin vaktide degerli. Söylenenleri çok iyi anlayıp bunları aşan yeni düşüncelerin kapısını aralamaya çalışalım. Beylik laflarla kuyrugunun peşinden koşan bir köpek gibi aynı düşüncenin ardından koşup durmayalım olmaz mı? :wink: .
 
Öncelikle şunu söyleyeyim zevkle okudum yazılanları.

Engelli bir birey olarak ben bile bazen engelli birisini anlamakta zorluk çekiyorum. Vefa'nın yazılarından birinde okuduğum bir sözü vardı beni çok etkilemişti "Dipte olmak" Bazı şeyleri anlaya bilmek için aynı seviyede olmak gerekir bence. Ben tek bacağı olmayan birini tam olarak anlayamam bende iki bacak olduğu için. Yada görmeyen birisini gözlerimi kapatarak anladığımı sanırım ama ben hiç sonsuz karanlıkta olmadım ki. Bilirim gözlerimi açtığımda göreceğimi.

Beni doğurup bu güne getiren annemin bile bazen beni anlamazken yada çocukluğumu birlikte geçirdiğim ablam..... sokaktaki insanın beni bir engelliyi anlamasını ben çok yadırgamıyorum. Kızmıyorum hatta benimle dalga geçen insanlara içim nefret kaplamıyor.

Engelli insanların hep özel kimseler olduğunu düşünüyorum. Ne güzel ki bizler hayatı bir kaç açıdan görebilme yeteneğine sahibiz. Olayların derinlerine inebiliyoruz. Kendimizle oturup dalga geçebiliyoruz.

Hatta şu yukarıda yazılanlar kendimi daha da özel hissetmeme sebep oldu. Utanmasam yaşasın sakat olmak diyeceğim :D Bir çok insan şu sahip olduğumuz çembere sahip değil.. Ne güzel şey yazılanları okudukça sanki arkadaşlarım toplanmış evime gelmiş ve koyu bir sohbete dalmış gibi hissetim kendimi.Biliyorum biraz Polyannacılık gibi oldu ama ...

Doğuştan engelli biri olarak nedense ben kısıtlanmış bir hayat yaşamadım. Okulumun ve mahallemin tek engelli çocuğu bendim ama bunun tekilliğini hiç içimde hissetmedim. Kendimi bişeylerden çekmenin ya ben engelliyim şunu yapsam ne derler kaygısı hiç yaşamıdım. Bunun formülü ne :?: ben de bilmiyorum tam olarak.

Ama şunu biliyorum ki engelli kimselerin yada sakatların herkes nasıl tabir ediyorsa toplumun içinde olarak bir takım serbestliği elde edebileceği. Kendimizi soyutlamamamız.

Bizlerde vücudumuz yamuk yumuk olsada (Ki benim öyle :D ) plaja gidip şezlonga havlumuzu serip güeşin ışıklarına bırakalım kendimizi. İnsanlar en fazla 5 dak. bakar ..... Yada topallayarak da olsa maça gidelim

Toplumun gözünü alıştıralım bence evimize kapanıp bunu başaramayız. Bunun bazen zor olduğunu biliyorum.

Alper Bey somut bişeyler istediniz. (Bu arada bu resminizi daha çok sevdim) . Engelli birkaç arkadaşımı eğlem yapmaya çağırıyorum. Vücudu yamuk yumuk olanlar tercih sebebidir. Vücudunun estetiğinden ötürü mayo giyip havuzda yüzmeye çekinen arkadaşlar varsa çalıştığım birliğin kapalı yüzme havuzunda yüzmeye devat ediyorum. Önümezdeki haftasonu yani 22 ya da 23 NİSAN 2006 günü Tuzla ya bekliyorum.

Teklifim çok ciddidir. Gelmek isteyenler bana özel mesaj atsınlar lütfen ve eğlemimizi gerçekleştirelim. Sakat edebiyatından sonra SAKAT HAREKATI başlasın. :)
 
Hepinizin aklına, fikrine sağlık. Ne mutlu sizlere. Teknolojinin olanaklarından yararlanabilecek uzuvlarınız (tabi benim de, o nedenle bana da ne mutlu) var veya şöyle böyle idare ediyor.
Ya bunları idare eden ana merkezden engelli olsaydık ne yapardık?
Deminden beri okumaya çalıştığım birbirinden ilginç, hoş, lâtif, bazen acılı, duygu dolu, yazılarınızdan büyük bir zevk aldım. Ve aldığım bu zevki sizlere borçluyum. Hepiniz sağolun.
İzin verirseniz birkaç söz de çeşitli engelleri olan bizlerin, Oturan Boğa arkadaşımızın tartışmaya açtığı "saçmalama" özgürlüğümüzden ne anladığımı sizleri de fazla sıkmadan bir kaç satırla aktarayım.
Ben, www.engelliler.biz/forum/viewtopic.php?t=15365 adresinde kendimi ana hatları ile anlatmaya çalıştım. Çok yeni, herhalde birkaç saat önce kayıt olan bir arkadaşınız olarak acemilikler yaparsam kusuruma bakın. Yani eleştirin.
Evet "Saçmalama" özgürlüğünden ne anlıyorum?
Tüm insanlar kadar "Saçmalama" hakkım olduğunu anlıyorum öncelikle. Çünkü ben de o homo sapiens'lerden biriyim ve o hakkım var. Ama onların ne kadar hakkı varsa benim de o kadar o hakka sahip olduğuma inanıyorum.
İzin verirseniz aşağıya alıntı yaptığım yazıyı sıkılmadan okuma başarısını gösterirseniz, alıntının sonunda devam ettiğim son kısımda anlatmak istediğimi aktarmış olacağıma inanıyorum.
******
Öğrendim

İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim.
Yapabileceğin tek şey sevilebilecek biri olmak.
Gerisi onlara kalmış...
İnsanları ne kadar düşünürsen düşün,
Onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim.
Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini,
Ama yok etmek için saniyelerin bile yettiğini öğrendim.
Önemli olanın hayatındaki eşyaların değil,
Hayattaki kişilerin olduğunu öğrendim.
İnsanın ancak 15 dakika çekici olabildiğini,
Ondan sonra alışıldığı öğrendim.
Kendimi karşılaştırmak için başkalarının en iyi yaptıklarını değil,
Kendimin en iyi yaptıklarını kıstas almam gerektiğini öğrendim.
İnsanlar için olayların değil, onların daha önemli olduklarını öğrendim.
Her ne kadar ince kesersen kes,
Kestiğinin her zaman iki yüzü olacağını öğrendim.
Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini,
Belki bu son defa son görüşün olabileceğini öğrendim.
Her ne kadar onu çok düşünsen de,
Yine de gidebileceğini öğrendim
Kahramanların, yapılması gerekenleri ne pahasına olursa olsun,
Yapanlar olduğunu öğrendim.
İnsanların seni hep hesapsız sevdiğini,
Ama bunu nasıl göstereceklerini bilemediklerini öğrendim.
Sinirlendiğimde gerçekten buna değse bile asla acımasız olmamam gerektiğini öğrendim.
Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın aramızda uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim.
Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi,
Onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim.
Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini
Ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim.
Bazen başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini öğrendim.
Kendini de affetmeyi öğrenmelisin.
Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun,
Dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim.
Geçmişimiz ve durumumuzun olduğumuz kişiliği etkilediğini,
Ama olmamız gerekene karşı sorumlu olduğumuzu öğrendim.
İki kişinin tartışmasının, birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini öğrendim.
Ve tartışmadıkları zaman da sevdikleri anlamına gelmediğini.
Bazen kişiliğini eylemlerinin önüne koyman gerektiğini öğrendim.
İki kişinin tamamen aynı olan bir şeye baktıklarında bile
Farklı şeyler görebildiklerini öğrendim
Hayatlarında her zaman dürüst bir şekilde daha ileriye gitmek isteyen kişilerin, Sonuçları önemsemediklerini öğrendim.
Seni doğru dürüst tanımayan kişilerin,
Hayatını birkaç saat içinde değiştirebileceklerini öğrendim.
Verebileceğin bir şey kalmadığında bile bir arkadaşın ağladığında,
Ona yardım edebilecek gücü bulabileceğini öğrendim.
Yazmanın, konuşmak kadar duygusal gayret gerektirdiğini öğrendim.
En fazla önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştırıldıklarını öğrendim.
İnsanları üzmeden ve duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin
Çok zor olduğunu öğrendim.
Sevmeyi, Ve sevilmeyi öğrendim...
Öğrendim...
Omer B. Washington
********
Değerli dostlar, tüm insanların sadece İNSAN olmaktan başka hiçbir ortak özelliği yoktur. Faklılıklarımızla varız ve güzeliz. Sadece İNSANIZ.
İnsan olup olmadığımızı tartışalım mı yani?
Diğer tüm sıkıntılar bu merkezden bakınca halledilmeyecek gibi durmuyor bana. Yaşam, öğrenme sürecinden başka bir şey değildir. Ve sınıftaki tüm farklı öğrenciler gibi, bizler ve diğerleri (hiç sevmediğim halde bu iki sözcüğü) Dünya sınıfının farklı öğrencileri gibiyiz sadece. Bazılarımız çok çalışarak, yoksunluklar içinde okul birincisi olurken, kimileri de bütün olanaklar onlara sunulmuşken sınıfta kalır, hatta okuldan atılır. Hangisinden olmak istediğimiz de bize kalmış.
Umarım çok "saçmalamamışımdır?
Sevgiler, saygılar. :)
 
ne yapiim, sitenin bicok forumunda ishin icinden cikilamicak gibi göründü mü "burasi türkiye", "yurdum insani", "shartlar böle" vs. gibi sözler kullanildigina rastliom... gecishtirmek gibi bishi olarak görüom ben bunu... burda da benzeri yapilmak istenio gibi geldi bana...

ishik.in anlattigina bakalim bi: herkes (shishmanlar, zayiflar, egitimli/egitimsiz insanlar, askerler, polisler, kadinlar, erkekler,...vs.) gibi barda dans edio ama onun dans etmesi olay oluo... bi sakatin barda dans etmesi/eglenmesi ile bi polisin uniformasiyla yalinayak cigliklar atarak koshmasi birbirine benzetilemes... sonra da bundan yola cikarak "bakin bütün insanlar ayni sorunu yashio" denilemes bana göre...

tabiiki de düshündüm ve sordum kendime alman engellilerin neden hala dishlandiklarini/ kendilerini dishlanmish hissettiklerini... zaten düshündügüm ve sordugum icin yazdim buraya... yazmakla yanlish yaptiysam kusura bakmayin arkadashlar... hani bu problemin türk toplumunun icinde bulundugu koshullarla sinirlanmadigina bikez daha isharet etmek istemishtim namus cinayetlerini, kuran ayetlerini okuyunca... yashadigimiz sorunlarin bütün insanlari kapsayan genel bi yaklashimin parcasi oldugu konusunda hepimiz hemfikiriz zaten (bunun bilinmedigini neden düshündügünü anliamiom pegasus)... shimdi bu yazdiklarim polemikmidir bilmem ama son olarak bana yönelttigin soruyu aynen iade ediom: peki tekliflerin nelerdir? ne yapilmasi gerekio sence?

bu noktada alperstein.in son mesajina ve oturanboanin bu tartishmadaki ilk mesajinin ikinci hususuna dönemk istiom, bana kalirsa:

1. her ne yaparsak yapalim (eglenmek, egitim, calishmak, kendimizi herhangi bi konuda gelishtirmek, daga tirmanmak, vs... aklimiza ne gelirse) yaptigimizi engellilerin de neleri basharabiliceni herkese göstermek icin degil de istedigimiz, sevdigimiz, inandigimiz, dogru buldugumuz icin yapalim... "saglamlar gibi calishabildigimi, shunu yapabildigimi, bunu yapabildigimi herkese gösterdim/ göstermek istiom" veya "herkesden daha cok cabalamaliyiz, herkesden daha cok gelishtirmeliyiz kendimizi ki sakatlara olan önyargiyi kiralim" gibi cümlelere hem bu sitede hem de üyesi oldugum bazi alman sitelerinde bolca rastladigim icin yaziom bunlari... yoksa elbette "gönlüne göre" yashayan sakatlar vardir... hem "göstermelik" yapilan herhangi bisheyin pek verimli olabilicene inanmiom...

2. örnegin "ya shundadir ya bundadir" programina cikan (bedensel) sakatlar icin yapildigi gibi "engellileri rezil ediolar, bütün sakatlarla dalga gecilmesine sebep oluyorlar, degerkaybina ugratiolar bizi" türünden kinamalari da birakalim bence... onlari kinamak yerine dalga gecenleri kinayalim... cok yapmak istedigimiz bisheyi "engelliler toplumun gözünden düshücek" kaygisini cekmeden yapalim (birey olarak), sacma bile olsa... oturanboanin dedigi gibi bize bicilen rolleri oynamialim (rolleri cok begeniosak oynayabiliris tabe, o ayri ;))

3. ve en önemlisi insanlara (sakat-saglam herkese) "hey, bizde variz! calishma, okuma, eglenme, evlenme, seks yapma ve hatta herkes gibi sacmalama arzularimizla variz! bizi hersheyimizle kabul etmek zorundasiniz! kendimizi sizlere kabul ettirmek zorunda birakmaya hakkiniz yok!" dielim... bunun iice anlashilmasini saglamak icin beraber olalim (bunun icinde birbirimizi dinleyelim)... dünya görüshlerimizi, siyasi görüshlerimizi vs. "bi kenara birakarak"... herhangi bi bahaneyle dishlanan diger gruplarla birleshilse daha da iyi olur bence... cellmaam.in dedigi gibi "Sakat edebiyatından sonra SAKAT HAREKATI başlasın." (bu arada toplumun gözünü alishtirma konusunu ben de cok cok önemli buluom)...


[size=2]not: zekam konusunda seni hayal kirikligina ugrattigim icin üzgünüm, pegasus... zeki oldugumu hic bi zaman iddia etmedim, etmem de... "ukala" kelimesini kendim icin bu yüsden kullanirim genelde, yoksa bashka bi anlama mi gelio?... bundan böle "ukala dümbelegi" diim bari kendime :)... yazdiklarimla seni kirdiysam özür dilerim gercekten, öle bi nietim yoktu hic... sadece birascik daha heyecanlandirmak istemishtim tartishmayi, anlashilan elime yüzüme bulashtirmishim da haberim yok :)... hem yazdiklarimin hepsini sana cevaben yazmamishtim ki?!... neyse, silmemi istedigin kisimlar varsa siliim mesajimdan...[/size]
 
Pegasus demiş ki:

Lütfen sözlerimi tekrarlayıp polemik yapmaya kalkma

Yav sevgili rekursiyon inanılmaz yogun bir şekilde proje hazırlıyorum sabahtan beri. Şu an saat gecenin ikibuçuguna yaklaşmış ve ben ancak bitirdim işimi. Yazdığım yazıları birazda kafamı dinlemek ve çalışmaya ara vermek için yazmıştım. Ancak senin yazını okuduktan sonra dönüp bu kız neden böyle üzülmüş diye yazıma baktım ve yukardaki cümle gibi öküzce bir ifadeyle karşılaştım. Yorgunluğum yansımış bu cümlelere. :wink: Asıl sen kusura bakma lütfen. Benim niyetimde seni kırmak falan değildi.

Burada fikirlerimizi paylaşıyoruz ve doğaldırki yanlış anlamalar yada anlatamamalar olacaktır. Bakma, konuştuğumuz konular o kadar kolay meseleler de değil hani. Binlerce psikolog, sosyolog, etnolog ve daha birçok bilim insanı bu konularda onbinlerce kitaplar yazdılar ve yazmaya devam ediyorlar. Hala okuyunca "tamam ya! işte çözülmüş herşey" diyebileceğimiz bir esere sahip değiliz. Bu nedenle elimizde herşeyi görebilen tanrısal bir göz niteliğinde bir tutumumuzda yok. Benim anlattıklarımda nacizane şeylerdir bu anlamda. Ancak burada bence yapmamız gereken şey söylediklerimiz ne kadar basit bile olsa onu söyleyenşin ne demek istediğini anlamak için emek vermek. Sana haksızlık etmek sitemiyorum; zira sen bunu yapıyorsun. Belki de ben fazlasını istiyorum .Herneyse.

Senin bana geri yönelttiğin soruya bazı arkadaşlarımız gibi stratejik bir dala tutunarak cevap verebilirim. Ve bu tutunduğum dal yapısı gereği çok yük kaldırabilir. Örneğin hemen herşeyiin içini anlamı masaya yatırarak sorgulayabilirim. Çokda rağbet görür bu. Hem bu söylem üzerinde öyle bir sükseli kayarsınki insanlar hayran kalır. Fazla itiraz da gelmez hani. Zira hemen her bilim dalından kopardıklarınla yaptıgın kolaj o denli anlaşılmazdırki ve bu anlaşılmazlık o denli cesurca kabul edilir ki değme gülüm keten helvadır içinde bulundugun durum. Kimsenin aklına ardını sormakda gelmez.

Neyse benim bana çevirdiğin soruya verebileceğim cevap oldukça uzun bir cevap olabilir ve şu an için bu iş için çok yorgunum. Ama yazsam bile cevap olur mu bilmiyorum. Ve hatta çokda tepki çekebilir. Zira benim konuya yaklaşımım dikkatle okunmazsa statükoyu savunmak olarak bile algılanabilir.

Bakalım yazarız bi ara bişeyler. Son olarak lütfen düşüncelerini paylaşmaya devam et.

Sevgiyle.
 
Hoş geldin Pega :)

Sevgili Rekursion, çok çetin çıktı yaa.. Nuh diyor, Peygamber demiyor.. :twisted:

Laf aramızda ben de sevdim bu başlığı.

Nedenlerinin ilki; "beyin fırtınalarını" severim. (Sevgili Alper, ağzımdan aldı.. ;) )

İkincisi; Sevgili Rekursion'un dili beni hasta ediyor. ;) Türkiye'de yaşayıp, Türkçe kullanıyorum diyen çok okuMAz-yazarımızdan daha düzgün Türkçesi.. Büyük keyifle okuyorum yazılarını.. Yaşının verdiği heyecanla bazı gözden kaçırdığı şeyler de olacak tabii..


Bir mesajında, matematikten girmiş. Ben de istatistikten çıkayım bari. ;) Her ne kadar, istatistik için "Doğru rakamlarla yalan söyleme sanatıdır" denilmişse de "tükürürüm böyle sanata" bayağılığı yapmadan rakamları konuşturmak mümkündür.. ;)

Rakam olmadan, toplumları sakat-normal diye ele aldığımızda fifti-fifti eşitlik var sayabiliriz! Dünya üzerindeki sakatların, toplam nüfusa oranını şu anda bilmiyorum ama AB ülkelerinde %10 olarak ele alındığını, Türkiye'de de %12 olabilir, denildiğini biliyorum. Tüm dünyadaki oran da, olsa olsa ben deyim %15, siz deyin %20.

%20 ile %80. Oysa %49 bile azınlıktır! Ve %20, kendini %80'le eşit görürse, ona her yerde gülerler! "Ön" ve "bön" yargıların da çıkış yeri bu noktadadır. O nedenle; "nicelik olarak" değil, sadece "nitelik olarak" ayrımcılığa karşı duruş olmalıdır! Yani beyin gücümüzle bu duruşu sağlayabiliriz ancak. Bu da kendimizi her alanda yetiştirmekle mümkündür.

neptune' Alıntı:
Yani "ben neden saçmalayamıyorum" sorusu ile "neden kaldırımlarda tekerlekli sandalyelere uygun düzenlemeler yapılmıyor" sorusu ve tüm diğer sorular aslında aynı soru

Katılmıyorum! 300 sayfalık bir kitabın tümünü aynı anda okuyabilir misin, ya da sondan başlayıp başa doğru gelebilir misin? [size=2]Sevgili Rekursion bu soru aynı zamanda sana [/size] Merdivenin birinci basamağından onuncu basamağına atlamak gibi ya da emeklemeyi öğrenmeden koşmaya başlamak gibi garip bir şeyler olur bu. O nedenle; eylem stratejisini saptarken, yere ve zamana göre, bir sıralama yapmak durumundayız.


Geçenlerde TRT1'de Roman Polanski'nin "Piyanist" filmini tekrar gösterdiler. O filmin dehşet verici sahnelerinin birinde, Naziler bir evi basıyorlar ve evde bulunan tekerlekli sandalyedeki bir adamı sandalyesiyle birlikte balkondan atıyorlar. Kurşun bile harcamıyorlar yani! :evil: İşte yaşadığın toplumun böyle acı bir geçmişi var, Sevgili Rekursion! Her ne kadar; "biz geçmişi lanetliyoruz" diyorlarsa da Pega'nın dediği gibi, ayrımcılık onların genlerine işlemiş bir konu. Düzelmesi bir kaç kuşak alır. Ama aramızda bir fark var! Onlar "teknolojik" gelişimlerini yoluna koymuşlar!

Bizim ülkemizde, TV'lerde falan arada sırada, "Buzlar arsında kalan balinalar kurtarıldı" türünde haberler çıktığı zaman, yarı hayranlıkla şu muhabbet yapılır:

- Yav arkadaş, adamlar insanların sorunlarını bitirmişler, balinalara o kadar para döküyorlar..
- Bizim doğuda kar yağınca 6 ay yollar kapanır..

Böyle bir ülkede "herkes gibi saçmalamak" istiyoruz diye eylem koymaya kalkarsan adama kahkahayla gülerler.

O nedenle neptune'nin soruları bir birinden çooook farklı. ;)


Yaa.. en iyisi boş verin bütün bunları.. Mynet'e gidip bir okey turnuvası çevirelim. İki masa oluruz her halde? :p
 
Süpeeer :)
Şöyle bir ara toplam almak isytiyorum:

Bir grup diyor ki: Ülkemizde sakatların da "herkes kadar" saçmalama özgürlüğü vardır. Yalnız, ülkemizdeki gelenek-görenek ve etik değerlerin zaten bazı saçmalıkları yapmaya izin vermeyecek şekilde olduğunu da unutmadan. Yani sakat olmayanların uğradığı kısıtlamalar, sakatlar için de aynen geçerlidir.

Diğer grup diyor ki: Sakatların yaşadığı kısıtlamalar ya da çarptığı katı toplumsal duvarlar, bir çok yönüyle, "bir kadın, bir çocuk, bir yaşlı, bir eğitimli insan, bir asker, bir polis"den farklıdır. En önemli fark ve belki de diğer tüm duvarları vareden/destekleyen -en yıkılması gereken- çimento, sakatların, yaşamsal ve günlük aktivitelere katılması ile ilgili hareketlerde uğradığı kısıtlamalardır; sakatlara REVA GÖRÜLEN yaşam standartlarıdır! Sakatlar, birçok istek ve saçmalama anlarında, "Allahtan daha ne istiyorsun. ...ların var, otur evinden dışarı çıkma işte" gibi çok temel ve yaşamsal bir kısıtlamayla/duvarla karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla, bu önyargının temel oluşturduğu bakış açısı varoldukça, diğer herşey de "haddini bilmek"le çevreliyor sakatları.

****
Bir grup diyor ki: Toplum, herkese, saçmaladığında, eşit oranda baskı kuruyor. Ve bu baskıyı aşmak, kişinin kendi gücü, bilinci ve isteği ile doğru oranda mümkündür. Sakatlar, sakatlıklarına sığınarak (sakatlık edebiyatı yaparak), bu mücadeleden kaçıyorlar ve "teslim oluyorlar". Sonuç olarak bu çemberin içinde kalmak -toplumun dayatmasına rağmen- sakatın tercihi ve belki de suçudur. Mücadele edin kardeşim!..

Diğer grup diyor ki: Doğru, toplumun herkese saçmaladığında eşit oranda baskı kurduğu kısmen de olsa kabul edilebilir, ve evet doğru, bu baskılara direnmek kısmen de olsa kişinin elindedir. Ama bunları söylerken, şunları göz ardı etmemek lazım: Sakatlar (ve aileleri), doğumlarından itibaren, (aileleri dahil) toplumun neredeyse tamamı tarafından, yaşaması bile bir lufuf olan, herkes gibi koşup-eğlenecek bir çocuk olmasına izin verilmeyen (ki unutmayın ki çocuklukta seçme şansınız yoktur!), evde uslu uslu otur(tul)up kaderine razı olması için fikir epoze edilen, eğitim çağı geldiğinde okula gönderilmeyen (okuyup ne olacak!), velev ki okula gitse bile eğitiminin her aşamasında aşağılanmaya/hor görülmeye karşı direnmeye çalışan, arkadaşlarının oyunlarına alınmayan veya oyunlara katılmak için "dokuz takla atıp" kendini ıspat etmesi gereken, tüm bu mücadeleleri aşıp liseyi bitirdiğinde, üniversiteye devam etmek için herkese binbir dil dökmesi gereken, üniversiteyi kazandığında, eğitim almak için mimari sorunlarla uğraşması farz olan, bu uğraşı verirken üniversite eğitmenlerinin "üniversite senin neyine!" saçmalıklarıyla uğraşan, bir şekilde okulu bitirince, iş bulmak için göbeği çatlayan ama eğitim aldığı konu ile ilgili (kadro olmadığı için değil, sakat birine o kadro yakıştırılmadığı için!) iş bulamayan ya da saçma sapan "vasıfsız beden işçisi" kadrosuyla körelen, velevki istediği işi bulsa, bu sefer de kendini ıspat etmek zorunda olan, evlenmek istediğinde herkesi şaşırtan (sakatlar evlenmez ya!), bunları aşıp evlendip çocuk sahibi olursa, herkesi bir kez daha şok eden, bu aşamadan sonra istediği her yardımda, "bu halinle çocuk senin neyineydi" bakışları ve söylemleriyle mücadele eden.... vs. vs. vs. kişilerden bahsediyoruz.
Ve inanın -özellikle- doğuştan sakat olan kişilerin yaşamı üç aşağı beş yukarı böyle. Ve siz ömrü boyunca topluma rağmen yaşamını sürdüren ve bazen başarıp bazen başaramayan kişilere yapılan dayatmalarla, sakat olmayan birine yapılan dayatmaları aynı kefeye koyamazsınız. Bizce, doğal olarak, ömrü boyunca bu saçmalıklarla mücadele eden birine, "e bunla da mücadele et" diyemezsiniz. O elbette bilir onunla (da) nasıl mücadele etmesi gerektiğini ama, bıkar artık, bıktırırlar! Ve öyle bir an gelir ki, bir de bu saçmalama hakkını kullanıp, toplumun saçmalıklarıyla uğraşmayayım deyip, oturur yerinde. O(nlar), artık toplum tarafından terörize edilmiş, sin(diril)miş biri olup çıkıverir çoğunlukla...
Şimdi, bu bıkkınlığın suçu sakatın mı, yoksa onu bıktıran toplumun mu? Hala, "diren, mücadele et" diye sakata sorumluluk yüklemek mi insancadır, yoksa topluma dönüp, "hoooop!" demek mi lazım? Biz, topluma hoooop! demekten yanayız!

Bir de öncelik tartışması var ama, ona hiç girmeyeceğim. Belki sonra...


[size=2]Not: Ali Emre abicim hoşgeldin.[/size]
 
Pegasus' Alıntı:
Sakatların maruz kaldığı ayrım tabiki farklı olacak. İşin doğası gereği farklı olmak zorunda zaten.
..........
Aynı şekilde Nisa süresi 34 de yazanları söylemeyecegim bile. En azından bizim için konulmuş böyle maddeler yok. Yani "benim uğradıgım ayrımcılık" muhabbetini bir kenara koymanın vakti geldi de geçiyor diye düşünüyorum. Bakılması gereken tüm bu kuralları ortaya koyan koşulların kendisidir.
......

Sevgili dostlar ve sevgili pegasus

Bir sivil toplum kuruluşuna konuşma yapmak için çağırılmıştım. Sıra bana geldiğinde oturum başkanı beni tanıttı ve konuşma yapacağımı ifade etti. Ben hazırlandım kürsüye gittmek için kalktığımda oturum başkanı ile birlikte 3-5 kişi bana yerimde oturarak konuşabileceğimi böyle bir hakkım olduğunu ifade ettiler.
- Hayır, Kürsüye geçmek istiyorum dedim.
- Buyurun dediler ve neden böyle söylediklerinin açıklamasını yaptılar.
ben cevabımı kürsüden verdim.
- Eğer engelli olduğum için bana tolerans sağlarsanız, ben kendimi engelli olduğum için kötü hissederim. Engelli olduğumu bana hissettirmiş ve bunu vurgulamış olursunuz. Dedim. Engellilere göstereceğiniz en iyi davranış biçimi ona farklıymış gibi davranmanızdır
dedim, yanlış mı demişim?

Nitekim Van/Gevaş'ta gerçekleştirilen Alternatif Campta gönüllüler olmasına rağmen herkes (engeli ne olursa olsun) sıraya girip kendi yemeğini kendisi alıyordu. Açıkça yardım istemedikten sonra kimse yardım etmiyor ve teklifte edilmiyordu.

Herkes önce tuhaf karşıladı, tedirgin oldu sonra alıştı bu duruma. Çünkü biz engelli olduğumuz için toplum tarafından alıştırılmıştık ayrıcalıklı olmaya.

Bu konuda hep çelişkili olmuşuzdur engelliler olarak. Karar verelim artık Biz engelliyiz diye bazı konuda tolerans mı bekliyoruz yoksa Engelliyiz diye dilediğimiz saçmalığı yapmamızda neden kısıtlanıyoruz.

Engelliyiz ama bu herkesle eşit olmama sonucunu doğurmaz (mı?)
Engelli olduğumuz için bizi ayrıcalıklı kılar (mı?)
 
Bülentcim, ara toplamın hoşuma gitmedi. :(

İlki, verdiğin örneklerin çoğu en başta yoktu. Yani arkadaşlar o örnekleri göz önüne alarak yorum yapmış değiller ki..

İkincisi, eğitim ve evlenmek "saçmalık" değil ki! Şöyle bir anti-tez geliştirmişim:
Baben' Alıntı:
... O nedenle; "nicelik olarak" değil, sadece "nitelik olarak" ayrımcılığa karşı duruş olmalıdır! Yani beyin gücümüzle bu duruşu sağlayabiliriz ancak. Bu da kendimizi her alanda yetiştirmekle mümkündür.
...
Eğitimsiz kendini yetiştirmek olmaz ki!

Üçüncüsü, toplumun içerisinde biz de varız yahu! ;)
Rekursion' Alıntı:
...
tekrar ediom: biz TOPLUMUN önyargilarindan bahsedios burda TOPLUM={saglamlar} degildir, toplum={saglamlar, sakatlar, sihkolar, zayiflar, almanlar, türkler, yashlilar, gencler, zenginler, fakirler, ..., kadinlar, erkekler} dir (matematigi öslemishim :D)
...

Topluma hoooop! deyince aynı zamanda kendimize de hoooop! demiş olmaz mıyız? ;)
 
Bir hata daha yapılıyor bu konu tartışılırken.

Yazmadan edemeyeceğim...

Duyguların nicel bir karşılığı olamaz.

Hiç ilgisi yokmuş gibi gelsede tartışmadaki yanlış zemini açıklayabilmek için bu örneği vereceğim.

Hayatta beni en çok gülderen şeylerin başında iki sevgilinin birbirine sordukları şu soru gelir?

Aşkım beni ne kadar seviyorsun?

Cevap hazırdır ve inanılırda bu cevaba;

Seni düşünemeyeceğin kadar çok seviyorum......

Aynı şeyi anne ve babalarda çocuklarına yapar büyük bir küstahlıkla;

Cocuğum beni ne kadar seviyorsun?

Zavallı çocukta bir anlatım sağlayabilmek için kollarını iki yana açar ve işte bu kadarrrrrrr diye bağırır.

Arkadaşlarım, duyguların nicel karşılaşmasını yapmaya kalkıştığımızda işte böyle komik durumlara düşeriz. Bunu yapmaya devam ettiğiniz sürece şu soruya da vereceğiniz cevap şöyle olmalıdır;

Önce soruyu sorayım;

Bir sinek mi ölürken daha çok acı çeker yoksa fil mi?

Eeee fil daha büyük olduğuna göre cevabınız fil olmalıdır bu mantıkla yola çıkarsanız.

Bu arada ister sakat olsun, ister olmasın bireylerin toplumda oluşmuş genel kanılardan yola çıkarak çektikleri acıların bir karşılaştırması da yapılıyor ve acı çekenlerin ibresi sakatlardan yana doğru oluyor.

Bu yanlış.....

İnsanca yaşamın koşulları ve insanca yaşamı engelleyen nedenlerin üzerinde pek durulmuyor belki de durulur....

Sevgili Rekursion,

Almanya yı az bucuk bilirim. Ne de olsa yaşantımın 1 ile 7 yaş arası orada geçti.İnsanın karakter gelişimin en önemli yaşıdır 7 yaş. Bu yaştan sonra bir insanda çok küçük değişimler yapabilirsiniz. Kişiyi o kişi yapacak tüm değerlerin verildiği yaş 7 dir. Bu önemli.

Ve benimde kişilik gelişimim Almanya ya denk geldiği için Almanlara şükran mı borçluyum yoksa onlara alternatif olarak mı geliştirdim kişiliğimi bu tartışılır.

Sakın Almanlara özgü bir mantıkla yola çıkarak buradaki engellilerin dünyasına eş değerde şeyleri önümüze koyma. Mantık işleyişimiz birbirinden çok farklıdır.

Benim babam Almanya ya ilk giden Türklerden ve ikinci dünya savaşı sonrası dünyaya borç ödemek üzere olana Almanya da hemen hemen hiç bir şey yokken giden ve bando mızıkayla karşılanan Türklerden. Türkiyeye muhtelif gelişlerinde önce abim sonra da ben dünyaya geliyoruz ve annemin karadeniz kadını olmasının çığırtkanlığıyla ben de gideceğim iki çocukla buralarda kalamam demesinden sonra bizlerde Hamburg ta 7 yıl yaşadık.

İlk yıllarını hatırlamıyorum ama üç yaşından sonra olup biteni çok net hatırlıyorum.

İnanılmaz bir donuklukla daha doğrusu mantıkla; yeni doğmuş bebeğinin altını temizleyip karnını doyurduktan sonra ağlamasına bile;

Beni ilgilendirmez, ben üzerime düşen görevi yaptım , bu onun sorunu diyen bir bakış açısı yıllarca tartışıldı Almanya da ve sonunda bunun yanlışlığını gördüler. Ama bu yıllarını aldı Almanyanın ve doğal olarak sevgisiz, garip bir kuşakta yetiştirmediler değil.

Şimdi kendi çocuğuna bu kadar katı yaklaşabilen bir düşüncenin sakatlara yaklaşımının sevecen olmasını bekleme onlardan.

Ve baben in de dediği gibi bir Hitler i bağrından çıkartmış bir toplumun değerleri o zaman da katıydı ve bugünde bunların kırıntılarını görmek mümkün.

Komik olan bir arkadaşımızın henüz açıklanmadı ama Türkiyede sakatlara yaklaşımın sonuçlarını anket olarak verdiği mesaj bence.

Eğer bizim toplumuzda da % 60 a varan bir sayıda sakatlardan hoşlanmama gibi bir durum varsa buna şaşıran mantığa şaşarım ben.

Bence sayı daha da yüksek çıkmalıydı açıkcası.

Neden derseniz?

Eeee işte Türkiyemin masalına dönmek zorunda kalırız o zaman.

Özellikle bilinçli politikalarla 80 sonrası düşünmeyen, irdelemeyen, sorumluluğunu bilmeyen, ahlak değerlerini hiçe sayan, okumayan, sadece bugününü düşünen bir insan toplumunun açılımını yapan politikalar sonucunda günümüz Türkiyesinden farklı bir sonuç beklenemez.

Hemen her yerde pompolanmaya çalışılan güzellik ölçüleri ve sınırlarıyla artık bir kural haline gelmiş beğenilerimizle oynanırken bu ölçülerin dışında kalanlar , ki bunlarda sakatlar başı çekmektedir, sevilmeyecektir, hoş karşılanmayacaktır, .....

Yine ben kendi düşünceme geleceğim;

Yazılanlar tabii ki doğru, insanca yaşamak isteği ile yola çıkarken, Türkiye gerçeklerini ve yaratılan politikaları görmemezlikten gelerek sadece sonuçlar üzerinde durmak, sonuçları değiştirebileceğimize bu mantıkla inanmak gerçekten hayalci bir yaklaşımdır.

Bu sebeple yeterince bölünme, yeterince anlamsızlık, yeterince sakat düşünce varken, insanlarımız da sakatlar ve sakat olmayanlar şeklinde kıyasla, ve bu çeşitlemelerin acılarının nicel karşılıklarıyla uğraşmak kısır bir döngüden başka bir şey olmayacaktır.
 
Umud ediyorum ki ilkbaharın sıcacık güneşi içinizi aydınlatıp ısıtıyor ve sizleri mutlu kılıyordur. İşte bugün Çanakkale'de de öyle güzel bir hava var.
Umut dolu, gelecek olan yaz için, insanın kanını şimdiden kaynatmaya başlayan güneşi hissetmek için, bence sizler de dışarı çıkın ve dolaşın.
Sevgili Oturan Boğa, ara toplamın harika bir sonuç vermiş. Sizlerle tanışmış olmanın verdiği sevinç dün gece beni uyutmadı.
Yaşları ve bedensel sağlıkları ne olursa olsun içi geçmeyenlerin oluşturduğu bu güzel topluluğa katılmaktan dolayı mutluyum. Çünkü bu soğuk sanal ortamda bile "İNSAN'a" verdiğiniz önemi hissedebiliyorum. Karşı duruşlara her zaman açık olan, genci ile, olgunlaşmaya başlayan orta yaşlıları ile bu güzide topluluğun ilerde daha verimli olayları hayata geçirebileceğine olan bir umudu yeşertiyor bende.
Ara toplamının 4 ana başlık altındaki detaylarında karşılaştığımız, mimari açıdan engellerimize, iş bulma konusunda kanunlarımız olmasına rağmen iş bulmakta olan zorluklarımıza, veya toplumsal baskılara, kişisel etik dışı davranışların getirdiği hayal kırıklıklarına ve sıralanan diğer tüm zorluklara eyvallah, bazılarına katılamasam da eyvallah diyebilirim. Ancak sevgili Pegasus'un "Sakatların kaldığı ayırım tabiki farklı olacak,işin doğası gereği farklı olmaz zorunda zaten" cümlesine bırakınız sakat bir birey olarak, bir insan olarak katılmam mümkün değil. Neden mi? Siz kendinize böyle davranılmasına razı oluyorsunuz ve daha da ileri gideyim, siz kendinize böyle davranılmasını istiyorsunuz demektir, bu düşünce bana bunları çağrıştırıyor kusura bakmayın.
Yaşam bir yankıdır. Hayata ne verirseniz size geriye onu verir. Siz elinizden gelen gayreti gösterceksiniz "Işık" arkadaş gibi çıkabiliyorsanız o kürsüye çıkacaksınız, şartların zorluğu değil, şahsın kendisinin olaya nasıl baktığı bence çok daha önemli. Çıkabilecek durumunuz olduğu halde size teklif edilen "yerinizden de konuşabilirsiniz "teklifini içinize sindirip çıkmıyorsanız, kabahat o teklifi yapanlar da mı? yoksa sizde mi? Fark burada. Karşılaştığımız, şimdiye kadar dile getirdiğimiz olayları mümkün olabildiğince objektif bakmaya çalışarak değerlendirdiğimizde göreceğiz ki çok yüksek bir yüzde ile bu ulaştığımız sonuç çıkacaktır. Her şeyden önce emeğimizi ortaya koymamız gerektiğine bütün kalbimle inanıyorum. Yapabileceğimizin en iyisini yapmak bir insan olarak bizim görevimiz. Ha, engellerimiz nedeniyle yapamadığımız faaliyetleri, ulaşamadığımız yükseklikleri aşmada toplum önümüze engel oluyorsa (isteyerek ve istemeyerek) onunla mücadele etmek de , ona başkaldırmak da, ona bu görevlerini hatırlatmak da yine bizim, biz farkına varanların, biz bunu yaşayanların görevi. Sen, ben, yaşadıklarımızı biliyor da bunu değiştirmek için başkasından iâne bekliyorsak hata kimde? Bunu önce kendimize sormalıyız. Kimse kimseye hak vermez. Hak alınır. Neyle? Mücadele ile.
Yani bu noktada "Baben" kardeşimiz son derece haklı "Adım adım çıkacaksın bu merdivenleri".
İşte, Oturan Boğa'nın bu internet sitesinde bu ışığı görüyorum ben. Bu çıkışın arayışlarını görüyorum. "İNSAN" olduğumuz önceliğini elden bırakmadan, engelli, engelsiz ayrımını bir kenara bırakarak ama gerçekleri de görerek, bizi görmek istemeyenlere kendimizi göstermek gerek. Bu dayanışma, bu karşı duruş (Bu SAÇMALAMA ÖZGÜRLÜĞÜ), tüm insanlara da hayatın farkına varmaları için bir fırsat oluşturacağı inancını taşıyorum. Umarım yanılmam.
Eline, Aklına sağlık Oturan BOĞA iyi ki bizi buluşturdun. :)
Sevgili Andante yazını şimdi okudum ve sana teşekkür etmek için geri döndüm yazımı değiştirmeye. Eline, aklına sağlık sağol. Harika. :)
 
Merhaba,

Ali abicim benim bir cümleme karşı çıkmışsın. Sağol; ama karşı çıktığın cümle bizzat senin paylaştığın düşünceler temllensin diye ifade edilmişti. Yani orada kastedilen fark, bizzat fark olarak engellilerin ayrımcılıgı yekün bağlamında anlamsızdır denilmeye çalışılıyordu. Yoksa her grubun yasadığı ayrımcılığın kendine has bir özellik arzetmesi işin doğası gereği son derece normaldir. Bu, bir zencinin, bir kadının ugradıgı ayrımcılıkların farklılıklar arzetmesine ragmen genel ötekileşme mekanizmasından ayrı değerlendirilmemelidir; aksi takdirde "benim ayrımcılığım" diyerek zaten kendi kendimize ters yoldan başka türlü bir ayrımcılık ve ötekileştirme çorabını kendimize öreriz denilmektedir.

bu öyle bir hale gelir ki bize yardım etmek için "isterseniz yerinizden konusabilirsiniz" söylemini bile bir tür ayrımcılık olarak algılayıp sanki büyük bir kahramanlık yapıyormuscasına ve sanki o kürsüden konusmak illede gerekliymiş sanarak oraya cıkmaya ve ardından işte şimdi ayrımcılıga karsı geldim demeye benziyor. Arkadsım kızmasın ama ben bu tür tepkilere sadece gülüyorum. engelli olmak gerekirse yardımda istemektir. İhtiyacı varken ya da en azından bir zahmete girmemek için kendine toplumca saglanan bir hakkı elinin tersiyle geri çevirmek asla bir engel aşma durumu degildir. Ben işte bu yaklaşımları engeliyle barısamamanın nevrozları olarak görüyorum.

Bir de burada babenin dedikleride biraz farklı algılanıyor. Evet Baben bireyin savasması gerektiğini söylüyor; ama felsefeyle ucundan ilgilenenlerin bildigi gibi varoluşsal bir perspektifle iplerin sadece bireyin elinde oldugunu savunmuyor. Bireyi içinde yasadıgı koşullardan soyutlamıyor ve birey bzzat içinde yasadıgı koşulların bir ürünüdür büyük ölçüde diyor. (Baben senin adına acıklama yaptıgım için kızarsan söyle ben kendimi tokatlarım:))

Sevgili kardeşimin yaptıgı toparlamaya ben de katılmıyorum zira dediklerimiz tamda öyle degil. Öncelikle ilk paragrafta dile getirdiğin dıslama mekanizmasının belli farklılıkları olmadıgını kabul etmek sacmalamak olurdu; ancak denilen şey şudurki bu farklılıklarına ragmen aynı mekanizmanın yansımasıdır engellileri yada diğer unsurları içine alan dıslamalar. bu nedenle mücadele edilecekse topyekün bir algılama sistematiğine karsı yapılmalıdır. Yoksa kendimizi diğerlerinden soyutlayarak degil. Bu mistik bir ayrım oldugu iddiasını beraberinde getirirki bence ugranılan haksızlıkları anlamsızlastırmaktan baska bir işe yaramaz. Andante neden kızıyor bize? Çünkü çok iyi farkında bir öteleme mekanizmasının özünde aynı kaynaktan emzirildigine. Bu nedenle aramızda ve birileri "hayır benim ugradıgım cok daha baska birşey" diye ısrar ettikçe aramızda olusunu bile haklı olarak sorguluyor. Engellilere yönelik sıraladıgın olumsuzluklar pozitif anlamdada cereyan edebiliyor. Ama sen oralara girmemişsin. Yani toplumca sadece olumsuz bir ayrıma maruz kalmıyor engelli, aynı zamanda pozitif bir ayrımada tabi tutuluyor. Buna da karşı çıkılabilir tabi; ama tam da işte burada insanlar neden ayrım yaparlar sorularını sormamız gerekiyor. Bu soruların cevabı verildiginde bazı seylerin insanlar varoldukça değişimler arzetmekle beraber hep varoldugunu ve varolacagını görecegiz. Bunun Almanya gibi gelişmiş bir ülke olunmasıylada pek alakası yok. Çünkü mekanizma gelişmiş hukuk sistemleri ve ileri ekonomik potansiyelle bile ortadan kaldırılamayacak evrensel bir zorunluluk niteliği kazanabilmekte. Burası işin can alıcı noktası ;ama ben yine etrafından dolanacagım...

Son paragrafında aslında babenin karnını catlatırcasına anlatmak istediği şeyi söylüyorsun ve haklısın buyuk oranda. Yani Varoluşçu felsefenin insanın hayatındaki tüm gelişmelerin iplerini bizzat insanın eline verdiği iple acıklamasına karsılık determinist bir karşı koyusla hayır diyorsun insan her şeyi elinde tutan bir canlı degildir. Aksine içinde bulundugu çevresel koşullar tarafından etkilenir ve yapabilecekleri sınırlanır. Hadi çalış yap! diyerek olmuyor hersey. İşte bizim de anlatmak sitediğimiz birazda bu. Yani kişiyi sarmalayan koşullar. Ancak sen bunu düşünsel koşullar olarak ele alıyorsun. Öyle bir düşünsel koşullarki bunlar engelliye yönelik kasıtlı bir dıslama mekanizmasına, hemde diğerlerinden cok daha farklı bi mekanizmaya sahip. Ama tamda burada bu düşünceninde koşullardan bagımsız olamayacagını atlıyorsun. Hiçbir düşünce içinde bulunulan koşullardan bagımsız gelişemez. Kültür dediğimiz sey zaten insanın cevresine uyum sürecinden baska bir şey degildir. Ve bu kültürle şekillenen düşüncenin eline koluna bakacagımıza bunu sekillendiren koşullara bakalım diyoruz. Ve tammda bu nedenle kulagımıza farklı noktalardan uzanıyoruz.
 
Pegasus' Alıntı:
...
Bir de burada babenin dedikleride biraz farklı algılanıyor. Evet Baben bireyin savasması gerektiğini söylüyor; ama felsefeyle ucundan ilgilenenlerin bildigi gibi varoluşsal bir perspektifle iplerin sadece bireyin elinde oldugunu savunmuyor. Bireyi içinde yasadıgı koşullardan soyutlamıyor ve birey bzzat içinde yasadıgı koşulların bir ürünüdür büyük ölçüde diyor. (Baben senin adına acıklama yaptıgım için kızarsan söyle ben kendimi tokatlarım:))

...

Yoook be Sevgili Pegasus, niye kızayım.. :oops: Böyle daha iyi anlaşılırız belki. :wink:

Devam.. :D
 
Öncelikle belirteyim, ülkemizde yapılan ankette %60’ı aşan oranlarda kişi sakatlarla birlikte olmaktan çok rahatsız olduğunu söylemiş. Yani bahsettiğim anketin sonuçları sarsıcı..

İki, üç gün foruma girmemiştim, amma sıkı bir tartışma olmuş.

Normalin üretim ve yeniden üretim sürecinin iciğini cıcığını pek güzel dökmüş ortaya. Normal beden üstündeki baskıların tek mağdurunun bizler –sakatlar- olmadığını söyleyerek de gerekli bir hatırlatma da bulunmuş. Özellikle yeniden üretim sürecinin farkındalığına ulaşmak, bir yerlerden başlamak için zorunlu.

Bence, saçmalamakla alakası olmasa da, bir konun da altını kırmızı kalemle, kalın olarak çizmeliyiz (andante’nin Almanya ve Van örneklerinden esinlenerek):
Toplumdan topluma, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre sakatlığa verilen tepkinin ne denli değiştiği ya da değişip değişmediği.

Örneğin: Sakatların kendilerine saygılarını sarsan en önemli etkenlerden biri olarak –batı toplumlarında- bağımsız yaşayamama gösterilir. Bağımsız yaşamak batıda mit haline getirilmiştir, yetişkinliğin nişanesidir. Belirli bir yaşı dolduran kişi ailesiyle yaşamayı sürdürürse alay konusu bile olur.

Ancak doğu toplumlarında ailenin varlığı, aile dayanışması hatırı sayılır bir fark yaratır. Bizde, ailenin yaşlıya veya sakata bakması normaldir (hiç değilse kırsal kesimde hala böyle). Farklı kültürlerden gelmenin, sakatlara bakışta yarattığı farklar önemli (merhamet gibi). Merhamettin ters teptiği, merhamet gösterenle merhamet gösterilen arasında bir hiyerarşi yarattığı doğrudur. Zaten, batı toplumlarında da, merhamettin olmadığı iddia edilemez. Peki doğu orjinli kültürlerin sakatlığa alternatif bir cevap verebildiğini söyleyebilir miyiz?

İnsanı insan yapan insandır...

Aklıma Uganda geldi. Hani hepimizin alay edip Uganda’da bile olmaz dediği güzel memleket. Uganda Anayasasına göre parlamento da engelli kotası ayrılmıştır. Bununla yetinilmemiş, seçimle iş başına gelinen makamlarda da bir engelli kotası konulmuştur. (2000’i aşkın pozisyon için) Anayasa, ayrıca, engelli ayrımcılığını yasakladığını belirtmiştir.

Sanırım, -zira sanıyorum, çünkü sosyal bilimler ve felsefeye fazla yatkın değilimdir- kültürel görecelik bir noktadan sonra açıklayıcı olamıyor. Sakatlar birçok farklı kültürde baskı altında. Bilen bilir, yaşam hakkının ihlali sakat haklarının ihlali arasında tüm vahametiyle sivrilmektedir. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, yeni doğan sakat bebeğin merhamet cinayetlerine ya da sakat bebeğin kötülüğün temsilcisi olarak görülerek öldürüldüklerine sıkça tanık olmaktayız.(Unicef 2005)Ülkemizde bu konuda bir araştırma yapılmasa da, sakat bebeklerin ölüm oranlarının sakat olmayanlara nazaran fazla olması olasıdır.

Sonuçta saçmalamaya dönersem, saçmanın saçmalaması komik olmayıp, trajik görünecektir. Saçma ve toplum dışı olan sakatın –andante demişti- daha fazla acı çektiği varsayılır. Bunun çaresi acısına son vermektir. Acı çeken sakatın, acı çekmesi ve ölmesi –acı ve ölüm toplum dışı, istenmeyen bir şeydir- ona reva görülürken, saçmalaması –saçmalamak ise tamamen hayatın içindedir, hayatın ortasındadır- istenmez.
 
:) yaticam, kisaca bi ugriim dedim

yorgunluktan, uykusuzluktan geberiom ama tartishmanin böle güzel devam etmesine sevindigimi yazmadan edemedim (gene keifle okudum)... bu gün buralara ugrayamadim pek, anca firsat buldum bishiler yazmaya (küstüm, biktim falan sanmayin yane ;))... pegasus, projende basharilar (kizmadigina sevindim)... ve saros1.in dedigi gibi ben de "onlarin güzel yazilari üzerine edecek pek laf bulamiom" diom... hele bu saatte hic bulamam zaten :D

neyse, iice sacmalamaya bashlamadan yatagima gidiim... dedigim gibi, shöle bi ugradim sadece...

ii geceleer
 
Pırıl pırıl parlayan bir İstanbul gününde, pazarın oldum olası çok hoşuma gitmeyen rehavetiyle bu satırları sizlere yazmaya başlarken , farkına vardım ki; yarının olmasını pek istemiyorum. :D

Bir haftalık ara tatildeydim ve bildiğiniz gibi başlayan her günün bir sonu olduğundan bu tatilde bitti ve ben yarından itibaren yine aynı karmaşanın ve hatta buraya çok uyan bir başlık olarak aynı SAÇMALAMANIN içinde olacağım.

Oysa her tatil süresi sonucunda ben öğrencilerimi özlerdim. Artık özlemiyormuyum? Evet artık özleyemiyorum...23 yıldır yaşları 15-18 arasında değişen öğrencilere öğretmenlik yaptım.Ve her yıl aynı yaş gurubunun değiştiğinin farkına vardım. Ve artık öyle bir noktaya gelindi ki toplumun her kesiminde kendini gösteren çürümeyle başa çıkabilecek durumda değil öğretmenler.

Tam bunları düşünürken mailerimi kontrol edeyim dedim ve sevgili bayke nin bana gönderdiği bir maille çakıldım kaldım.

Belki buraya aktarılacak bir mail değil gibi gelebilir ama bu malli buraya aktaracağım.

Çünkü tartıştığımız konu bu yazıdaki toplumun içinde yapılıyor. Sadece kendimize yapılanlarla sınırladığımız tartışmanın daha da genişlemesi ve toplumun ne nenli çürüdüğünün altını çizilmesi için önemli bir yazı bana göre aslında.

Sevgili saros1 , ısrarla % 60 ın sakatlardan hoşlanılmadığı gerçeğinin çıktığı anketten söz ediyor ve ben de ısrarla bu çok az bir sayı diyorum.

Çürüme o denli büyük ki, gerçek bir mücadele ve duruş şekli bulamazsak sakat yada değil, yok olmanın eşiğindeyiz gibi geliyor bana. Haa nefes alınır merak etmeyin ama benim için yaşamak sadece nefes alabilmek değildir.

Neyse baykenin bana gönderdiği mailli ekleyeyim;

[size=4]NESiLLER GiTGiDE ÇÜRÜYOR

Aşağıdaki imzasız mektubu bir öğretmen internetten gönderdi.

İstanbul'da modern bir alışveriş merkezine 5 dakika mesafedeki gecekondu mahallesinde 3 yıldır lise öğretmenliği yapıyor.
İnternetten gelen mesajlar konusunda temkinli olmaya çalışsam da mektupta anlatılanların son bir haftada yaşananlara benzerliği nedeniyle, sizlerle paylaşmak istedim:

***

"Biliyor musunuz,
bu yıl lise 1. sınıfta okuma yazma bilmeyen bir öğrenci var.
Çarpım tablosunu bilmiyorlar; 10 ve katlarıyla çarpma ya da bölme işlemi yaparken bile hesap makinesi kullanıyorlar.
1000 öğrenciden kütüphaneye üye olanların sayısı 7...
Öğrenci tanıma formlarındaki 'Çaldığınız müzik alet(ler)i' bölümüne 'radyo, teyp, walkmen' yazan çok sayıda öğrenci var.
Bir öğrenci okula satır getirmekten uzaklaştırma cezası aldı.
Okulda çıkan kavgada bir öğrencimin boynu döner bıçağıyla kesildi; 28 dikiş atıldı.
Derste sıkıntı yarattığı için öğretmeni tarafından cezalandırılan öğrencinin aşiret olan ailesi okulu bastı.
Kışın akşam 5'ten sonra kimse sokakta yalnız yürümüyor.

***

Biliyor musunuz,
öğrencilerimizin % 86'sı sigara, % 42'si hap kullanıyor.
Okulun etrafında hap satanları, okulda hap kullananları polis biliyor.
Öğrencilerimizin % 23'ü ensest ilişki mağduru... Çoğunun ailesinde kan davası, intihar, boşanma, dayak, kaçma, kaçırma, hapis gibi hikâyeler var.
Bir kız öğrencimizin babası, çocuğundan dayak yediği için okula sığındı.
Sorun çıkardığı için müdürün tartakladığı bir öğrenci, mahalleden topladığı tanıdıklarıyla müdürün odasını basıp tehdit savurdu.
Koridorda birbirlerine çarptıkları için kavgaya tutuşan 2 kız öğrencinin aileleri okulun önünde yumruk yumruğa dövüştü.
Bazı kız öğrenciler 100 kontör karşılığında minibüs şoförlerine, halı saha sahiplerine kendilerini kullandırtıyorlar.
Geçen yıl bir anne, kızının saçının boyalı diye okula çağrıldığında, kızını okula koca bulmak için gönderdiğini, bu nedenle de süslenmesi gerektiğini söyledi.

***

Biliyor musunuz;
Velilerimizin bir kısmı yoksulluktan 3-4 aile bir oda-bir salon bir evi paylaşıyor.
Her ay öğretmenler aramızda para toplayıp bir öğrenciye bot, palto veya okul araç gereçleri alıyoruz.
Maddi durumu iyi olan sayılı velilerden biri (notlarının hemen hepsi zayıf olan çocuğunun sınıf geçmesi şartıyla), akan damımızı onardı.
Kapanış töreninde bayılan bir öğrencinin 2 gündür hiçbir şey yemediğini öğrendik.
Öğrencilerimizin % 60'ı sağlıksız beslenmeden dolayı hasta, ancak % 90'ında son model, kameralı cep telefonu var.

***

Biliyor musunuz,
veliler toplantılara 'ocakta yemeklerini bırakarak', ayakkabılarının topuğuna basarak, mantolarını omuzlarına atarak geliyorlar.
Çoğu öğretmene nasıl hitap edileceğini bilmiyor ('Güzelim, hanım kızım, sen, hocaaaaa, ablası'...)
Sakallı, şalvarlı, cüppeli bir veli yalnızca erkek öğretmenlerle görüşüyor.

***

Biliyor musunuz,
her gün büyük bir çaresizlik ve endişeyle 'Acaba bugün ne olacak?' diye başlıyorum işime...
Ders anlatırken Atatürk'ün gözleriyle karşılaşmamaya çalışıyorum.
10 Kasım'larda, 29 Ekim'lerde şiir okunurken, marşımızı dinlerken ağladığımda herkes günün anlamına ağladığımı sanıyor; oysa çaresizliğe ağlıyorum.
"Muhtaç olduğu kudretin dolaştığı asil kan"ı uyuşturucuyla zehirleyen öğrencilerimi kurtaramıyorum.
Daha fazla yazamıyorum; yazdıkça yüreğim ağırlaşıyor."


CAN DÜNDAR[/size]

Niyese ben bu öğretmeni çok iyi anlıyorum. Farkındasınız değil mi arkadaşlar bizler burada saçmalama özgürlüğümüzü konuşurken sakatlar yada sağlamlar olarak toplum zaten gerçek anlamda saçmalamaya devam ediyor.
 
quote][size=4]Ornegin, bir "normal"in (ne diyelim, Turk, ust-orta sinif, erkek) vs. "sacmalamasi" eger hos goruluyorsa, bu toplumun kendisinin sacma-olmayi hosgormesinden, kendi teamullerinin yadsinmasina acik olmasindan vesaire degil, tam da o kisinin sacmalamasinin "gecici" oldugunu, sozkonusu imtiyazli sahsiyetin aslinda oyle olmadigini varsaydigindan kaynaklaniyor sanki. Yani, sacma-lamak, ancak ikincil, gelip gecici, kisinin "ozune" ait olmayan bir yan-unsur olarak goruldugunde onaylanabiliyor. Zaten, yerlesik duzenin belirli bir sure icin kendi disina cikma istegi, ornegin karnavallar (mesela en cok bilinen Rio karnavali) ile bir anlamda geleneksellesmis.
[...]
Yani, (kurgusal olarak) bir normal "sacmaladiginda" tam da onun "normalligi" kendisine onceden atfedildiginden "sacmalamasi" hos gorulebilir, ilginc bir ozellik, "enteresanlik" olabiliyor. Normalligi verili olmayan, aksine bedeniyle zaten normallik kurgularinin disina atilmis bir sakatin "sacmalamasi" ise, bir "tehdit" niteligi iceriyor, zira "sacma" bu sefer teamullerin disina bir anlik cikma noktasinda kalmayip bizatihi normal olanin alanini isgal etmeye basliyor sanki: sacmalayan 'sacma'lar, sacmalayan normaller degil: normallik yok yani orada!
[...]
"sacmalayabilmenin" baska bir kosulu da "normalliginizin" onceden verili olmasi sanki[/size][/quote]

Sakatlık süreklisaçmalık halidir. Oysa saçmalama, gelir-geçer bir 'normalden sapma' halidir; yani bir an sonra normale dönüleceği varsayılır.
Bu durumu bir bebeğin 'cee!' oyunundan anladığı şeye benzetmem, bilmem çok mu yanlış olur (?): Bebek, annesinin sürekli yanında olduğunu sanır/bilir. Bu bebek için 'normal'dir. Sonra anne bir şeyin ardına saklanır ve bebek için görünmez olur. Bebek bunu ilk farkettiğinde korkar ve ağlar. Ama daha sonra anne "ceee!" diyerek ortaya çıkar, yani bir an sonra her şey 'normal'e döner. Çocuk güler... Anlar ki bu bir oyun.
Şimdi, eğer anne bir an sonra geri dönmeseydi, bebek için 'normal'den sapma söz konusu olurdu ve bebek ağlardı. Sonuç olarak 'geri dönüş' varsa, bu bir oyundur!..
Burada toplumu bebek, sakatı ise anne gibi düşünürsek, sakatın 'ceee'den sonrada sakatlık halinin devam ediyor olması, işi oyun olmaktan çıkarıyor gibi sanki. Bebek/toplum, ezberin dışına itiliyor. Kalakalıyorlar! :)
 
neptune' Alıntı:
andante' Alıntı:
Neptün diyor ki;
Sıradan insanlar tarafından yapılınca dikkat çekmeyen ya da küçümsenmeyen davranışların engelliler tarafından yapılınca küçümsenmesi eleştiriliyor sadece.

Yağmur ise;
Ve sakat insan dilediği yerde dilediği saçmalığı yapma özgürlüğüne sahiptir.
İkisi de aynı şey zaten :) :)

Benim kısa olarak anlatmak istediğimi gokhan yukarıda tersine bir yorumla anlatmış ama çok güzel anlatmış.

Şöyle iki örnek vereyim;
Sıradan bir insanın arada bir saçmalama ya da daha açık bir tanımla deşarj olma hakkı vardır (toplum kurallarının dışına çıkmak da nereden aklınıza geldi, bunlardan bahsedilmiyor ki:) ve bu hakkını kullandığında etraftakiler ona anlayışla ya da gülümsemeyle karşılık verirler. Ama bunu bir engelli yaptığında küçümsemeyle: "Haline bakmadan neler yapıyor!"
İkinci örnekte ise tam tersini düşünelim. Engelli diyelim ki toplumu rahatsız edebilecek bir taşkınlık yapıyor. İnsanlar bu kez Yağmur'un dediği gibi davranabilirler; "Bırak şununla uğraşma, sakat o!" Yani normal değil. Yani pratik olarak dilediği saçmalığı yapma özgürlüğüne sahip. :) :)
Ama iki örnekte de bariz olan sıradan insanın davranışları ile engelli olanın davranışlarına ayrımcı bir bakış açısı olmasıdır. (Eğer insanların bakış açıları taşkınlık yaptıklarında engelliyle engelsiz arasında farklı olmazdı diyorsanız zaten bu topiğin bir anlamı da kalmamış olur:)
...

Konu dışı ama Can Dündar'ın yazısı gerçekten çok etkileyici; Bu durumun nedenini çok kısaca anlatmak gerekirse, artık toplumun ezici çoğunluğu, konvansiyonel "iyi insan" kavramını hayatta ezilmenin ve başarısız olmanın yolu olarak gördükleri bir anlayışta . Yani ama arkadaşlar, durumun farklı olmasını bekliyor muydunuz? :) :)

Selamlar, sevgiler. :)
 
Yani neptün.....

Yapmayın kardeşim ya... Bu iş gerçekten gereğinden fazla uzadı. Konunun uzaması değil, söylemek istediğimi anlamamak konusu.

Toplum her zaman herkese alışılmış kavramlarla yaklaşır. Siz alışılmış kavramlarla yola çıkarak sakat ve sakat olmayan insan gibi bir ayrımcılığı yaptığınızın farkında değilsiniz.

Sakat insanlara yaptıkları saçmalık yoluyla ne de olsa sakattır imajını veren toplum, sağlam birine de yaptığı saçmalık karşısında başka bir isim verebilir. Sonuçta verilen isim değildir önemli olan, size nede olsa sakattır anormal der bizde de saçını kırmızıya boyadığı için adi kadın daha da ileri gider ya, nede olsa internet ortamı açıkca yazmayayım ama siz anlıyorsunuz, der...

Ve bu şekliyle hepimiz bir şekilde zan altında ve özgür değiliz. Kalkıp bura gerçekten özgürlük ve serbestlik anlayışını bir kez daha tartışalım demiyorum.

Eğer yazılanları birebir takip ediyorsanız, türkiyemin masalında diye kısa bir açıklamaylada ülkemde yaşanan olayların gerçekliğinin nedenleri üzerinde durulması gerektiğini bundan bir kaç ileti önce belirtmiştim zaten.

Can Dündar ın yazısı bu anlamıyla tam buraya özgü bir şeydir. Bu kadar keşmekeşliğin, bu kadar adiliğin yaşatılmasına devam edildiği benim ülkemde, burada sizlerin başına gelenler son derece olağandır. Ve hatta ileri için dikkatli olun diyorum ben.

Sadece , neden ve sonuç ilişkisinde bakmıyorsunuz olaylara diye günlerden beri bağırıyorum. Ama haklısınız, duymak isteyen kulak duyar, görmek isteyen göz görür.

Haklısınız kardeş, filler daha çok acı çeker ölürken :D
 
En başından beri yazılanları okuyorum ama ancak fırsat bulabildim bir şeyler yazmaya. Ben de bir yanılgının içerisinde olunduğuna inanlardanım. Nedir bu yanılgı;

Sakatlığınız bahane edilerek 'herkes gibi saçmalama özgürlüğü'nüzün kısıtlandığını düşünüyor musunuz? Sokakta bağırarak gülmek, eğlenmek, sevgilinizle sarmaş dolaş yürümek ya da kızmak, küfretmek, sarhoş olmak, kavga etmek.. Bu ve benzeri duygu taşmalarını özgürce yaşayabiliyor musunuz? Bu konuda toplumsal bir baskının olduğunu düşünüyor musunuz? Sakat olunca daha az göze batmak ya da daha "edepli" olmak gibi bir durum mu var acaba

Saçmalama özgürlüğü böyle bir özgürlük var mıdır? Özgürlük nedir o zaman? Bu sorunların cevapları hemen tek tek geliyor ve sevgili Baben ve andante bunu çok güzel açıklamışlar ben tekrar bu konuya girmek istemiyorum. Gelelim bunun adı serbestlikse ve sizlerin anlattığı anlamda ise serbestlik böyle bir hak var mıdır? Bunu açıkçası anlamış değilim. Her insana tanınan şekliyle geçerli olduğunu düşünüyorum bu serbestlik hakkının. Yani her insan ne kadar serbestlik hakkına sahip ise bizlerde o kadar sahibiz bizi bu anlamda kısıtlayan yada meşru kılan benim bilmediğim bir şeyler mi var. Bunu verilen örneklerden de anlamış değilim. Bütün bu örnekler eğer doğru ise sakatlar yağmur altında yürürken neden yürüyorsun sorusu soruluyor ise, yada sevgilisiyle öpüşmesi insanlara şaşırtıcı geliyor ise o zaman ben farklı bir toplumda mı yaşıyorum? Bunun neden böyle algılandığının nedenlerine de değineceğim birazdan. Ama önce en çok takıldığım üzerinde durduğum ikinci konuya gelmek istiyorum ben.

İkinci husus da şu: Sizce bizler, sakat olmayanlarca belirlenen kalıplarda kalmak, onların belirlediği rolleri oynamak için mi birbirimizi motive etmeliyiz yoksa bu kısıtlamalara/rollere başkaldırmak için mi?

Bunun üzerine hemen şu soruyu sormak istiyorum ben. Sonradan sakat olan arkadaşlarım tabiki bu sorumun muhatabıdır. Çünkü sağlam ve sakat ayrımı arasında ki farkı en iyi onlar görebilir diye düşünüyorum ve soruyorum tabii özellikle Bülentçim sana(OturanBoğa’ya) ; Bizler sakat olmayanlarca belirlenen hangi kalıpların içerisindeyiz sen sakatlanmadan önce bizleri hangi kalıpların içerisinde görüyordun? Bu soruma vereceğin cevaba göre evet diyeceğim o zaman sağlam insanlar bizlere bazı kalıplar biçmişler. Ama bunu diyemeyeceğim ne yazık ki çünkü ben buna inanmıyorum, sağlam insanların bizlere bazı kalıplar biçtiğine inanmıyorum. Bizlere biçilen kalıplar yine kendi biçtiğimiz kalıplardır.

Ben sağlam insanlardan bugüne kadar engelin ne sorusunu duymadım ama bu sitede özellikle sohbet odasında açılan özel pencerede ilk sorulan soru bu engelli misin, engelin ne? Kalıplaşmış bir soru. Oysa bana yaşadığım çevrede bu soru hiç yönetilmedi beni Oya Tekin kimliği ile tanımaya çalıştılar. Ve yine ben engelliler arasında çekişmeler sonucunda özellikle bedensel engellilerin omurilik felçlilerine sürüngenler ne işiniz var bu işlerle uğraşıyorsunuz gidin evinizde oturun dediğini duydum. Yine ben burada bir engelli çocuk sahibi annenin neden organizasyonlarınızı tekerlekli sandalyelilere göre ayarlıyorsunuz sorusunu duydum ve en sonda geçen gün sohbet odasında bir engelli arkadaşımızın bağıra bağıra zaten körlerden, topallardan ve sağırlardan korkacaksınız gibi bir söylemini duydum. Evet arkadaşlar bütün bunları ben sakatların içerisinde duydum bu ayrımları, bu kalıpları. Oysa sağlam insanlar bana bu soruları hiç sormadılar hiçbir zaman onların bana biçtiği bir kalıbı görmedim ben bu yüzden üstüne basarak diyorum ki bütün bu rolleri kendimiz biçiyoruz kendimize. Ve sevgili Sanem’in yaşadığı endişeyi bende taşıyorum fakirlik edebiyatı gibi bir sakatlık edebiyatı almış başını gidiyor. Ha bunları söylerken sorunlarımız yok demiyorum ama böyle bir edebiyatla bu sorunlar çözülmez arkadaşlar. Ne zaman insanca yaşama hakkını kazanırsak tüm toplum olarak o zaman bizlerde bir şeyler kazanırız. Bugün bu ülkede hiç sakat olmaya bilirdi de. Ama yaşlısı, hamilesi var bu ülkenin onlara göre bile uyum içinde olmayan bir mimaride yaşarken biz sadece bize yapılmadı diyemeyiz. Sakat fikirli yöneticilerin eksiklerini tüm topluma özellikle de sağlamlara biçemeyiz işte bu kine dönüşür, kin kusmaya döner. Ve tam anlamıyla bir sakat edebiyatı olur.

Aksu demiş ki;
Çünkü normal insanlar, ''böyle havada senin dışarıda ne işin var be, otursana evinde'' Şeklinde bir düşünce yapısına sahipler

Normal insan peki biz anormal miyiz? İşte ayrımcılığın kendi kendimizi bir kalıbın içine sokmanın örneği değil midir bu? Sağlam insanların bize roller biçtiğine inanmıyorum bize rolleri yine kendimiz biçiyoruz. Ve biçtiğimiz rolleri de kendimiz oynuyoruz. Nasıl mı oynuyoruz kendimize acıyarak kendimizi toplum içinde öteki görerek. Biz kendimizi bu şekilde gördüğümüz sürece sağlam insanlarında bizi böyle görmesini engelleyemeyiz görmeseler de biz onlara öyle hissettireceğiz.

saros1 demiş ki;
Sakat olmayanlara sakat bir kişiyle birlikteyken ne hissetikleri sorulmuş, ankete katılanların %60'ları aşan bir oranı "çok rahatsız" hissettiklerini söylemiş.

%60 çok rahatsız hissettiklerini söylemiş diyor saros bende hissederim saros. Neden mi? Çünkü böyle hissetmeleri için elimizden geleni yapıyoruz. Sağlam insanların yanımızda rahat davranmalarını engelliyoruz. Bunu bir örnekle anlatacağım. Seneler önce yani lise yıllarımda görme engellilere gönüllü kitap okuyordum ve ilk kez sakatlarla aynı ortamı paylaşmıştım. Daha önce hiç sakat arkadaşım olmamıştı. Bir gün kitap okuduğum arkadaşlardan biri düştü doğal olarak yardım etmek istedim ama kendisi beni çok ters bir hareketle itti. O an onun bu davranışını tam anlayamamıştım. Yıllar sonra bunu konuştuk yani ben de sakat olduğumun farkına vardıktan sonra ve aldığım cevap beni şaşırtmıştı “Kimsenin bana acımasını istemiyorum.” Bu nasıl bir yaklaşımdı, "acımak"; böyle bir duygu ile yaklaşmamıştım bu duyguyu bilmiyordum ama onun sayesinde bu duyguyu tanıdım. Ve kendimi kötü hissettim hem anı yaşarken hem de yıllar sonra verdiği cevapla. Bu konunun üzerinden çok zaman geçti ve değişen bir şey yoktu yine tavırlar aynıydı. Çünkü velilerimle sohbet ederken sakatlık ve sakatlara bakış açısı konularında aynı cevapla karşılaşıyordum; “Yolda bir sakata yardım etmeye çekiniyoruz yanlış tavır alacağımız için, yada yanlış anlaşılacağı için” İşte benim bile kötü hissetmeme neden olan bu tavırlar o kadar çok ki tabi ki insanlar kendilerini kötü hissederler. Bunu biz sağlıyoruz çünkü. Ve özellikle de yapıyoruz bunu hatta bir çoğumuz bunu yaparken mutlu bile oluyor.

Yağmur’da dolaşmanın tuhaf karşılanmasına gelince bu kış ağır bir dönem geçirdim ve uzun bir süre hareketlerim kısıtlandı. Çok aşırı yağmurlu bir günde sokağa çıktım mecburdum şemsiyeyi oldum olası sevmiyorum hafif sıklet olduğum için uçuracak korkusu da var. :D Bu yüzden yağmuru olduğu gibi yedim. Her neyse adliyede işlerim vardı çok ıslanmıştım ve zor yürüyordum değnekle. Bana mubaşir bu halinizle neden çıktınız evden dedi. Şimdi ben o mübaşire bana bunu neden söyledin diye saldırıya mı geçmeliyim? Yada sizin düşündüğünüz gibi mi düşünmeliyim? Sana ne mi demeliyim? Hayır diyemem arkadaşlar kusura bakmayın. Çünkü yaşlı kadında, mubaşirde haklılar. Bunu kötü niyetleri ile yada bizlere biçtikleri rollerle söylemiyorlar. Sakatsın buna hakkın yok anlamında hiç söylemiyorlar. Türk toplumunun yapısında bulunan bir sevecenlikle, hoşgörü ile söylüyorlar. Böyle algılamadıklarını biliyoruz ama öyle algılasınlar isteyen yine bizleriz arkadaşlar.

İnsanlar sakatları düne kadar sokaklarda bile görmüyordu. Neden önce ailelerimizin acıma duygusu sonrada bizlerin kendimize acımasıyla evlere kapatmıştık kendimizi. Bizler ne kadar göz önünde olur isek her şeyde o kadar görünür olacaktır. Bizler kendi kendimize bir şeyleri ispatlamaya korkuyorken toplumdan bizi hemen her şeyiyle kabul etmesini bekleyemeyiz. Sonrada o topluma bizi kalıplara sokuyor bizlere rol biçiyor gibi bir mantıkla suçlayamayız. Bu kalıplardan kurtulmanın yolu daha görünür olmak, hayatın içinde olmaktan geçer arkadaşlar.

Ve Rekursion verdiği emzik örneği yanlış anlamadıysam sakatlarla ilgili bir site orda tepkiyi aldığımız kesim kim sakatlar yani kalıbı biçen yine bizleriz. Benim anlatmak istediğim bu. Ben de aynı toplumda yaşıyorum hiç birinizden farklıda değilim. Engelim bugün için belki çok beni zorlamıyor ama bugünlere gelene kadar hiçte kolay dönemler geçirmedim. En kötü dönemimde eğitimin başındayım ama sakatsın sen, topalsın şunu yapamazsın, bunu yapamazsın demediler bana. Okuduğum her okulda her yarışmanın, her organizasyonun, müsamerenin içindeydim. Bu görevleri bana acıdıkları için asla vermediler buna kesinlikle inanmıyorum. Okuduğum okul İzmir’in sayılı okullarındandı yenilgiyi asla sindiremeyen bir okuldu. Hiç sakat olduğumu anlamadan yetiştim ve bugün bütün bu anlattıklarınızı anlamakta güçlük çekiyorum. Kendime soruyorum tuhaflık nerede bende mi? Daha hayatın içinden örnekler vereceğim ama şimdilik ana özetle söylemek istediklerim bunlardan ibaret. Tekrar üstüne basarak ifade ediyorum bizi kalıplara sokan ve roller veren yine kendimiziz. Sağlam insanlar değil.
 
merhabalar
ben sizlere özel bir tv de hayretle izlediğim 2 haberi kısaca anlatacağım
1. konu engellilerin kavgası.bu haberi izlerken çok şaşırmıştım çünkü her gün bi sürü insan kavga eder ama engellilerin kavgası haber olmuş ve haber sipikeri gülerek sundu bu haberi.
2.konu engellilerin evlenmesi:yine özele bir tv de izledim deniyoki engelliler evlenir çocuğu olursa çocukların piskolojisi bozulurmuş anne ve babasından utanırmış buna benzer konular konuşuldu.
yani çocukların bunca pisliğin bunca yanlışlıklardan piskolojisi bozulmuyoda ondan bozuluyor.
neyse ben acaba büleny beyin ilk başta açtığı konuyla lakalı diye yazdım.yine bir başka şey ilerisi içinde ben pek ümitli değilim ilerde engellileri yok edelim derlerse hiç şaşırmam bu biraz sert bi yaklaşım ama bu gibi haberleri izlediğim zaman ben öyle hissetmeye başladım.
saygılarımla
 
Andante belki önemsiz görülebilir;ama eminim senin için önemlidir. O yazı bildiğim kadarıyla Can Dündara ait değil. Yazı ilk kez gectiğimiz haftalarda Emin Çölaşan ın köşesinde yayınlanmıştı. Emin Çölaşan o zaman bu yazının Can dündara ait oldugunu söylememişti tabi, hatırladığım kadarıyla bir öğretmenden geliyor demişti. Nette sırf daha çok okunsun diye Altına Can Dündar yazılıp forward edilen binlerce yazıdan biri sadece.


Tartışmanın aldığı boyut ilginç; ama günün birinde kendi kendimizi kodladığımız, bu kodlar yoluyla düşündüğümüz, kendimizi düşünsel bir hapise mahkum ettiğimiz, döngüsel bir mekanizma neticesinde kendimizden uzaklaştığımız gibi temalarla dolu bir yazı yazmaya çalışacağım. Foucault un kitaplarından aklımda kalanlarla süsledim mi oldukça ilgide çekecektir. Biraz da Barthes serperim üzerine. Hafif Derrida, bir tutam da Lacan...Gerçi onu anlamak çok zor. Foucault bile açıkça Lacanı anlamadım diyor. Olsun canım anlamış gibi yaparız. Hem zaten anladıklarımı anlatsam kimse birşey anlamayacaktır. E zaten güzel ve etkin bir yazı yazmanın yolu da burdan geçiyor değil mi? Yazının sonunda insanoğlunun içinde yaşadığı koşulların doğal bir yansıması olarak edinmek zorunda kaldığı tüm normallik söylemlerini yıkarım. Yerine bişey koymama da gerek kalmaz. Şöyle derim; sizin saçma dediğiniz şey saçmalık üreten mekanizmanızın ürünüdür ve bu ürün özünde kurgusal bir durumdan ibarettir. İşte bu nedenle kendinize doğru dediğiniz hiçbir şeyin anlamı yoktur. Siz kısaca Yapı olarak nitelendirebileceğimiz kurgusal bir temel üzerinde şekillendirdiğiniz düşüncelerinizle aslında sembolik bir rüyadasınız. Diliniz zaten gerçeği sarmalamaktan aciz....Sonra, tutup, insan denilen canlının milyonlarca yıldır yaşadığı bu dünyada çevresiyle tepkime sonucunda kaçınılmaz olarak değişerek oluşan tüm anlam duygusunu yadsırım. Saçma burada sembolik bir nitelik kazanır, o kadarki cinsiyet denildiğinde üçüncü bir cins oldugunu öne sürerim. Doğada böyle bişey olmaması önemsiz. Ben sürerim ve sırf kurgusal olmamak adına kabul göreceğimi de bilirim. Biri çıkıp "mülkiyet de kurgusaldır" ama... derse ona itiraz etmem. Bir diğeri "iyide "ensest" de kurgusaldır. Doğada ensest serbest" derse lafı değiştiririm. Sonra kurduğumuz tüm ilişkileri, mesela devlet gibi, tüm kurumların özünde bireyin aşamadıgı iktidar ilişkilerinin yapay bir sonucu oldugunu iddia ederim. Nasıl heyecanlı olmaya basladı degil mi. Devam ederim, daha söylenecek çok var. Bekleyin okuyunca tüm sisler dagılacak...Türk kimliği de fiktif bişey ya. İnsanların bir dillerinin ortak degerlerinin olması zaten sacma oldugundan ulus kimliği zaten saçmaların en büyüğüdür. İnsanları ortak idealler etrafında birleştirecek fikirler zaten sovyetlerle birlikte yokolmuş gitmişti değil mi. Şimdi bütün bu anlamsızlık sarmalıyla nereye varacagız sorusunu sormaya gerek yok. Zira bir yere varmak da sacmadır. Saçmanın saçması... Saçma, saçmalamanın saçmasızlaştırılmasıylada belirebilir ya neyse...En iyisi herşeyin anlamsız oldugu savını bayrak yapmak. Bu yazıyı yazarım umarım. Çok iyi olur. Bu arada benim bu yazıyı yazmam da saçma. Bende saçmayım. gidip saçmalayan karnımı doyurmak için saçma bir yemek yemem gerekiyor. Bu zorunluluk da saçma....Saçmaa bip bip bippp
 
Sevgili pegasus,

Genel anlamda bu yazının kime ait olduğu gerçekten önemli değil, içeriği daha önem taşıyor benim için. Buradaki öreneklere çok yaklaşan , aynı zamanda yazılmamış örnekleride yaşadığımdan önemsiyorum bu yazılanları. Diğer taraftan işin gerçeğini öğrenmek ise benim açımdan önemli. Sana teşekkürler bu sebeple....

Son yazını çok beğendim bu arada :D

Herşeyin kurgusal olduğu bu dünyada, ya dünyada mı kurgusal?, Kurgulardan geçilmeyen bu kurgulu dünyada kurgusal olduğumu bilmek beni epey rahatlattı???

Eee sonra mı? o yok kardeş, e si yok kurgunun.Yaşasın saçmalizim.....
 
Oyacım, şu mesajımı okudun mu?: www.engelliler.biz/forum/viewtopic.php?p=122087#122087
Pegasus (değiştir artık şu ismini kardeşim), sen tam bir statikocusun. Değişimi ve hele de toplumun ve toplumun değer yargılarıınn değişimini göz ardı ediyorsun. İnsanlar, tam da sorugulayabildikleri ve bu sayede değişip gelişebildikleri için bugün hala varlar. Yoksa biz de dinazorlar gibi soyu tükenen canlılar olurduk.
Hangi değer/beğeni yargısını alırsan al (saç, kilo, güç, zerafet, utanma, ayıp, övünç, seksilik, aile, devlet, Tanrı...), bırak yüzlerce yılı, on yıl öncesinden bugüne doğru kronolojik bir bakış sonucunda, geçen her yıl, bu değer yargılarının tepetaklak olduğunu görürüz. Dün berbat olan şey, bugün popüler, bugün popüler olan şey, dün iğrenç olabiliyor/oluyor...
Onun için bugünkü normları ve tabuları sorgulamak, çok normal ve hatta yaşamsal önemde bence. İnsanlar bu sorgulamaları yaptığı için -baba diyalektik gereği- gelişiyor ve değişiyorlar. Yanlışa yanlış demezsek, değişim dinamiklerini de törpülemiş olmuyor muyuz? Eğer herkes değişime bu denli kapalı olsaydı, sakatlar şimdi 'sakat at' misali kafalarına sıkılan kurşunla ya da kurşun harcamamak için başka yöntemlerle öldürülüyorlardı. Neyseki, insanoğlu kendini sorguluyor ve gelişiyor... :)
Yerine alternatif koymaya gelince, önerilen alternatifler senin düşüncene uymuyor diye, onları yok sayamazsın.

Bir de cinsiyet konusuna ve enses ilişkiye kısacıcık değineyim.
Enseslik konusunda, doğadaki tüm canlıların enses ilişkiye girdiklerini söylesem heralde çok yanlış olmaz. Kim kime dum duma... :) Elbette biz insanlar böyle yapmamalıyız. Sadece sen sık sık "doğa" deyince, doğayı hatırlatayım dedim. Biz insanlara gelşince, Adem'le Havva'dan başla, akraba evliliklerinden çık...

Neden kendine doğayı temel alıyorsun bunu da bilmiyorum doğrusu; özellikle dişi-erkek konusunda.... Birincisi, doğada dişi de vardır, erkek de vardır, hem dişi hem erkek olan da vardır, kendi kendini dölleyen de vardır, vardır da vardır. Yani doğa senin söylediğin gibi iki unsurdan oluşmamaktadır. Doğa, nerede neye ihtiyaç duymuşsa, milyonlarca yıl sürecinde bunu doğurmuştur... İkinci husus, insan ırkını doğadaki diğer canlılarla bu kadar eş tutmak da bana pek sağlıklı gelmiyor doğrusu. Nerede kaldı bizim "üstünlüğümüz"? İnsanların seçenekler arasında tercih etme becerilerini neden yok sayıyoruz? Demeye çalıştığım, insanların cinsel kimliği ile (yani kadın-erkek hali ile), seks tercihleri arasında hiç mi fark yok? Lezbiyen ya da gaylerin seks tercihlerini, neden illa da üremeyle özdeşleştiriyorsun? Sek=üreme değildir ki! Seks bir zevktir ve tercihtir. Sen bunu kabul etmiyorsundiye, insanları nasıl yargılarsın?
Devlete gelince, bundan sadece 200 yıl önce ortaya çıkan bir olguyu ve yönetim şeklini, bu kadar tabu saymak niye? Neden devleti ve yönetiş şekillerini sorgulamayacakmışız? Neden yerine alternatifler sunulduğunda, eğer kafanıza yatmıyorsa, yok sayıyorsunuz/sanıyorsunuz?

Velhasılı, değişim yaşamsaldır ve insanı insan yapar. Ve değişim için sorgulamak ön şarttır. Sorgulamak da, varolan değer yargılarını sarsıcı fikirlerle ortaya çıkmaktır.

Not: Yatmadan hemen önce yazdım. Umarım yanlış bişeyler yazmamışımdır. :)
 
Yasamak sakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yasayacaksin
bir sincap gibi mesela,
yani, yasamanin disinda ve ötesinde hiçbir sey beklemeden,
yani bütün isin gücün yasamak olacak.

Yasamayi ciddiye alacaksin,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kollarin bagli arkadan, sirtin duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleginle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmedigin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamisken,
hem de en güzel en gerçek seyin
yasamak oldugunu bildigin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksin ki yasamayi,
yetmisinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalir diye degil,
ölmekten korktugun halde ölüme inanmadigin için,
yasamak yani agir bastigindan…
........

Nazım Hikmet “Yaşamaya Dair” şiirinde ne güzel anlatmış yaşamın anlamını… Yaşarken şiirler hep pusulam oldu. O şiirlerdeki büyülü dünya sarstı beni. Bu anlamda yaşarken “ Sakatım, şöyle davranayım, sakatım böyle davranayım “ demedim. Tabii bilinçli olduğum zamanlardan söz ediyorum. Üniversite yıllarına kadar sakatlarla ilgili olarak tüm paradigmaların etkisi altındaydım.

Yaşamak yeri geldiğinde kavga etmek… Yaşamak sinirlendiğinde bağırıp çağırmak… Evet, sarhoş olmayı severim… Sarhoş olup kahkahalarla çınlatmak her yanı… Yaşamak eğlenmek… Ama sorumluluklarını taşımasını da bilmek…

Yaşamın içinde olmak için sakat ya da sağlam olmanız gerekmiyor. Toplum mu? Bireyciliği değil, bireyselleşmeyi savunuyorum. Ben bireyselleştiğim oranda özgürüm. Özgürlüğe bu açıdan bakıyorum. Eğer toplum beni yaşamımın akışı içinde belli yerlere doğru sürüklemek istiyorsa, kendi öğrendiklerimi ve bildiklerimi hem söylerim. Hem de eyleme geçiririm.

Bu açıdan şairin dediği gibi:

“ Lütfen dengemi bozmayınız “

Yaşam sorunu, bir denge sorunudur. O dengeyi tutturup-tutturamamak ise benim sorunum.
 
Saçmalamak ya da saçmalamamak işte bütün mesele bu mudur?(!) Bir kere saçmalanmaz saç taranır. Bana hiç kimse sen özürlüsün saçmalayamazsın demedi. Ya da sen özürlüsün yüzemezsin bowling oynayamazsın sinemaya gidemezsin de demedi. Benim halen takıldığım nokta özürlüler ile sağlam kişiler arasınsaki ayırımcılık, sınıflandırma vs.

Yeşil gözlü olanlar şunu veya bunu yapamaz diye bir kaide mi var? Ben hiç yeşil gözlü olup saçmalayanlar derneği ya da hem özürlü hem de yeşil gözlüler derneği de kurulduğunu bilmiyorum.

Sanırım saçmalıyorum, yine de bilmem anlatabiliyor muyum?
 
Daha önce çekincelerimi öne sürmüştüm. Sosyal bilimler hususunda uzman değilim. Ancak Pegasus’un eleştirilerini haklı bulmadım. Post-modern düşüncenin bu parçalayıcı, sökücü yapısı; yıktığı, harap ettiği yerine bir şey koymadan gittiği hep söylenmekte. Fakat, getirilen eleştiriler, “bir şey olmalı ki, her şeyi açıklasın, genel-geçer bir doğru olsun” demekten öteye de gidemiyor. Kişisel olarak, bireyi ve tercihlerini öne koyuyorum. Bireycilik ifratına kaçmadan, var olma hakkını önemseyerek yaşamak.

İnsanca yaşamak, insan onuruna yaraşır bir yaşam herkesin hakkı. İnsan hakları söyleminde, insanların, insan onuruna yaraşır bir yaşamları olması için, temel ihtiyaçlar gözetilir. Bu noktada, hukukun ne söylediği önemlidir. Hukuku yaratan da, sosyal bilimlerdir.

Hukuk olması gereken, yani tabi hukuk yaklaşımının peşinden yıllardır gidiyor. Tabi hukuk yaklaşımında zaman ve mekana bakmaksızın uygulanması gereken, genel geçer yasalar olduğu iddia edilir. Doğa yasalarında olduğu gibi, bu yasalarında, herkes için mümkün olduğunu söylenmektedir.

Tabi hukuk yasasının karşısına devletin koyduğu, bahşettiği yasa dışında, olması gereken bir hukuk olmadığını iddia eden, positivist bir anlayış yerleşmiştir. Bu sekülerdir, aşkın bir odak varsaymaz, devleti aşkın bir merkeze konumlar. Yani, devletin koyduğu yasa, tartışmasız doğrudur. Bu yasaların verdiği haklar dışında başka haklara sahip olduğumuzu iddia edemeyiz.

İki söyleminde, açıkları vardır. Positivst anlayışta, sistemin kolaylıkla otoriterliğe hatta, totaliterliğe kayma tehlikesi mevcuttur. Yasa ne diyorsa onun dışına çıkamazsın. Bu noktada, yasanın nasıl yapıldığı önem taşır.

Diğerinde ise, dogmaların nereden geldiği belirleyici olur. Aşkın odağın, niteliği tartışmalıdır. Ve yahut, aşkın odak tartışılamaz olduğunda, asıl tartışılacak konu meydana gelir.

İnsan hakları söylemi bunların ötesine “insan ihtiyaçlarını” koyar. İnsan ihtiyaçlarının ne olduğunu belirlemek, hangi ihtiyaçların temel olduğunu söylemek zordur. Bu ihtiyaçları belirlerken, nerede durduğunuz önemlidir.

Bu kısa açıklamadan sonra, post-modern düşüncenin ışığında, toplumsal ilişkilerin –tabiri caizse- ipliklerinin pazara çıkarılması, ihtiyaçların belirlenmesinde yol gösterici olabilir, demekteyim.

Saygı, başkalarının ihtiyaçlarını dikkate almaksa; bu ihtiyaçları başkalarının söylemesine de izin vermektir. Toplumun bile- isteye işleyen bir mekanizması olduğunu iddia edip, bu iktidar ilişkileri içinde ezilenlerin büyük bir komplonun kurbanları olduğunu söylemiyorum. Bu bence paranoyakça. Bununla birlikte, ihtiyaçları ihtiyaç sahipleri yerine söyleyenlere bunun yanlış olduğunu; bile- isteye olmasa da, içten içe yaptıklarını meşrulaştırmak için bilinç altında hükümran olduklarını ve bu yönde, eşit olmayan bir noktadan hitap ettiklerini yüzlerine vurmalıyız.

Bu noktada, toplumun diğer kesimleri, bir konuda ezilenler hakkında fikir beyan ederek, onların ihtiyaçları hakkında karar verdiğinde, ilişkide saygı unutulduğundan, bir yere varmak güçleşiyor. Sanırım altını çizmeliyim, bir kadının ihtiyaçları hakkında ahkam kesmem kadınlara tuhaf gelebilir. Hatta, kırsal kesimde yaşayan bir kadın hakkında, şehirde yaşayan bir kadının yürüttüğü fikir varsayım olacak, onun ihtiyaçlarını belirlemek mümkün olmayacaktır. Anlata bildim mi? Kimse kimsenin, aynısı olamaz. (Her sakatta birbirinden ayrıdır. Maddi koşullar aynı olsa bile.) İhtiyaçları ihtiyaç sahibi belirler. Tabi ki, kişinin ihtiyaçlarını belirlerken toplumun kurgusu içinde olduğu, kendi ihtiyaçlarını hiçbir şekilde kendi düşüncesiyle belirleyemeyeceği iddia edilebilir. Zorunluluk tezi...Seçim özgürlüğü tam olmasa da, farkındalıkla seçeneklerimizi yaratabiliriz.

Bu arada Pegasus, hiç olmazsa, stratejik olarak hangi tezin ardında durmamız gerektiğini söyler misin? Zira, engelli hareketinin itici gücü, aktivistlerinden gelmiştir. Bu noktada, motive edici bir görüşün tesiri gözden kaçmamalı.

Çevre koşullarının iyileştirilmesi meselesine yoğunlaşmak tabi ki gerekiyor. Ama bu konu, bu kadar da basit değil. İlk olarak, sakatları yalnızca, fiziksel sakatlığı bulunanlarla sınırlamak anlamına geliyor (zihinsel, algısal eksiklikleri bulunanlar ya da her yere ulaşabilse, iletişim dahil hiçbir fiziksel yardıma ihtiyaç duymasa da “anormal” kabul edilen vücut uzuvları sebebiyle dışlananlar ne olacak peki.) Sakat bir yakını bulunup da, bu nedenle ayrımcılığa maruz kalanları unutmamalıyız. Çevre çok şey, ama her şey değil.

Anladığım kadarıyla, bu noktalarda, anlaşmamız mümkün olmayacak. Andante şunu bilmeni isterim ki, sakat olmayan insanların dertleri, yüz yüze kaldıkları bizlerin ki kadar vahim. Ama şu da bir gerçek ki, toplumlarda bazı kesimler hak ihlalleriyle daha sık karşılaşmaktalar.(araştırmalar sonucu sabittir) Bunun sebeplerini aramak makul değil mi?

[size=2]Not: Andante ankettin sonuçları hakkında şunu söylemek istiyorum, %60’şı aşan oranda çok rahatsız olduğunu beyan etmiş. Çok rahatsız. Tabi rahatsız olduğunu söyleyenleri unutmamak lazım[/size].
 
Üst Alt