Veli (Willy) Öğretmen
Kulakları sağır eden ve nereden geldiği belli olmayan bir gümbürtü koptu. Gökgürültüsünü andırıyordu bu ses. Ama belli ki sadece o kadar değildi. Ardından yer titremeye başladı. Çocuklar sanki neler olacağını tahmin etmişler gibi yere yatıp cenin şeklinde kıvrılmışlardı, birkaçı birbirine sarılmıştı. Çığlıklar arasında korkunç bir sarsıntının, o tüyleri ürperten homurtusu duyuluyordu. Sanki büyük bir okyanus dalgası, sığındıkları mağaranın üzerinden geçmişti.
Yaşlı adam, kucağında korkudan titreyen çocuğu göğsüne bastırdı, çocuğun fal taşı gibi açılmış gözlerinin içine baktı, ceketinin cebinden beyaz bir kumaş mendil çıkardı, çocuğun berelenmiş alnını sildi, altın rengi saçlarını düzeltti ve alnından öptü. Diğer çocuklar korkulu gözlerle yaşlı adama bakıyorlardı. Mağaranın içini aydınlatan lambalar birer birer göz kırptı ve söndü. Ortalık zifiri karanlık olmuştu. Arada hafif bir titreşiminin etkisi ile birkaç eşyanın tıngırtıları ve çocukların hıçkırıklarından başka ses duyulmaz olmuştu. Yaşlı adam, elindeki kibriti kutusuna sürttü, çıkan ses sanki tüm mağarada yankılandı. Gaz lambasının fitilini yaktı, camını yerine yerleştirdi ve fitili yavaşça yükseltti, artık çocukların yüzleri seçiliyordu. Gözlüğünün üzerinden çocuklara baktı, tek tek gözlerinin içine baktı. Şimdilik herşey yatışmış gibi görünüyordu.
Aylardan Nisan, günlerden pazartesi ve ayın yirmiüçüydü. Dünyanın dört bir yerinden gelen çocuklar, dünyadaki ilk ve tek çocuk bayramı için bu yıl Kapadokya'da buluşmuşlardı. Rengarenk giysileri, rengarenk saçları ve kocaman parlak gözleri ile ortalıkta koşturup dururken, insanlık tarihinin en tehlikeli noktalarından birinde olduklarını bilmiyorlardı. Yıllardan beri insanlığın korku, endişe ile takip ettiği, o çok uzaklardan gelen gök cismi, nihayet yörüngesindeki dünya gezegeni ile tehlikeli bir geçiş yapmıştı. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı. Yıllardan beri birer birer gözlenen felaketlere, bu büyük karşılaşma son noktayı koymuştu.
Tarih sahnesinde yeniden insanların görünebilmesi için hayatta kalanların, sığınaklarda, mağaralarda; belki de yıllar sürecek ve kimsenin kesinlikle bilemeyeceği bir süre yaşam savaşı vermeleri gerekiyordu.
Yaşlı adam, sanki olacaklara hazırlıklıymış gibi, o büyük felaket günü, çocukları, Derinkuyu'daki yeraltı mağaralarından birisine yerleştirmiş ve orada güvende olacaklarını düşünmüştü. Zaman zaman böyle bir felaket karşısında neler yapacağını düşünür ve aklında ince planlar yapardı. İşte şimdi o planlar işe yarıyordu.
Yaşlı adamın adı Veli idi. Yabancı çocuklar ona Willy diyorlardı. Türk çocuklar ise Veli öğretmen derlerdi. Veli öğretmen, emekli olalı yıllar olmuştu. Eşini de kaybettikten sonra, çok sevdiği memleketinde taksicilik yapıyor, bazen de turist gezdiriyordu. Kapadokya tarihini, coğrafi özelliklerini, yolları, antik kentleri ve mağaraları avucunun içi gibi biliyordu.
Yemeğini kendisi yapar, toprağı eker, yetişecek ne varsa yetiştirirdi, tavukları ve güvercinleri de vardı. Neredeyse anlamadığı iş yoktu. Marangozluktan duvar ustalığına, elektrikçilikten ayakkabı tamirine, üzüm yetiştirmekten dikiş dikmeye; elinden her iş gelirdi. Kısacası kendi kendine yetiyordu.
Veli öğretmen ve çocukların, o mağarada ne kadar kaldıkları bilinmiyor. Ancak bilinen birşey var ki; Veli öğretmen, nasıl yağ kandili yapılacağını, kandil isinden mürekkep, çimento torbasından not kağıdı, iğneden ve mıknatıstan pusula, kireçten mikrop öldürücü, eski bisikletten ve dinamosundan nasıl lamba yakılacağını, çubuktan örgü şişi, iki metre bakır telden bobin, basit bir zil, telgraf hatta idrardan damıtık su elde etmeyi öğretmişti çocuklara. Otları anlattı, tarhanayı, helvayı, kuru üzümü, pekmezi anlattı. Matematik öğretti, kuru fasulyeden saymaları anlattı çocuklara. Şarkılar öğretti çocuklara, eski mandolini ile...
Sonra savaşları anlatı, insanın insanı öldürmesini anlattı çocuklara. Çocuklar bir tek bunu anlayamadı.
Savaş yıllarında, yokluk yıllarında ülkesinin nasıl ayakta kaldığını anlattı onlara. Altın sarısı saçlı, mavi gözlü çocuğu kucağına alıp Atatürk’ü anlattı çocuklarına.
Ve bir gün, güneş pilleri ile çalışan el radyosundan bir cızırtı duyuldu. Uzun zamandan beri mağarada duyulan ilk radyo sesiydi. Bunun iyi işaret olduğunu çocuklar da biliyorlardı. Ortalık yeniden bayram yerine dönmüştü. Çocuklar birbirlerine sarılıp zıplıyorlardı. Sonra hep bir ağızdan bağırmaya başladılar:
-Ve-li öğ-ret-men, Willy Willy!
Yaşlı adam, bir kedi çevikliği ile basamaklardan yukarı çıktı, sığınağın kapısından dışarıya uzanan bir ip görünüyordu. İpin dışarıdaki ucunda, yaşlı adamın elinde kalan son güvercini bağlıydı ve yaşıyordu.
Veli öğretmen, sığınağın ağır ve tozlu kapısını açtı, yüzüne vuran güneş, gözlerini kamaştırdı, dışarıda pırıl pırıl bir güneş vardı. Çocuklar merakla yukarıda ne olduğunu izliyorlardı.
Mağaranın çıkışında çocuklar şaşkın gözlerle etraflarına bakarken Veli öğretmen bir cebinden bir avuç buğday çıkardı, çocuklarının önünde yavaşça çömeldi, yerden bir avuç toprak aldı, mis gibi taze bir ekmeği koklar gibi derin bir solukla toprağı kokladı.
Çocukları artık nasıl bir yaşam kuracaklarını biliyorlardı. Veli öğretmen o güne değin bildiği neyi varsa neredeyse hepsini çocuklarına aktarmıştı. Bu nedenle içinde büyük bir huzur ve mutluluk vardı…Serin bir rüzgar uzaklardan taze çimen kokuları getiriyordu. Çocukların sesleri kuş cıvıltılarına karışıyordu...
Veli öğretmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli ve en başarılı projelerinden olan "Köy Enstitü"lerinden mezun olmuş, bir öğretmendi. Okuduklarını, öğrendiklerini yaşamının içine harmanlamayı başarmış, idealist, geçmişine ve geleceğine sahip çıkan bir neslin son savaşçılarındandı.
Ellerinden öperim Veli öğretmenim.
Not: Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940'da kuruldu, 4 Şubat 1954'te de tarihe karıştı.
17.04.06
Kulakları sağır eden ve nereden geldiği belli olmayan bir gümbürtü koptu. Gökgürültüsünü andırıyordu bu ses. Ama belli ki sadece o kadar değildi. Ardından yer titremeye başladı. Çocuklar sanki neler olacağını tahmin etmişler gibi yere yatıp cenin şeklinde kıvrılmışlardı, birkaçı birbirine sarılmıştı. Çığlıklar arasında korkunç bir sarsıntının, o tüyleri ürperten homurtusu duyuluyordu. Sanki büyük bir okyanus dalgası, sığındıkları mağaranın üzerinden geçmişti.
Yaşlı adam, kucağında korkudan titreyen çocuğu göğsüne bastırdı, çocuğun fal taşı gibi açılmış gözlerinin içine baktı, ceketinin cebinden beyaz bir kumaş mendil çıkardı, çocuğun berelenmiş alnını sildi, altın rengi saçlarını düzeltti ve alnından öptü. Diğer çocuklar korkulu gözlerle yaşlı adama bakıyorlardı. Mağaranın içini aydınlatan lambalar birer birer göz kırptı ve söndü. Ortalık zifiri karanlık olmuştu. Arada hafif bir titreşiminin etkisi ile birkaç eşyanın tıngırtıları ve çocukların hıçkırıklarından başka ses duyulmaz olmuştu. Yaşlı adam, elindeki kibriti kutusuna sürttü, çıkan ses sanki tüm mağarada yankılandı. Gaz lambasının fitilini yaktı, camını yerine yerleştirdi ve fitili yavaşça yükseltti, artık çocukların yüzleri seçiliyordu. Gözlüğünün üzerinden çocuklara baktı, tek tek gözlerinin içine baktı. Şimdilik herşey yatışmış gibi görünüyordu.
Aylardan Nisan, günlerden pazartesi ve ayın yirmiüçüydü. Dünyanın dört bir yerinden gelen çocuklar, dünyadaki ilk ve tek çocuk bayramı için bu yıl Kapadokya'da buluşmuşlardı. Rengarenk giysileri, rengarenk saçları ve kocaman parlak gözleri ile ortalıkta koşturup dururken, insanlık tarihinin en tehlikeli noktalarından birinde olduklarını bilmiyorlardı. Yıllardan beri insanlığın korku, endişe ile takip ettiği, o çok uzaklardan gelen gök cismi, nihayet yörüngesindeki dünya gezegeni ile tehlikeli bir geçiş yapmıştı. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı. Yıllardan beri birer birer gözlenen felaketlere, bu büyük karşılaşma son noktayı koymuştu.
Tarih sahnesinde yeniden insanların görünebilmesi için hayatta kalanların, sığınaklarda, mağaralarda; belki de yıllar sürecek ve kimsenin kesinlikle bilemeyeceği bir süre yaşam savaşı vermeleri gerekiyordu.
Yaşlı adam, sanki olacaklara hazırlıklıymış gibi, o büyük felaket günü, çocukları, Derinkuyu'daki yeraltı mağaralarından birisine yerleştirmiş ve orada güvende olacaklarını düşünmüştü. Zaman zaman böyle bir felaket karşısında neler yapacağını düşünür ve aklında ince planlar yapardı. İşte şimdi o planlar işe yarıyordu.
Yaşlı adamın adı Veli idi. Yabancı çocuklar ona Willy diyorlardı. Türk çocuklar ise Veli öğretmen derlerdi. Veli öğretmen, emekli olalı yıllar olmuştu. Eşini de kaybettikten sonra, çok sevdiği memleketinde taksicilik yapıyor, bazen de turist gezdiriyordu. Kapadokya tarihini, coğrafi özelliklerini, yolları, antik kentleri ve mağaraları avucunun içi gibi biliyordu.
Yemeğini kendisi yapar, toprağı eker, yetişecek ne varsa yetiştirirdi, tavukları ve güvercinleri de vardı. Neredeyse anlamadığı iş yoktu. Marangozluktan duvar ustalığına, elektrikçilikten ayakkabı tamirine, üzüm yetiştirmekten dikiş dikmeye; elinden her iş gelirdi. Kısacası kendi kendine yetiyordu.
Veli öğretmen ve çocukların, o mağarada ne kadar kaldıkları bilinmiyor. Ancak bilinen birşey var ki; Veli öğretmen, nasıl yağ kandili yapılacağını, kandil isinden mürekkep, çimento torbasından not kağıdı, iğneden ve mıknatıstan pusula, kireçten mikrop öldürücü, eski bisikletten ve dinamosundan nasıl lamba yakılacağını, çubuktan örgü şişi, iki metre bakır telden bobin, basit bir zil, telgraf hatta idrardan damıtık su elde etmeyi öğretmişti çocuklara. Otları anlattı, tarhanayı, helvayı, kuru üzümü, pekmezi anlattı. Matematik öğretti, kuru fasulyeden saymaları anlattı çocuklara. Şarkılar öğretti çocuklara, eski mandolini ile...
Sonra savaşları anlatı, insanın insanı öldürmesini anlattı çocuklara. Çocuklar bir tek bunu anlayamadı.
Savaş yıllarında, yokluk yıllarında ülkesinin nasıl ayakta kaldığını anlattı onlara. Altın sarısı saçlı, mavi gözlü çocuğu kucağına alıp Atatürk’ü anlattı çocuklarına.
Ve bir gün, güneş pilleri ile çalışan el radyosundan bir cızırtı duyuldu. Uzun zamandan beri mağarada duyulan ilk radyo sesiydi. Bunun iyi işaret olduğunu çocuklar da biliyorlardı. Ortalık yeniden bayram yerine dönmüştü. Çocuklar birbirlerine sarılıp zıplıyorlardı. Sonra hep bir ağızdan bağırmaya başladılar:
-Ve-li öğ-ret-men, Willy Willy!
Yaşlı adam, bir kedi çevikliği ile basamaklardan yukarı çıktı, sığınağın kapısından dışarıya uzanan bir ip görünüyordu. İpin dışarıdaki ucunda, yaşlı adamın elinde kalan son güvercini bağlıydı ve yaşıyordu.
Veli öğretmen, sığınağın ağır ve tozlu kapısını açtı, yüzüne vuran güneş, gözlerini kamaştırdı, dışarıda pırıl pırıl bir güneş vardı. Çocuklar merakla yukarıda ne olduğunu izliyorlardı.
Mağaranın çıkışında çocuklar şaşkın gözlerle etraflarına bakarken Veli öğretmen bir cebinden bir avuç buğday çıkardı, çocuklarının önünde yavaşça çömeldi, yerden bir avuç toprak aldı, mis gibi taze bir ekmeği koklar gibi derin bir solukla toprağı kokladı.
Çocukları artık nasıl bir yaşam kuracaklarını biliyorlardı. Veli öğretmen o güne değin bildiği neyi varsa neredeyse hepsini çocuklarına aktarmıştı. Bu nedenle içinde büyük bir huzur ve mutluluk vardı…Serin bir rüzgar uzaklardan taze çimen kokuları getiriyordu. Çocukların sesleri kuş cıvıltılarına karışıyordu...
Veli öğretmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli ve en başarılı projelerinden olan "Köy Enstitü"lerinden mezun olmuş, bir öğretmendi. Okuduklarını, öğrendiklerini yaşamının içine harmanlamayı başarmış, idealist, geçmişine ve geleceğine sahip çıkan bir neslin son savaşçılarındandı.
Ellerinden öperim Veli öğretmenim.
Not: Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940'da kuruldu, 4 Şubat 1954'te de tarihe karıştı.
17.04.06