Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Görüş] Değişim I, II, III, IV

Baben

Aktif Üye
Üyelik
3 Eyl 2005
Konular
23
Mesajlar
1,613
Reaksiyonlar
0
Aralık 2005 ve Ocak 2006'da birbirini tamamlayan iki makalemsi ;) yazım yayınlandı, ana sayfada. Uzunca bir aradan sonra yeniden yazar olmak pek kolay olmadı açıkçası.. Burada da bir başlık açtım ki; forum sakini arkadaşlar da görüşlerini belirtsin, gerekirse kıyasıya tartışalım, ortaya çıkan yeni düşünceler, yeni yazılara rehberlik etsin.


[size=7]DEĞİŞİM (I)[/size]
Babür Akdağ

Charles Darwin, "En güçlü ya da en akıllı değil, değişime en iyi uyan ayakta kalır." demiş.

Değişim önemlidir! Karlı bir dağın tepesinden kartopunu bıraktığımızda hafif ve yavaştır. Aşağıya indikçe ağırlığı ve hızı artar. İnsanlık tarihine baktığımızda, uzun yüzyıllar hatta binyıllar boyu çok büyük değişimler yaşanmadan sürdüğünü görüyoruz. Fakat günümüze yaklaştıkça, değişimin baş döndürücü bir hıza eriştiğine ve çoğaldığına tanık oluyoruz.

Değişim; doğru yolunu, yordamını buldukça "gelişim" durumunu alır. Hiçbir şey tarafından engellenemez. Geri dönmesi ya da yavaşlaması da olası değildir. Onunla birlikte hayatta kalmanın tek yolu: Ona uyum sağlamaktır.

Bu nasıl olacaktır? "Uyum", bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk anlamına geliyor. Peki, "bütün"ün gittiği "yol" yanlışsa parçalar da "yanlış" yapıyor olmaz mı? Burada çok ince bir sınır var. O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur.

***
Şunu diyebiliriz: Gelişim, engelliler için, sağlıklı insanlardan daha önemlidir! Çünkü; sağlıklı insan için "daha rahat" nasıl yaşayacağıdır, önemli olan. Ama engelli insan için durum daha farklıdır. Özellikle teknolojinin gelişimi onun "hayatın içinde" yer almasını sağlar. Bu tür yenilikleri, bir kez kullanmaya başladı mı, onun için "olmazsa olmaz" olur...

Bu sadece engellilere özgü, sadece onların kullandığı araçlarda değil, ortak kullanılan araçlarda da söz konusudur. Yakından tanıdığımız, bilgisayar + internet teknolojisinin, verimli kullanıldığında, engelli ve sağlıklı insanlar için önemini bir karşılaştırın bakalım!

Her türlü alış-verişi sanal mağazalardan on-line olarak yapmak mümkün. Güzel bir film mi var? Vizyona girdikten kısa bir süre sonra VCD ya da DVD versiyonu bu sanal mağazalarda yer alıyor. Siparişini verdikten bir-iki gün sonra kargoyla eve teslim! Evinden çıkmadan filmi izleyebiliyorsun. Bunu sağlıklı insan da yapabilir. Sinemaya gidip yerinde izlemek varken, bunu yapmak –evinde bilgisayarı yoksa- gereksizdir hatta lükstür. Ama engelli için: Çözümdür!

TEKNOLOJİK gelişimin tek başına bir anlamı yoktur. Onu kullanmayı sağlayacak EĞİTİM ve daha önemlisi bu ikisini yaygınlaştırmayı sağlayacak EKONOMİK kalkınma da şarttır. Bu üçünün eşit düzeyde olmaması durumunda yol alınamaz. Bu yazının da bundan sonrasına gelecek ay devam edelim, izninizle...

Aralık 2005

-----------------------

[size=7]DEĞİŞİM (II)[/size]

Geçen ay sözü "teknoloji, eğitim ve ekonomi"de bırakmıştık. Aslında, teknolojiyi de ekonomi altyapısı içerisinde incelemek daha doğru olur. Eğitim ise, kültür ile birlikte tüm TOPLUM'un daha iyiyi, daha doğruyu görebilmesi ve elde edebilmesine yardımcı olmak bakımıyla üstyapı kurumu olarak yerini alır.

Nedir altyapı ve üstyapı kurumları? Bunları bu derece önemli yapan şey nedir? Bir binaya benzeterek kısaca anlatmaya çalışalım: Altyapı; "toplumun ekonomik yapısı", yani binanın temelidir. "Hukuksal ve politik kurumların olduğu kadar eğitsel, kültürel vb. kurumlar" da üst yapıyı yani binanın duvar, kapı, pencere, kiremit vb.'sini meydana getiriler.

Eğer temel, yani altyapı sağlamsa sorun yok! Ama temel çürükse, duvarların boyanması, kiremitlerin aktarılması binanın sakat yapısını değiştirmeyecektir. En ufak bir depremde yıkılacaktır! O nedenle, altyapı ve altyapıya doğrudan bağlı kurumların sağlam olması çok önemlidir!

***

Bundan tam 25 yıl önce; ülkemizde bilgisayar teknolojisine yeni yeni giriş yapılıyordu. Okulumuzda henüz bilgisayar yoktu ama bilgiişlem dersi vardı. Teorik olarak öğretiliyordu. Okulumuzun hemen karşısındaki Karayolları Genel Müdürlüğünde "Bilgiişlem Salonu" vardı. Bugünkü masaüstü bilgisayarlarının rahatlıkla ve büyük bir hızla yapabildiği işlemleri yerine getirmek için tonlarca ağırlığında ve çok yavaş çalışabilen bir bilgisayar vardı. Yılda bir defa, öğretim üyemiz, bütün sınıfı toplar Genel Müdürlüğü ziyarete götürürdü; "çocuklar bilgisayar görsünler" diye. Müze gezer gibi!

Nereden nereye? Şimdi Karayolları Genel Müdürlüğünü evine getir! İnternetle. Bu öylesine hızlı bir gelişimdir ki, bu gün çok çok normal sayılabilen gelişmeleri o yıllarda "bundan 25 yıl sonra böyle böyle olacak" diye anlatmaya kalksaydık, bizi "deli" diye hastaneye yatırırlardı! Bundan 25 yıl sonra da, bugünkünden bile –her şeye rağmen– çok daha farklı bir dünyada yaşayacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.

Ancak, elbette ki, o TEKNOLOJİye ulaşabilmesi için, ilkokul EĞİTİMi dahi veremediğin kişiyi istediğin kadar zenginleştir ya da herkesi üniversite mezunu yap, ama değil bilgisayar alabilecek, karnını doyurabilecek iş bulamasın.. Sonuçta EŞİTSİZ değişim; kimilerinin göz boyamacılığına âlet olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, bir kuru gürültü olup çıkacaktır.

***

Toplumun "egemen üretim yordamı" ile doğrudan bağı olmayan diğer tabakalarının da, "kadın sosyal sınıfımız"ın da, engellilerinin de bütün sorunlarının mutlak çözümü; alt ve üst yapının sağlam inşa edildiği bir dünyadadır. Gerisi doldurulması pek kolay olmayan "laf"lar topluluğudur.

Ocak 2006

[size=7]DEĞİŞİM (III)[/size]

Mevlâna yaşamını; "hamdım, piştim, yandım" sözleriyle özetlemiştir. Bunun sıralaması herkeste aynı olmak zorundadır. 'Süre' ise farklı olabilir. Ancak bu, bireyler için böyledir. Bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar için durum biraz farklıdır.

Günümüzden 7000 yıl önce "üreten" insanlarla, "ürünleri pazarlayan" insanların oluşturduğu gruplar ilk kez birbirinden ayrıldı. "Durumları ve çıkarları" aynı olan insanlar bir araya geldiler. "Sınıflı" toplum böyle doğdu. "Ürünleri pazarlayan" sınıflar, "üreten" sınıfa egemen oldu. Bunları istediği gibi çalıştırdı.

Ancak; dünyadaki insan nüfusunun sürekli artıyor, yaşam kaynaklarının da azalıyor olması, ortaya yeni yeni problemler çıkartıyordu. Bu kaynakları ellerinde tutanlarla onlara ihtiyaç duyanlar "paylaşmak" yerine "ele geçirme"yi tercih edince de işin rengi değişiyor, kan gövdeyi götürüyordu. Sonuçta; o toprağın, suyun, yiyeceklerin vb. yeni sahibi belli oluyordu. Aradan bir süre geçtiğinde, bu "yeni sahipler" eskiyor ve yozlaşıyordu. Daha taze ve diri bir başka topluluk, eskimiş, yoz sahiplerin elinde bulundurduğu toprak, su vb. için savaşa giriyor ve kazanıyordu. Ve bu sürüp gidiyordu.

14 ve 15. yy.'a kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra, egemen sınıflar artık yabancılar tarafından değil de kendi ülkelerinin örgütlenebilen sınıfları tarafından alaşağı ediliyorlardı. Ne hikmetse, onlar da bir süre sonra yozlaşmaya başladılar. Teknolojinin gelişimiyle artık tamamen değişen üretici sınıfı, ekonomik olarak sömürmeye başladılar. Bu sayede alabildiğine güçlenen egemen sınıflar, bütün dünya üzerinde güçlerini hissettiriyorlardı.

Böylece geldik 20. yüzyıla… Bu yüzyıl; insanlar, sınıflar, toplumlar ve uluslar arası eşitsizliklerin, çelişkilerin hatta uçurumların alabildiğine arttığı, bütün dengelerin bozulduğu anlara sahne oldu. Emperyalist egemen güçler, kendi aralarında anlaşamayıp dünyayı paylaşamayınca, yüzyılın ilk yarısında, o güne kadar görülmeyen sıcak savaşlar yaşandı. Birincisinin sonunda; dünyanın 1/6'sında, ikincisinin sonunda; dünyanın 1/3'ünde egemenliklerini yitirdiler. Yüzyılın ikinci yarısında da, sıcak savaşlarla kaybettikleri egemenliklerini soğuk savaşla tekrar ele geçirmeye uğraştılar ve başardılar. Ya da öyle sandılar! Çünkü; hep "DEĞİŞİM" kazandı! Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı!

Kurmayı düşledikleri "Yeni Dünya Düzeni" öylesine kısa zamanda şapa oturdu ki; çark etmek zorunda kaldılar, onu da başaramadılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar! Bu günlerde de bu durumun sıkıntısı yaşanmaktadır..

***

Bu süreçte değişmeyen tek şey vardı: DEĞİŞİM! Onun da adı üstünde zaten! Peki engelliler neresinde bu yazının? Onu da gelecek aya, "DEĞİŞİM 4"e bırakalım, izninizle..

Şubat 2006

[size=7]DEĞİŞİM (IV)[/size]

Dört aydır DEĞİŞİM başlığının altında bir şeylere değinmeye çalışıyoruz. Ancak, bu öyle bir konudur ki; üzerine kütüphaneler dolusu kitap yazılsa bile –yazılmıştır da- sadece belli yüzeyleri aydınlatılabilir. O nedenle, bir "makale" boyutunu aşamadığımız için, böyle "dörtleme" yapmak zorunda kaldık..

İnsanlığın son 7000 yıllık tarihinde engelliliğin yeri:

Kimi zaman masal kahramanı olarak sevimlileştirilmişler: "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler"i okurken, kimse cücelerin birer engelli olduğunu düşünmez bile.. "Notre Dame'ın Kamburu"nda iyi yürekli ama korkunç görünümlü bir engelli vardır. Dede Korkut Masallarının "Tepegöz"ü saldırgan bir engellidir.

Yunan mitolojisindeki yarı-hayvan yarı-insan olarak tasvir edilen, satyr denilen, aynı şekilde Mısır mitolojisindeki sfenks denilen yaratıkları da aslında birer engelli sayabiliriz. Bunlar dışında, kimi babadan oğula süre giden hanedanların üyelerinin de, herkeslerden gizlense bile, engelli olabildiğini görüyoruz. Ama bu istisnaların dışında engelli, ya "yok" sayılmıştır ya da engelin değil de engellinin "yok edilmesi" gerektiğine inanılmıştır!

Ta ki; 20. yy.'da ikinci emperyalist paylaşım savaşının sonunda; "engellilik bilinci"nin toplumlar içerisinde yeşermeye başlamasına kadar böyle sürdü.. Teknolojik gelişimin hızlanması, bilgi ve iletişim olanaklarının çoğalması ve yayılması, en çok engellilerin yararına oldu.. Uluslararası ve ulusal boyutta kâğıt üzerinde pek çok adım atıldı. Uygulamada ise, hâlâ çok çok eksiği var! Aşılması gereken çok uzun ve engebeli bir yol var..

Bundan sonrası:

Tüm engelliler; insanca yaşamak için, seslerini duyurmak zorundadırlar. Bunun tek tek olmasının, sesin cılız çıkmasına ve duyulmamasına neden olacağı açıktır.

Her şeyden önce kendilerini eğitmelidirler. Okul içi ve dışı eğitimle kendi haklarını ve bunları elde edebilmek için yapmaları gerekenleri tam ve doğru biçimde öğrenmelidirler. Teknolojiyi boş ve anlamsız şeyler yerine daha işe yarar, daha sonuç alıcı, anlamlı şeyler için kullanabilmelidirler. Bilgi de, ancak paylaşılarak çoğalır.

Ve örgütlenmelidirler. Birlikte hareket edebilmek, çok kişinin saygıyla karşılayacağı bir "güç" oluşturur. Daha yaşanabilir bir hayatın sağlanması ancak güçlerin birleştirilmesiyle mümkündür. Dürüst, onurlu ve mertçe bir duruş sergileyebilmek için, bu özellikleri barındıran örgütlerde bir araya gelmelidirler. Yoksa oluşturmalıdırlar. Bu sadece bir gereklilik değil, Birleşmiş Milletler'in sakatlar için tüm üye ülkelere önerdiği bir kuraldır: "Kural 18: Sakatların Örgütlenmesi Devletler; sakatlara, kendilerini ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde temsil edecek olan örgütleri kurma hakkını vermelidirler."

Bütün bunlardan sonra ancak; ilk başta sözünü ettiğimiz değişim, doğru yolunu, yordamını bulur ve GELİŞİM haline gelir..

Mart 2006
 
Sana t.ediyorum ilk önce. Makaleler forumuna açıkçası giremiyorum. Yazılarını buradan okuyabilmek sevindirdi beni.
Ellerine, yüreğine sağlık...

Baben' Alıntı:
Peki, "bütün"ün gittiği "yol" yanlışsa parçalar da "yanlış" yapıyor olmaz mı? Burada çok ince bir sınır var. O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur.

Babür abi yukarıdaki alıntıdaki bu yorumunu defalarca okudum. Ona eleştirel yaklaştım, çünkü kafama takıldı. Yanlış anlamış olabilirim. Aydınlatırsan sevinirim. "Bütünün gittiği yol yanlışsa..." demişsin ve açıklamanın hemen akabinde, "O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur" demişsin. Çelişkili bir durum var sanırım. Anlatmak istediğinle yazdığın farklı gibi.Yanlışım varsa düzelt lütfen...

Birkaç şey söylemek isterim ben de. Haklısın.Eğitim için ekonomik kalkınma şart. Ama sence dışarıya bu kadar borcu olan ve yeraltı-yerüstü kaynakları olabildiğince zengin olan bu ülkenin gelişimi dış güçler tarafından bu kadar engellenmişken, ekon.kalkınma mekanizmasının çalışması nasıl beklenebilir?
Eğitim şart...Deyim gibi oldu artık. Hala dilimizde yazıkki. Bu devirde bile. Ama konuya engelli bireylerin yaşamını ele alarak bakarsak, yaşamları geçtim, engelini ele alırsak, biliyoruz ki bazı arkadaşlarımızın bunu gerçekleştirmesi oldukça güç. Hem fiziki, hem de yaşam standartları bakımından...Adı üstünde: ENGELLİ=ENGELLENEN

Baben' Alıntı:
Altyapı; "toplumun ekonomik yapısı", yani binanın temelidir. "Hukuksal ve politik kurumların olduğu kadar eğitsel, kültürel vb. kurumlar" da üst yapıyı yani binanın duvar, kapı, pencere, kiremit vb.'sini meydana getiriler.

O halde üzülerek bildiririm ki bizim acilen başka bir eve taşınmamız lazım. Çünkü içinde bulunduğumuz bina yıkılmak üzere. :roll: :wink:


Baben' Alıntı:
Sonuçta EŞİTSİZ değişim; kimilerinin göz boyamacılığına âlet olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, bir kuru gürültü olup çıkacaktır.

Doğru söze ne gerek........ :) :) :)

Tekrar teşekkür ederim Babür abi.
Görüşmek üzere...
 
değişim ile ilgili başlığını okuyunca şu kısa görişe vardım evet kar tanesi yüksekten yuvarlandıkça büyüyor.ama büyüdükçede aslından bişey kaybetmiyor
 
Diyalektiğin suratına bir lamba tutmuşsun baben...
 
dilemma' Alıntı:
[size=4]Babür abi yukarıdaki alıntıdaki bu yorumunu defalarca okudum. Ona eleştirel yaklaştım, çünkü kafama takıldı. Yanlış anlamış olabilirim. Aydınlatırsan sevinirim. "Bütünün gittiği yol yanlışsa..." demişsin ve açıklamanın hemen akabinde, "O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur" demişsin. Çelişkili bir durum var sanırım. Anlatmak istediğinle yazdığın farklı gibi.Yanlışım varsa düzelt lütfen... [/size]

Haklısın Dilekcim, aslında tembelliğime denk gelmişti o yazı ;) Tam ifade edememişim. :oops: Parçalar işlendiğinde, eğitildiğinde bütünün yapısı da değişecektir. Artık "eğitilmiş bir bütün" olacaktır, onun da doğruyu bulması daha olasıdır, demek istemiştim.


dilemma' Alıntı:
[size=4]Birkaç şey söylemek isterim ben de. Haklısın.Eğitim için ekonomik kalkınma şart. Ama sence dışarıya bu kadar borcu olan ve yeraltı-yerüstü kaynakları olabildiğince zengin olan bu ülkenin gelişimi dış güçler tarafından bu kadar engellenmişken, ekon.kalkınma mekanizmasının çalışması nasıl beklenebilir? [/size]

Ona da "DEĞİŞİM II"nin son paragrafında değinmek istemiştim. Baktım yazı uzayacak. Vazgeçti idim. Anlaşılan bu yazıyı üçlemem gerekecek. O da gelecek aya. ;) Ben teşekkür ederim :oops:


dilemma' Alıntı:
[size=4]Eğitim şart...Deyim gibi oldu artık. Hala dilimizde yazıkki. Bu devirde bile. Ama konuya engelli bireylerin yaşamını ele alarak bakarsak, yaşamları geçtim, engelini ele alırsak, biliyoruz ki bazı arkadaşlarımızın bunu gerçekleştirmesi oldukça güç. Hem fiziki, hem de yaşam standartları bakımından...Adı üstünde: ENGELLİ=ENGELLENEN[/size]

Aslında, bazı ülkeler bunu çözmüş. Demek ki "olamaz" değil! Önemli olan; eğitimin, diğer konulardan "bağımsız olduğunu" düşünmemek. Eşitsiz değişim bir işe yaramaz yani! ;)


yaren66' Alıntı:
[size=4]değişim ile ilgili başlığını okuyunca şu kısa görişe vardım evet kar tanesi yüksekten yuvarlandıkça büyüyor.ama büyüdükçede aslından bişey kaybetmiyor[/size]

Bu yazılarda "fiziksel değişim"i konu almaya çalıştım. "Asıl"dan ne anlaşılması gerektiği de önemlidir!
[size=4]Canlılar dünyası, insan soyu ile en yüksek aşamasına sıçramıştır. Hayvandan çok önemli bir kalite farklılığına ulaşmıştır insan.[/size]


Pegasus' Alıntı:
[size=4]Diyalektiğin suratına bir lamba tutmuşsun baben...[/size]

Bence, hayatı anlamanın ve anlatmanın tek yoludur, diyalektik! Ama insanlarımıza öğretilmiyor maalesef. :( Yıllar önceki yazılarımda ( http://www.engelliler.biz/Makaleler/babur/dogrudusunce1.htm , http://www.engelliler.biz/Makaleler/babur/dogrudusunce2.htm ) ilkelerini anlatmaya çalıştığım için, kendimi tekrarlamak istemedim. Sadece "lamba" da kaldım. ;)
 
:) Pulitzer' in "Felsefenin temel ilkeleri" adlı eseri bu konuyu etraflıca ve herkesin anlayabileceği bir dille işlemiştir. Yazdıkların beni bu kitaba götürdü yeniden. Evet "yadsımanın yadsınması" olarak da dile getirilen diyalektik atlamalarla ilerleme böyle bir şey. Dile getirdiğin bakış açısı bireye toplumsal bir perspektiften bakmak için birebir. Ayrıca birey içinde başlayıp biten süreçleri de bu toplumsal yapının bir tezahürü olarak görmektedir ki işte burada bir takım soru işaretleri çıkmakta...Konu uzun, şimdilik çok sevdiğim diyalektik bakışa küçük bir çekince koymakla yetineyim. İlerde devam ederiz.
 
öncelikle teşekkür edrim farklı bir konu.
degişim teorik olarak anlatılmış ama uygulama ve saglam degişim için pek çok fazla çözüm görüşü üzerine gidilmemiş.eleştiri bakımından degil eksikligin üzerine gidilmesi ve sorunlara daha rahat çözüm bulmak amacıyla yazıyorum.
değişim kadar degişim sürecininde önemli oldugu belirtmek isterim.
kar topu düşerken nasıl bir degişim sürcinden geçtigide göz önünde bulunmalı.
toplumlar yıllardan beri degişim süreclerinden geçmiştir ama hangileri malzemeyi en iyi şekilde işlemiştir. iyi bir degşimlerle bu zamana kadar gelen toplumlar nasıl gelmiştir yani nasıl bir süreçten geçmiştir.



ben düşünüyorum ki en iyi degişim bilinçli ve egitimli degişimdir.
degişimin sürecini en iyi olarak egitim bakımından üst düzeyde olan toplumların olgunada inanıyorum
 
Ah sevgili baben,

Yine bir " ah "la başladım gördüğün gibi. Başlık olarak seçtiğin konu gerçekten önemlidir. Değişim evrenin en büyük ve vazgeçilmez gerçeklerinden biridir. Kesin bir olgudur bildiğin gibi.

Ama, günümüzde değişim kavramı o kadar farklı şekillerde ele alınabiliyor ki. Değişim mühendisliği gibi bir kavram bile oluşturdular. Var olan sisteme kişiyi adapte edebilmek için bulunan kavramlar ve yöntemler ve bunları " olmazsa olmaz " şekilde ortaya koyuşlarını garip bir bakışla , deyim yerindeyse, aval aval bir bakışla seyrediyorum.

Değişim mutlaktır, işte bu diyalektik gerçeklik bile, sistemlerle kalıplara sokulup, sınırlandırılarak, bizlere sunulan olarak karşımıza çıkardığıldığı sürece değişim herkes adına özellikle toplumlar adına pek bir fayda sağlamayacaktır.

Bizlere değişim basit bir süreç gibi gösterilmekte. Hatta eskinin yerine yeninin geçmesi gibi bir anlatımla açıklanabilmektedir.Ve hatta bu yarına yapılacak olan yolculukta dünü unutmak kulaklarımıza fısıldanmaktadır.

Hatta eleştiri oklarını fırlatarak, değişime direnç gösterenler farklı isimlerle karşımıza çıkartılabilir.Ne yazık ki günümüzde artık değişim, ekonomik anlamda daha iyi bir yapılanmanın anahtarı olarak ele alınmaktadır. Değişimin büyük kapsamı bu dar alana kapatılmış durumdadır.

Ben de değişimin daha farklı algılanış biçimini sizlerle paylaşmak istedim, yoksa makale oldukça güzel.
 
Çok çok teşekkür ederim arkadaşlar. Bu başlığı açmakla ne iyi etmişim. :oops:

Hem yazıların eksiklerini gördüm, hem de gelecek aylar için konu arama sıkıntım kalkıyor.

Korkarım bu konuda üçleme yapmam da yetmeyecek.. Dördüncü hatta beşinci yazıları yazmam gerekecek. Ama bundan sonra öncelik burada. Daha sonra ana sayfaya geçirmeyi düşünüyorum.


Pegasus' Alıntı:
[size=4]Pulitzer' in "Felsefenin temel ilkeleri" adlı eseri bu konuyu etraflıca ve herkesin anlayabileceği bir dille işlemiştir. Yazdıkların beni bu kitaba götürdü yeniden. ...[/size]

"Felsefenin Temel İlkeleri" bu konuda okuduğum ilk kitaptır. Alfabemdi yani.. Daha sonra başka kitaplarla güçlendirdim olaylara diyalektik pencereden bakışımı. Ama yukarıda da değindiğim gibi, ne yazık ki okullarda öğretilmiyor. :evil: Ve çok şey kaybediliyor. :(


COMANDANTE' Alıntı:
[size=4].. degişim teorik olarak anlatılmış ama uygulama ve saglam degişim için pek çok fazla çözüm görüşü üzerine gidilmemiş. ..[/size]

Ben teşekkür ederim yoldaş. :wink: Üçüncü ve dördüncü yazılarda bu eksikliği gidermeye çalışacağım. Bakalım, becerebilirsem.. Çünkü bazı şeyleri bir "makale" boyutuna sığdırmak oldukça güç oluyor bazen. Hakkında kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmış bir konu!..


andante' Alıntı:
[size=4]... Var olan sisteme kişiyi adapte edebilmek için bulunan kavramlar ve yöntemler ve bunları " olmazsa olmaz " şekilde ortaya koyuşlarını garip bir bakışla , deyim yerindeyse, aval aval bir bakışla seyrediyorum. [/size]

Hepimiz öyleyiz Sevgili Andante, hepimiz öyleyiz.. "Değişimi Aval Aval Seyredenler Topluluğu" olarak bir parti kursak kesin iktidar oluruz valla. :wink:
 
baben abi degişim hakkında diger görüşlerini aktarırsan sevinirim birazda konuyu tartışmaya yönelik açsan sevinirim.
 
Arkadaşlar,

Düşündüğümden bir kaç gün geç de olsa "DEĞİŞİM III"ü bitirmeyi başardım. Ana sayfadan önce burada tartışalım istedim, bu kez. Umarım değerli görüşlerinizi esirgemezsiniz. :wink:

Sevgiyle kalın..



Not: Bütünlük bozulmasın diye Değişim II'nin altına ekledim.
 
Bana öyle geliyor ki, geçmişten günümüze değişimden nasibini alamamış tek grup biziz. Ne sorunlarımızı anlatabilmek açısından, ne de çoğunluğun sorunlarımızı anlamaları açısından... :(

Aynı taass aynı hamam..........
 
Öncelikle teşekkür edelim.
insanlar geçmişten bu güne hep degişime en iyi ayak uyduranmı yoksa en iyi sömürenmi kazanmış anlamış degilim.
demekki degişime sömürerek ayak uydurulmuş peki biz türkiye olarak nasıl degişecegiz.
kimi sömürecegizde adı degişim olacak.
insanlar arasında sınıf farklılıgı neden bu kadar önemli anlamıyorum veyada olması mecburmu.
hep degişim mi kazandı yoksa sömürgeci degişişim mi?

saygılarımla.....
 
Değişim III konusunda birkaç cümle sarfetmek istiyorum. Dile getirilen sınıflar arasındaki etkileşim geride bıraktığımız yüzyılda ilginç bir boyut kazandı. Kapitalizm birazda sosyalizmin ittirmesiyle vahşi viktorya dönemindeki tüm özelliklerini bir yana bırakıp garip bir metaformozla sendikalara kapısını açtı, işçi haklarını geliştirdi, sosyal güvenlik politikalarıyla rakibi olduğu sınıfı hayata bağladı. Bunu yapabilmek içinde dünyanın anasını ağlattı tabi; ama ortaya cıkan sonuç şuydu; sömüren sınıf sömürdükleriyle anlaştı. Dünyayı soyup bu soygundan kendi alt işçi sınıflarına pay verdi. Ve gariptir bu çok duyarlı(!) işçi proleter sınıfın buna karşı verdiği cevap pis bir sırıtış eşliğinde onursuz bir kabul oldu. Batının işçi sınıfı kendi kapitalistinin sömürüsünden verdiği payla semirdi ve aynı zihniyeti paylaşır oldu. Demekki sınıfsal duyarlılık ganimetten pay alana kadarmış(!) bu durumun çok güzel örneğini ingiliz işçi partisinin bugun geldiği duruma bakarak anlayabilirsiniz. Siz ingiltere nin Irak taki katliamlarına itiraz eden bir ingiliz işçi sınıfı gördünüz mü ortalıkta?

Diyalektik, tıpkı din gibi, olayları açıklamak için etkili bir silahtır; ama tüm silahlar gibi çaresiz ve anlamsız kaldığı yerlerde vardır. İşte senin yukarda ana hatlarıyla bahsettiğin meşhur "köle-efendi diyalektiği" böyle garip bir işbirliğiyle çoğu zaman anlamını yitiriverir. Diyalektik yaklaşım, kurbanın aynı zamanda zalim olabileceğini hesaba katmaz bile; ama gerçek çoğu zaman inanılmazdır ve "doğru" bir bukalemun gibi renk değiştirebilir.

Aynı zamanda ezilen sınıfın bunu gönüllü olarak yapabileceği de gözardı edilir. İnsanın psikolojik bir takım korkuları din gibi mekanizmalar üretmesine yol açmıştır ve bu mekanizmalar bir kez ortaya çıktıktan sonra kendini icad edenleri yeniden kurgulayıp şekillendirir. Bu şekillendirmenin sonucunda yeni değer yargıları ve tutumlar ortaya çıkıp mantıksal açılımın doğal gereği olan diyalektiği anlamsız kılabilir. Örneğin ülkemizde ezilen toplumlar normal koşullarda kendilerine sahip çıkan Sol söyleme eğilim göstermeleri gerekirken diyalektiğin ağzını bir karış açmasına ve tasını tarağını toplayıp bambaşka diyarlara göç etmesine vesile olacak şekilde sağ partilerle kuzu sarması olabilmiştir ve sanıyorum uzun bir süre daha olmayada devam edecektir.

Görüldüğü gibi Diyalektik mantıksal akıl yürütmeler için birebir olmakla birlikle insan dediğimiz mevhumun psiko sosyal bir takım özellikleri nedeniyle susmak zorunda kalabilmektedir. Ancak bilimsel çalışmalarda diyalektik bence olmazsa olmazdır.
 
Sevgili Pegasus işçi sınıfında ki -hadi yozlaşma yerine kibarcasını kullanalım- kötüye giden değişimin altını çizmiş. Bu değişimi açıklamak, ya da insanlık tarihinin bu yönde evrileceğini öngörmek 19. yüzyıl sonlarına doğru modern çağın aydınlanmacı düşünürleri ve marksizim teorisyenlerinin kotaramayacağı denli zordur. Ancak birçok düşünürün aksine zamanın ötesinde uzak bakışlı Spinozanın fikirleri daha 17. yüzyıldan modernizme eleştiri getirebilmişti. Tabi ki modernrizimin içinde modernizmi hissedebilmiş Nietzsche, toptan reddiyece tutumuyla günümüze göz kırpmaktaydı.

Modernizm bizlere çalışmanın erdeminden bahsetti durdu. Herkesin mutlaka bir işi olmalıydı. Tabi ki günün şartlarına uyuyordu. Sanayi insan emeğine dayanıyor, iş gücü açığı sistem tarafından toplumun değerlerine çalışmanın erdem olduğu anlayışını zerk ediyordu. Bu dönemde batıda sakatlar iş gücünün dışındaydılar, zira çalışmalarına uygun bir ortam yoktu, herkes fabrikalarda ve daha ziyade kol gücüne dayanarak çalışıyordu. Batıda sakatları topluca yaşayacakları, ailelerden tecrit edildikleri büyük duvarların ardına gizlenen kurumlara terk ettiler. Ayrıca 19. yüzyıl iş hukukunu ve sosyal güvenliğin gelişmesine ön ayak oldu. Vahşi kapitalizm almış başını giderken, çalışma koşulları alabildiğince ağırdı. Hemen hergün iş kazaları oluyor, bunun sonucu işveren işçileri her hangi bir tazminat ödemeden işten atıyordu. Ama işçilerde bir sınıf olma bilinci yavaş yavaş doğdu, toplu direnişler şimdi hepimizin yararlandığı iş hukuku ve sosyal güvenlik hukukunun ebeliğini yaptı.

Sonra mı ne oldu? Birçok faktör çalışmanın şeklini değiştirdi. Büyük fabrikaların bantlarında seri olarak yapılan üretim kar getirmiyordu. İletişim teknolojisine robot teknolojisi eklendi. Artık kol gücü pek para etmiyor. Eskiden sınıf bilinci aşılayan herkesi aynı çatı altında toplayan devasa fabrikalar yerine küçük atolyeler ve evinden çalışıp internetle haberleşen bilgisayar uzmanlarının dağınık çalışması aldı. İşçilerin dayanmak için bir arada olması gerekiyordu. Sınıf bilinci git gide azaldı. Gençlik de değişiyor. Çalışmak istemeyen gençler, modern çağın çalışma olarak görmediği aktiviteler yapıyor.

İşçi sınıfı bir anlamda kendi kurallarını yaratmakta ve kendi otoritesini hakim kılmakla meşguldu. Şimdi artık herkesin birbirinden farklı olduğu, etnik azınlıklar gibi grupların da -tabi sınıflar da dahil- bir iktidar merkezi yaratarak kişiyi iktidar ilişkisi içine aldığı uyarısı yüksek sesle yapılıyor. Bizler adına hareket ettiğini iddia eden sivil toplum örgütleri, içinden çıkan en küçük sese büyük tepki gösteriyor. Hainlikle suçlandığı bile oluyor. Bu da küçük grupların içinde iktidar ilişkilerinin daha keskin uygulana geldiğini göstermiyor mu? Buradan biz engellilerin aramızda da demokrasiyi tesis etmemiz gerektiğini çıkarmak zorlama olmaz sanırım.

Günümüzde temel asgari gelir kavramı türetildi. Bununla devletin herkese –çalışsın, çalışmasın- geçimini sağlayacak düzeyde bir gelir sağlaması istendi. Her hangi bir şart aranmadan, yani yoksulluk, yaşlılık, sakatlık gözetilmeden devlet herkese bir gelir sağlamakla mükellefti. Bu savın peşinde neo-marksistlerle birlikte apayrı gerekçelerle neo-liberallerde durmaktadır. Tabi çalışmanın bir hak olduğu, çalışmanın kişisel özgüven için gerekli olduğu itirazları dillendirilmekte; bununla birlikte, bu konu yoğun olarak tartışılmakta ve hayata geçirilen ülkeler mevcut (Fransa gibi).Googel’da “basic income” girip aratırsanız sizlerde göreceksiniz. Merak ettiğim, basic income çalışmak isteyen, toplum dışına itilmiş engelliler için ne ifade edecek?

Aslında Pegasus'un bahsettiği, ezilenlerin gönüllü boyun eğmesi hakkında da birşeyler yazacaktım, ama lafı çok uzattım sanırım.
 
dilemma' Alıntı:
[size=4]Bana öyle geliyor ki, geçmişten günümüze değişimden nasibini alamamış tek grup biziz. Ne sorunlarımızı anlatabilmek açısından, ne de çoğunluğun sorunlarımızı anlamaları açısından... :(

Aynı taass aynı hamam..........[/size]

Burada daha çok fiziksel değişimi konu aldığımı açıklamıştım.. Elimde değerlendirebileceğim rakamlar yok! Ama bana öyle geliyor ki, dünya genelinde, son yıllarda, bilişimden sonra DEĞİŞİMden nasibini alan en büyük sektör sağlık sektörü dolayısıyla ENGELLİLER olmuştur. Tam bilmiyorum ama, tekerlekli sandalyenin bile yaygın olarak kullanılmaya başlanması, 2. Dünya savaşından sonraki yıllara rastlar. Şunun şurasında 50 yıl olmuş..

COMANDANTE' Alıntı:
[size=4]Öncelikle teşekkür edelim.
insanlar geçmişten bu güne hep degişime en iyi ayak uyduranmı yoksa en iyi sömürenmi kazanmış anlamış degilim.
demekki degişime sömürerek ayak uydurulmuş peki biz türkiye olarak nasıl degişecegiz.
kimi sömürecegizde adı degişim olacak.
insanlar arasında sınıf farklılıgı neden bu kadar önemli anlamıyorum veyada olması mecburmu.
hep degişim mi kazandı yoksa sömürgeci degişişim mi?

saygılarımla.....[/size]

Olaylara skolâstik ya da Aristo mantığıyla bakınca öyle görünüyor: ;)

I. "değişime en iyi uyan ayakta kalır"

II. Hep sömürenler ayakta kalmış!

III. O halde; Sömürenler değişime en iyi uymuş!

Şunu belirteyim: "Sömürünün her türlüsüne karşıyız!" deyince sömürüyü Türkiye de yaparsa ona da karşıyız, demektir bu! Ve Türkiye olarak, değişmek için sömürmemiz şart değil! "Hep sömürenler ayakta kalmış" önermesi de doğru değil! Kurtuluş Savaşı sonrası ayakta kalan Türkiye, yıkılanlar ise; Emperyalist devletler olmuştur..

... devam edelim "Diyalektik bakış ise:

Tez: Sömüren Sınıf/lar

Anti tez: Sömürülen Sınıf/lar

Çarpışırlar: Devrim!

Sentez: Yeni sistem!

Burada; devrim = değişim'dir.

***

Tez ve anti tezin olması şarttır. Bundan 7000 yılın öncesinde "ilkel sosyalist toplum" dediğimiz "sınıfsız toplum" vardı. O zaman zıtlıklar, insanla doğa arasında yaşanıyordu. Gün gelecek, insanlar arası çelişkilerin yaşanması bitecek, tekrar insan-doğa çatışmasına dönülecektir.

***
Zaman zaman karşı devrim de kazandı. Ama matematikteki mutlak değer işareti arasına aldığımızda eksi değerin önemi kalmıyor!


Pegasus' Alıntı:
[size=4]Değişim III konusunda birkaç cümle sarfetmek istiyorum. Dile getirilen sınıflar arasındaki etkileşim geride bıraktığımız yüzyılda ilginç bir boyut kazandı. Kapitalizm birazda sosyalizmin ittirmesiyle vahşi viktorya dönemindeki tüm özelliklerini bir yana bırakıp garip bir metaformozla sendikalara kapısını açtı, işçi haklarını geliştirdi, sosyal güvenlik politikalarıyla rakibi olduğu sınıfı hayata bağladı. Bunu yapabilmek içinde dünyanın anasını ağlattı tabi; ama ortaya cıkan sonuç şuydu; sömüren sınıf sömürdükleriyle anlaştı. Dünyayı soyup bu soygundan kendi alt işçi sınıflarına pay verdi. Ve gariptir bu çok duyarlı(!) işçi proleter sınıfın buna karşı verdiği cevap pis bir sırıtış eşliğinde onursuz bir kabul oldu. Batının işçi sınıfı kendi kapitalistinin sömürüsünden verdiği payla semirdi ve aynı zihniyeti paylaşır oldu. Demekki sınıfsal duyarlılık ganimetten pay alana kadarmış(!) bu durumun çok güzel örneğini ingiliz işçi partisinin bugun geldiği duruma bakarak anlayabilirsiniz. Siz ingiltere nin Irak taki katliamlarına itiraz eden bir ingiliz işçi sınıfı gördünüz mü ortalıkta?

Diyalektik, tıpkı din gibi, olayları açıklamak için etkili bir silahtır; ama tüm silahlar gibi çaresiz ve anlamsız kaldığı yerlerde vardır. İşte senin yukarda ana hatlarıyla bahsettiğin meşhur "köle-efendi diyalektiği" böyle garip bir işbirliğiyle çoğu zaman anlamını yitiriverir. Diyalektik yaklaşım, kurbanın aynı zamanda zalim olabileceğini hesaba katmaz bile; ama gerçek çoğu zaman inanılmazdır ve "doğru" bir bukalemun gibi renk değiştirebilir.

Aynı zamanda ezilen sınıfın bunu gönüllü olarak yapabileceği de gözardı edilir. İnsanın psikolojik bir takım korkuları din gibi mekanizmalar üretmesine yol açmıştır ve bu mekanizmalar bir kez ortaya çıktıktan sonra kendini icad edenleri yeniden kurgulayıp şekillendirir. Bu şekillendirmenin sonucunda yeni değer yargıları ve tutumlar ortaya çıkıp mantıksal açılımın doğal gereği olan diyalektiği anlamsız kılabilir. Örneğin ülkemizde ezilen toplumlar normal koşullarda kendilerine sahip çıkan Sol söyleme eğilim göstermeleri gerekirken diyalektiğin ağzını bir karış açmasına ve tasını tarağını toplayıp bambaşka diyarlara göç etmesine vesile olacak şekilde sağ partilerle kuzu sarması olabilmiştir ve sanıyorum uzun bir süre daha olmayada devam edecektir. .[/size]..

Diyalektiğe skolâstik bir bakış fırlatınca, oradan öyle görünüyoo! ;) Diyalektiğin en önemli unsurlarından biri; zaman ve mekân boyutudur. Bunu göz ardı ettiğinde her şey allak- bullak olur! Toplumsal olayları bir laboratuarda deney yapıyor gibi değerlendirmek, 150 yıl öncesiyle şimdiyi, arada hiç bir şey olmamışçasına karşılaştırmak, emperyalizmin en güçlü olduğu, "kaleleri" diyebileceğimiz ülkelerle, Türkiye'nin orijinalitesini hesaba katmadan "bu niye böyle olmuyor?" diye sorup, işin içinden çıkamamak diyalektiğin yapacağı ve yaptığı iş değildir!

Olaylar karşısında; ağzı açık kalan, başka diyarlara göç eden, diyalektik yaklaşım değil "diyalektiği biliyorum" sananlardır. :p




Teşekkürler saros1 :wink:
 
2. dünya savaşından sonra türkiye de degişimin görülmeye başlaması bagımlı oldugumuz devletlerden bir süreliginede olsa kurtulmamızdan kaynaklanıyor ve insanların degişime gereksinim duymasından kaynaklanıyor.bir degişim olması gerekiyorsa ilk önce bir şeylere ihtiyaç duyulması gerekiyor.insanlar yeni birşey buluyorlarsa birşeyleri degiştirmek gerekiyorsa ihtiyaç dogrultusunda degiştirliyor.solun ezilen toplumlara geleceklerinde rahat ve huzurlu bir şekilde yaşama teorisi ortaya atması ve bununda ezilen toplumun kabul etmemesinin en büyük etkeni DİN konusudur.
insanların din ile sabitleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor.


2. dünya savaşında emperyalist devletlerin yıklıması.ve ayakta kalan türkiye olmasına karşılık neden şu anda dünya emperyalizmle yönetilmekte burdan şu anlaşılıyor ki degişim sömürgesiz olmuyor. yeniden emperyalizmin güçlenmesi sömürüye baglı degilmi.
degişimi etkileyen materyalleri sömürge ile yorumlamış olmuyormu.
 
Baben ben büyük sözü dinlerim. Öyle diyorsan öyledir.

Saros dile getirdiklerine postfordizm deniyor şimdilerde. güzel değinmişsin .Bir de bağlasaydın ya dost:)
 
:oops: Rica ve teşekkür ederim Pegasus.. :oops: Başta sen ve COMANDANTE olmak üzere, diğer arkadaşlarımın da sayesinde, günlerdir, deyim yerindeyse "beyin fırtınası" yaşıyorum. Severim ben beyin fırtınalarını. ;)

COMANDANTE' Alıntı:
[size=4]1. dünya savaşından sonra türkiye de degişimin görülmeye başlaması bagımlı oldugumuz devletlerden bir süreliginede olsa kurtulmamızdan kaynaklanıyor ve insanların degişime gereksinim duymasından kaynaklanıyor.bir degişim olması gerekiyorsa ilk önce bir şeylere ihtiyaç duyulması gerekiyor.insanlar yeni birşey buluyorlarsa birşeyleri degiştirmek gerekiyorsa ihtiyaç dogrultusunda degiştirliyor.solun ezilen toplumlara geleceklerinde rahat ve huzurlu bir şekilde yaşama teorisi ortaya atması ve bununda ezilen toplumun kabul etmemesinin en büyük etkeni DİN konusudur.
insanların din ile sabitleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor.

1. dünya savaşında emperyalist devletlerin yıklıması.ve ayakta kalan türkiye olmasına karşılık neden şu anda dünya emperyalizmle yönetilmekte burdan şu anlaşılıyor ki degişim sömürgesiz olmuyor. yeniden emperyalizmin güçlenmesi sömürüye baglı degilmi.
degişimi etkileyen materyalleri sömürge ile yorumlamış olmuyormu.[/size]

Böyle bir yaklaşımla gidersek işin içinden çıkamayız! ;) Her alanda "değişim"i meydana getiren; zıtların birliği ya da çatışmasıdır. Sınıflı toplumda, sosyo-politik alanda değişim, sınıflar arası çatışmadan doğmaktadır. 7000 yıldır sömürenin ve sömürülenin var olduğundan "DEĞİŞİM III"te söz etmiştim. Yukarıda da: "Gün gelecek, insanlar arası çelişkilerin yaşanması bitecek, tekrar insan-doğa çatışmasına dönülecektir." dedim..

"insanların degişime gereksinim duymasından" gibi bir çıkarsama eksik kalmaktadır. Peşinden "neden insanlar değişime gereksinim duyarlar?" sorusu gelir.. ;)

Din, sadece bir üstyapı kurumudur. Bin yıllardır, sömürenlerin bu kurumu işlerine geldiği gibi kullanmalarından, daha doğrusu dini de sömürmelerinden dolayı bu hale gelinmiştir.

"Emperyalist devletlerin yıkılması" örneğini daha önceki: "Hep sömürenler ayakta kalmış" savına karşılık vermiştim. Aradan geçen zaman içerisinde "yıkılan"ın "ayağa kalkamayacağı", "ayakta kalan"ın "yıkılmayacağı" anlamına gelmez bu!
 
Bizzat diyalektik söylemin kendisi evrenin karşıtların birliği yani karşıtların varoluşuyla şekillendiğini söylüyorken ne olacakta bu karşıtlıklar sona erip sınıfsız yani karşıtsız toplum oluşacak? Sosyalizm buna "üretim ilişkilerini düzenlemek" şeklinde cevap veriyor. Bunun içinde üretim mekanizmalarını devlet elinde topluyor. Yani sınıfsız toplum olarak dillendirilen bir bir toplum modelinin olabileceği önkabülüne yönelik bir yöntem öneriyor. Ve bu yöntem uygulanmaya başlar başlamaz derin bir hastalığı olduğu ortaya çıkıyor. Kapitalizmdeki "mülkiyetin eşit dağılımı" sorununun yerini sosyalist toplumda erki elinde bulunduran ve devlet içinde baş gösteren bürokratlar sınıfının sahip olduğu insiyatif erki "gücün eşit dağılımı" sorununu ortaya çıkardı. Batıda parayla güçlenen kapitalistlerin yerini belkide daha tehlikeli bir şekilde güçlenen bürokratlar sınıfı aldı. Yani sınıfsız toplum idealine yönelik uygulama denemelerinde beklenmeyen bir hastalık çıkıverdi ortaya. Bu duruma yönelik savunular dillendirilebilir. Bunları okuyoruz , dinliyoruz sürekli. Önemli olan kuramsal bazda bir takım fikirler ortaya atmak değil; uygulamada karşılığını bulabilmektir.

Örnek verelim. Marks öncesi ütopist sosyalistlerden kabul edilen Robert Oven in "New Harmony" denemesini ele alalım. Owen katıksız bir romantik sosyalistti. Köle efendi diyalektiğine aykırı gelen bir patrondu. İşçilerin hayatının düzeltilmesine yönelik projeler geliştirdi. Bu duzende çalışan işçilerin çocuklarının bakılacagı bölümler bile düşünüldü. İşçilerine yeni bir ücret sistemi getirdiği özel çiftlikler kurdu. Bütün bunlar İngilterede ve Dünya da bir ilkti. Bu sistemde işçiler çalıştıkları ve ürettikleri kadar kazanacaktı. İşe yaradı ve üretim arttı. Owen çok mutluydu. Yavaş yavaş hayalindeki topluma doğru yol alıyordu. Artık ikinci adıma geçebilecegine karar verip üretimi kollektifleştirdi. Herkes üretimini ortak kasaya koyacak ve kollektif bir mulkiyet oluşacaktı. İnsanlar bu kollektif mülkiyetten ihtiyaöçları oranında alıp çalıştıklarını bu ortak kasaya koyacaktı. Herşey altüst oldu. Üretim düştü. İşçiler başkalarının çalışması beklentiasiyle kaytardılar ve kısa sürede buyuk bir iflas başgösterdi.
Owen in New Harmony si sosyalist söyleme ağır bir darbe vurdu. Daha sonraları Fransada birde Çartizm hareketi oluştu. Bu harekette benzeri bir hayalkırıklıgına ugradı.

Sosyalizmin insanın öz varolusunu gerçekleştirmesine yönelik imkanları yaratacagı iddiasıyla(Ki bu ideale hayranım) ortaya koydugu çözümler örtüşmedi. İnsanlık bu üstün hayale uygun dokulara sahip oldugunu gösteremedi. Demokrasi ya da sosyalizm adı altında uygulanan ve uygulanmaya devam eden tüm isstemler özünde sömürüye dayandırıldı. Söylemler kağıt üzerinde kalmış ütopyalar olarak hayalperest insanların rüyalarında ve umutsuz bakışlarında yitip gittiler.

Diyalektik ise determinist bir eğilimle neden sonuç ilişkisini belli bir maddi temele dayandırmakta ısrar ederken araya giren insan mevhumu bu maddi temellerin arasına maddi olmayan ve psikolojik süreçlerinden kaynaklanan bir takım korku ve kaygılarını koyarak bizzat diyalektiğin özüne aykırı eyler. Diyalektik bu nedenle sadece maddi süreçlerin bir yansıması olduğu hasebiyle gerçeği karşılamakta topal kalır. (Oysa valla ben de kalmamaısnı isterdim;)
 
Bakıyorum, Aristo'nun dayanılmaz mantığı ile diyalektiği yargısız infaz etmeye devam ediyorsun, Sevgili Pegasus! :D Bir "savunma" bile istemeden sakat bırakmışsın. ;)


Pegasus' Alıntı:
ne olacakta bu karşıtlıklar sona erip sınıfsız yani karşıtsız toplum oluşacak?

"Sınıfsız toplum"; "karşıtsız" toplum değildir! Kadın-erkek karşıtlığı her zaman olacaktır. Onu saymam, dersen; yukarıda sözünü ettiğim; insan-doğa karşıtlığı verelim ;)


Bu günden yarına olacak iş değildir bunlar.. Tersini düşünenler; ya senin dediğin gibi, " rüyalarında ve umutsuz bakışlarında" ve de rahmetli Cem Karaca gibi "ben görmedim, oğlum oğlum sen görürsün" türküsünü söyleyerek dövünürler. Önemli olan; Değişim 1'de simgelediğim kartopunun, "doğru yolunu, yordamını" bulmasıdır!


Kuramın uygulayıcılarının hatalı olması, "kuramın" yanlışlığı demek değildir! Hatanın "eleştiri-özeleştiri-ikna" yöntemiyle çözüme kavuşturulması gerekirken bu yapılmamıştır!


Pegasus' Alıntı:
Demokrasi ya da sosyalizm adı altında uygulanan ve uygulanmaya devam eden tüm sistemler özünde sömürüye dayandırıldı.

Yapma be Pega.. Küba'da 40 yıldır sapına kadar "Sosyalizm" var! Orada da mı sömürü varmış yani? Zaten yeterince anti-sosyalist kuramcı var.. Görevlerini –kendilerince- başarıyla yerine getiriyorlar. Bir de seni görmeyelim onların arasında..


"Diyalektiğe göre bunun böyle olması gerekir, ama olmamıştır, haa o zaman diyalektik sakattır" gibi bir çıkarım ancak skolâstik yargılamayla yapılır ve ben buna sadece gülerim. :lol:
Çünkü; yukarıda da sözünü ettiğim "zaman-mekan" boyutu, hiç hesaba katılmadan bu yargılama yapılıyor ve elbette ki yanlış sonuçlarca varılıyor. ;)
 
:) Baben ne güzel değil mi, ben kafamdaki soru işaretlerini paylaşıyorum sen de ısrarla düşünceni savunuyorsun.

Kadın erkek karşıt değil sadece farklıdırlar. Yani bir bütünün farklı iki yarısıdırlar. Sınıf konusu çok daha ayrı bir mesele öyle kadın erkek farklarını aşan onlarında içinde oldukları bir büyük zıtlık durumu...İnsan doğa ilişkisi bir zıtlık üzerine mi kurulu? Bence hayır ama bu çok uzun bir konu...

Küba da sosyalizm mi vardı? Ah be abicim. Belki sana söylemiyolar ; ama Küba dünyanın çok afedersin genelevi olmus durumda. Fuhuş gelirleri olmasa bu ülke açlıktan kırılır. Maalesef babaları kapitalistleri kovarken kızlarının amerikan zenginlerine kendilerini satacaklarını bilmiyorlardı. Bu konuda çok üzgünüm ama küba yı eski sosyalist Ütopyalara konu olan adalardan birisi sanmamak lazım. Kübada su an devrimin öncüleri bile acıkça mevcuytdurumu eleştiriyorlar. Düşünce özgürlüğü olsa ortaya neler çıkacagını kübalı bir kadın devrim önderi anlatıyordu gecenlerde. Bu kadın devrimde en ön saflarda olan ve halkın gözünde efsane olmuş bir kahramanmış. Diyorduki "Kaçmayacagım. Burada kalıp eleştirmeye devam edecegim. Kaçıp gitmemi çok istiyorlar çünkü o zaman beni kolaylıkla hain ilan edecekler. Oysa herkes biliyorki ben sadece doğrunun peşindeyim ve işin doğrusu burada olanlar asla sosyalizm değil..." Keşke başarabilselerdi. İnan bunu senden çok isterdim. Benim eleştirilerim üzüntümden kaynaklanıyor, düşmanlıktan değil. Keşke insanlık büyük hayallere layık olabildiğini gösterebilseydi; ama ben insanlara yönelik değerlendirmelerde Roussau yu değil Hobbes u daha gerçekçi buluyorum.

Neyse ben bu konuda aslında seni üzmeyeceğime söz vermiştim ama nedense o gun unutmus ve yazmısım yine bişeyler. Ha bir de benim söylediklerimin çoğu bizzat sosyalist dünyada sıkça dile getirilmiş soru işaretleridir. Sakın bunları öyle kapitalist propagandası sanma lütfen. Son zamanlarda anarşistleri okuyorum. Proudon, Steiner ekolunden tut da rus Bakunin, Kropotkin, Naçayev e kadar. Birde bunların sosyalizm için dediklerini yazsam sen Kesin Konyadan İstanbula sefere çıkarsın:D

Neyse abicim takma kafana üzmeyecem seni. Ya bu konuda şöyle oturup sayfalarca şey yazmak vardı ya sana eziyet etmicem korkma:)

Sevgiyle

Not: Mücadeleye devam...:)
 
Aslında ikimiz de benzer şeyler yapıyoruz. Sen soru işaretlerini paylaşıyorsun, ben de düşüncelerimi. ;)


Evet.. Bir anlamda öyle.. "Bir elmanın iki yarısı" deriz. Ancak, "tez-antitez-sentez" denklemine en basit örnek, "kadın-erkek-çocuk" örneğidir..
Konu uzunsa hiç girmeyelim.. Çıkamayız ;) Yalnız, "sınıflı toplum" öncesi (Şu ünlü 7000 yıl öncesinden de öncesi) insanlar arası zıtlıklar neydi acaba? Ona bir cevap alayım. ;)


Aman Pega, bunu senden beklemezdim..;) Sen ve ben doğmadan, uzuuuun, çok uzun yıllar önce bile, egemen sınıfların işlerine gelmeyen konularda "dezenformasyon" denilen "yanıltma haber" dağıtma işlemini çok çok iyi başardıklarını çok iyi biliyoruz. Bu dezenformasyonun da en etkili yöntemi; "belden aşağı" vurmaktır. Özellikle, bizim gibi ülkelerin abaza gençliği, bu tür haberleri ağzı kulaklarında dinlerler ve haber kaynağını, artısını, eksisini araştırmadan anında inanıverirler. Eğer ki, bu haber, dezenformasyon olmasaydı bırak ülkemizin burjuva basınını, tüm batı basın yayın organlarının aylarca sürecek tek gündem maddesi olurdu. Çünkü onların yıllardır arayıp bulamadıkları konudur bu..


Valla ağzı olan konuşmuş, eli kalem tutan da bişeyler yazmış kafasına göre ;) Sen sosyalist literatürde "burjuva sosyalisti" diye bir kavram duymadın galiba. ;)


Not: Elbette.. :)
 
İşin çok felsefik yanına kaçmadan kendi düşüncelerimi özetleyeyim mi?

Eğer burada takip etmeye çalıştığım ancak bir türlü rayına oturmadığını gördüğüm konulara bende dalarsam var yaaaaaa, ah sevgili baben asıl değişim nasıl olurmuş en iyi örneğini buradan izleyebiliriz?

Kafama takılanlar var yazılarla ilgili olarak, önce şu kafamdakileri açıklayayım;

Bir konuda haklısın dostum, gerçekten Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı verilmiş bir savaştır. Bu savaşın sonunda biz emperyalist devletlere karşı bir zafer kazanmışısz. Bu doğru. Tarihteki ilk bu denli büyük bir galibiyettir.

Ancak bir şey var, sakın ortalığı bulandırmaya çalıştığımı sanmayın, emperyalizme karşı bir savaş kazanılmışmıdır acaba? Emperyalist ülkelere karşı bir savaş kazanılmış ama geçici bir süre için....

Ve biz, şimdi neden ve niçinlere de girmeyeyim, herşeyden önce bu savaşta en büyük yenilgiyi henüz savaş bitmeden Lozan da alırken bugünlerin hazırlayıcılarıydık ta..

Evet o dönemim emperyalist ülkeleri bir yenilgi almış olsalar bile aslında gelecek için yine emperyalist bir yatırım yaparak Lozan da istediklerini almışlardır.

Bizim savaş esnasında gösterdiğimiz olaganüstü başarının sosyolojik ve psikolojik nedenleri uzun uzun konuşulabilir.

Gerçek anlamda emperyalizme karşı bir zafer kazanılmış olsaydı tarihte 10 yıl yada 20 yıl yada 50 çok kısa sürelerdir, ki çok daha kısa bir sürede elde ettiğimizi, meydandaki savaşın kazancını, çoktan masalarda ve hemen hemen her yerde geri vermedik mi?

Öyleyse bugün itibariyle baktığımızda son derece onurlu bir savaşın arkasından kazanılan bir galibiyet tekrar emperyalist güçlerinin eline geçmiştir dediğimizde, bilinen bir çok kavramı doğrulayan bir yol çizmekteyiz.

Yanılıyorsam beni öldürün!!!! :D

Kübaya gelince valla bu konuda pegasus son derece haklı... Fuhuşun en güzel yapıldığı, çocuk fahişelerden geçilmeyen bir yerdir bugün Küba.

Ama ben yinede paramı biriktirdiğimde oraya gidip bir havana purosu içmeyi düşünüyorum, che nin şarkısı ve fotoğrafı göğsümde olarak....

Bir yerlerde bir hata var arkadaşlar.

Tomas Moure un Utopyasını okumayan yoktur herhalde. Valla bu adamı çok severim. Marks tan çok önceleri sosyalizmin tüm ayrıntılarını bir romanda toplayabilmiş ve bu uğurda kelleyi feda etmekten kaçınmamış bir vatandaştır.

Utopya kelimesi ta onun zamandan beri gerçek anlamda gerçekleşmesi olanaksız hayal olarak kullanılmıyor mu zaten?

Geçici zaferlerle kör olmayalım. Açıkcası ben bunu üniversitede söylediğimde başıma gelenleri biliyorum burda da gelirmi acaba? :D

Değişime tekrar dönermisiniz bilmem?

Ama herşey olması gerektiği gibi yaşanmaya devam ediyor...

Değişimin bu anlamda elle tutulan ve gözle görülen tarafları olduğu gibi , farkına varılmayan anları da oluyor. Ama bu farkına varmamak değişmeyecek anlamında ele alınmamalı. Ben de değişimin mutlak olduğuna inananlardanım. Hiç bir şey dün gibi değildir ve yarın da bugün gibi olmayacaktır.
 
Ben de, bazı konularda sana katılmıyorum, Sevgili andante.. Hadi bakalım.. ;)

andante' Alıntı:
...
Ve biz, şimdi neden ve niçinlere de girmeyeyim, herşeyden önce bu savaşta en büyük yenilgiyi henüz savaş bitmeden Lozan da alırken bugünlerin hazırlayıcılarıydık ta..

Evet o dönemim emperyalist ülkeleri bir yenilgi almış olsalar bile aslında gelecek için yine emperyalist bir yatırım yaparak Lozan da istediklerini almışlardır.

Lozan kayıp mıdır? Neyden neyin kaybıdır? Lozan kayıpsa Sevr nedir? Sevr'e – (eksi), Lozan'a 0 (sıfır) dersek – (eksi)den 0 (sıfır)a gidilirken elimizdekileri kayıp mı ederiz? Öyleyse matematiği yanlış öğretmişler bana! ;)
Zaten bu konuyu bir mantık hatasını düzeltmek için açmıştım. Asıl konumuzla sadece dolaylı olarak ilgisi var..

andante' Alıntı:
...
Kübaya gelince valla bu konuda pegasus son derece haklı... Fuhuşun en güzel yapıldığı, çocuk fahişelerden geçilmeyen bir yerdir bugün Küba.

Daha dün Küba'dan gelmiş gibi, orayı heyecanlı heyecanlı anlatmak nasıl oluyor, anlayamıyorum. :evil:

"Hacı komünist" ;) şöyle demiş:

Bence o, 'son derece haklı' ;) En azından gitmiş, görmüş adam..

[size=6]Beyoğlu'ndaki fuhuş ve sefalet Küba'da yok[/size]

[size=4] Ferhan Şensoy, başrolü üstlendiği 'Şans Kapıyı Kırınca' filminin çekimleri boyunca bulunduğu Küba'dan bir kitapla döndü. Küba izlenimlerini mizahi bir üslupla aktardığı 'Hacı Komünist' adlı kitabını önceki gün Taksim'deki Şarabi adlı restoranda düzenlenen bir davetle tanıtan oyuncu, o ülke ile ilgili ilginç yorumlarda bulundu.

Küba hakkında ABD'nin yaydığı genel bir kanı var. Küba'da sefalet, fuhuş, açlık var deniyor. Bütün bunlar Beyoğlu'ndakinden fazla değil. Hatta Beyoğlu'ndaki fuhuş ve sefalet orada yok. Ben Beyoğlu'nda yaşıyorum. Gece evime giderken, bankamatiklerde yatan insanları görüyorum. Bir de Küba'nın IMF'ye bir dolar borcu yok. Benim torunlarım borç ödeyecek, Küba'nın kimseye borcu yok. Müslüman kardeşimiz Mekke'ye gidince nasıl hacı oluyorsa, ben de dünyanın son komünist ülkesine gidince hacı komünist oldum...'


Kaynak
[/size]
 
:) Kübaya hacca gidebilen biri bu konuda ancak bizim Erbakan hocanın başörtüsü konusunda olduğu kadar objektif olabilir. :)

Baben bu arada biz Andante ile bu yaz Küba ya gitmeyi düşünüyoruz. İstersen sende gelip hac farizeni yerine getir. Ne dersin? :D Duyduğuma göre bu yılki hac organizasyonunda amerikan konsolosluğu taşlanacakmış.

:twisted:

Bu arada kendi dönemi ve koşulları içinde Lozan asla bir yenilgi değildir. Sadece Lozan ın Dünyadaki yansımalarını düşünmek bunu anlamaya yeter. Bugün Çin ilkokullarında okutulan ders kitaplarının giriş sayfasında dört kişinin fotografı vardır. Bunlardan birisi de Atatürk tür. Atatürk ü putlaştırmadan en azından hakettiği değeri ona verebilmek için Lozanı hor göremeyiz. Lozan bir Zaferdir. Sadece bu ülkenin değil bağımsızlığın artık mümkün olduğunu gören Çin, Hindistan ve diğer esaret altında milli kurtuluş için Türk kurtuluş savaşından feyz alan bütün üçüncü dünya ülkeleri için.
 
Karşı taraf "yargısız infaz" yaparken, bizim "objektiflik testi" uygulayacak halimiz yok.. :evil: Ne bulursak onunla idare ediyoruz..

Valla çok isterdim istemesine de, iki yıldır evin dışına dahi çıkmışlığım yok.. Ancak sanal alemde gidebilirim oralara.. Giderseniz Fidel Amcama selamlarımı iletmeyi unutmayın.. Aman dikkat edin.. Taşlama sırasında izdiham falan olmasın.. :twisted:

Lozan için teşekkürler ;)
 
Sayın Baben
Küba gerçeği için böyle demeniz tufaf doğrusu :D
Biz kübayı bir dini bir kitap olarak değil sadece bir örnek olarak gösteriyoruz.
Değişim eğer iyi ise o zaman kabul edilebilinir ama yeni dünya düzeni gibi globalleşme ise iyimidir?
Kısaca ideolojilere saldırma yerine onları değerlendirme yapılmalı.
Saygılar.
 
Elbette, Sevgili Barış,

Biz işin gırgırındayız biraz.. İki ay kadar önce Pegasus bir noktalı virgül koymuştu, tartışmalarımıza: http://www.engelliler.biz/forum/viewtopic.php?p=103637#103637
"Yeni dünya düzeni" denilen hilkat garibesi, doğarken ölmüştü..
Şimdi onun artıklarını temizlerken sancı veriyor biraz.. Bütün dünya o sancıyı yaşıyor maalesef.. :(

En başta söyledim zaten:
Charles Darwin, "En güçlü ya da en akıllı değil, değişime en iyi uyan ayakta kalır." demiş.
Bu aynı zamanda "doğal ayıklanma"nın da bir tanımıdır. Globalleşme, ayakta kalamıyorsa, hakkında yorum yapmaya bile gerek yoktur zaten.. :wink:

Ayrıca, görüşlerin ile aramıza katıldığın için teşekkür ederim.. :oops:
 
Üst Alt