Yontma Taş Devri’nden bu yana insanlık şehirler kurdu, yollar yaptı, teknolojiler geliştirdi. Ama bu yolların çoğu hâlâ bize benzeyen insanlar için değil, idealize edilmiş “sağlıklı birey” tanımına göre inşa ediliyor.
Aslında mesele bu kadar net:
Biz “engelli” değiliz, “engellenenleriz.”
Ben Aykan. 1983 yılında Çorum’un Osmancık ilçesinde doğdum. Küçük yaşlarda karşılaştığım Spinoserebellar Ataksi (SCA) isimli, nadir görülen bir nörolojik rahatsızlık nedeniyle dengemle ve konuşma hızımla vedalaşmak zorunda kaldım.
Yavaş konuşuyorum.
Dengesiz yürüyorum.
Ve hal böyle olunca sokakta beni ilk kez gören biri genelde şöyle düşünür:
“Herhalde geceyi biraz fazla uzattı.”
Aslında bu çok sık yaşadığım bir durum.
Öyle ki, çoğu zaman hiç içmeden sarhoş sanılıyorum.
İşin tuhafı şu: Gerçekten içmiş olsam belki kimse anlamayacak.
Ama ben yıllardır bir açıklama yapma refleksiyle yaşıyorum.
Toplumun engelliliğe dair bakışı genelde iki uçta gezinir:
Ama ben ne kahramanım, ne kurban.
Sadece yaşamın içinde eşit yer tutmak isteyen biriyim.
Tıpkı herkes gibi.
Benim için dönüm noktası olan şey, çok küçük yaşta tanıştığım bir bilgisayardı.
O ekranın arkasında keşfettiğim dünya; beni yalnızca dış dünyaya değil, kendi potansiyelime de bağladı.
Bu merak beni bilişim sistemleri alanında eğitim almaya yöneltti, ardından da Türkiye'nin ve dünyanın önemli teknoloji şirketlerine taşıdı.
Ziraat Bankası, BP, SOCAR gibi global firmalarda çalıştım. Hatta bir hata yapılsa milyar dolarlık tesislerin durabileceği rafineri projelerinde görev aldım.
Ve bunu yürürken sendeleyen, konuşurken duraklayan bir bedenle yaptım.
Sıradışı olan buydu.
Ama bunu sıra dışı yapan ben değilim — asıl mesele, bu bedende sıradan bir hayat yaşamanın hâlâ toplumsal anlamda “istisna” sayılması.
Bu yazıda toplumun engelliliğe dair algısını, kendi deneyimlerimle, gözlemlerimle ve biraz da isyanımla anlatmak istiyorum.
Çünkü sorun ne bedenimizde, ne zihnimizde.
Sorun, bizi tanımayan sistemin, bizim için kararlar vermeye çalışmasında.
Engellilik dendi mi toplumun aklı hemen iki yere kayıyor:
Arası yok.
Sana “normal” davranan çıkarsa hemen kucaklayıp çerçeveletesin geliyor.
Oysa ben sabah uyanınca önce kahvemi içerim, sonra işe başlarım.
Duygusal iniş çıkışlarım yok, gün içinde genelde insani sıkıcılık düzeyinde çalışırım.
Ama bir yandan da yavaş konuşan, dengesiz yürüyen biriyim.
Yani dışardan bana bakan, içmediğim halde “kafası güzel” zanneder.
Eh, sistem de bu “görsel izlenimi” gerçek sanınca eğlence başlar.
Bir gün konuşmamdan dolayı biri bana “eşcinsel misin?” diye sormuştu.
“Hayır, nörolojik olarak sarhoş gibiyim ama gay değilim” dedim.
Konu hemen kapandı ama kafamdaki düşünce hep kaldı:
Toplum, anlamadığı her şeyi kategorize etmeye çalışıyor.
Ve bu kategori ya:
Engelliler, eşcinseller, travestiler…
Farklı nedenlerle ama aynı nedenden dışlanıyoruz:
Toplum, sadece kendine benzeyeni ‘insan gibi’ kabul ediyor.
Peki biz ne yapacağız?
Var olmaya, anlatmaya, gülmeye ve üretmeye devam edeceğiz.
Ama önce toplumun şunu anlaması gerekiyor:
Biz kimsenin kahramanı değiliz, kimseden eksik de değiliz.
Bizi zorlayan engel; kaldırımın yüksekliği, mimarinin merdiveni, önyargının dili.
Ve belki de en zoru:
“Normal” sayılmanın bile hâlâ bir ayrıcalık olduğu bu sistemin kendisi.
İşte bu yüzden “engelli” değiliz, “engellenenleriz.”
Ve bu engelleri koyanlar biz değiliz.
Ama kaldırmak için birlikte konuşmamız şart.
Aslında mesele bu kadar net:
Biz “engelli” değiliz, “engellenenleriz.”
Ben Aykan. 1983 yılında Çorum’un Osmancık ilçesinde doğdum. Küçük yaşlarda karşılaştığım Spinoserebellar Ataksi (SCA) isimli, nadir görülen bir nörolojik rahatsızlık nedeniyle dengemle ve konuşma hızımla vedalaşmak zorunda kaldım.
Yavaş konuşuyorum.
Dengesiz yürüyorum.
Ve hal böyle olunca sokakta beni ilk kez gören biri genelde şöyle düşünür:
“Herhalde geceyi biraz fazla uzattı.”
Aslında bu çok sık yaşadığım bir durum.
Öyle ki, çoğu zaman hiç içmeden sarhoş sanılıyorum.
İşin tuhafı şu: Gerçekten içmiş olsam belki kimse anlamayacak.
Ama ben yıllardır bir açıklama yapma refleksiyle yaşıyorum.
Toplumun engelliliğe dair bakışı genelde iki uçta gezinir:
- Ya acınacak, yardıma muhtaç biri sanılırsınız,
- Ya da sıradan bir başarı gösterdiğinizde “mucize insan” ilan edilirsiniz.
Ama ben ne kahramanım, ne kurban.
Sadece yaşamın içinde eşit yer tutmak isteyen biriyim.
Tıpkı herkes gibi.
Benim için dönüm noktası olan şey, çok küçük yaşta tanıştığım bir bilgisayardı.
O ekranın arkasında keşfettiğim dünya; beni yalnızca dış dünyaya değil, kendi potansiyelime de bağladı.
Bu merak beni bilişim sistemleri alanında eğitim almaya yöneltti, ardından da Türkiye'nin ve dünyanın önemli teknoloji şirketlerine taşıdı.
Ziraat Bankası, BP, SOCAR gibi global firmalarda çalıştım. Hatta bir hata yapılsa milyar dolarlık tesislerin durabileceği rafineri projelerinde görev aldım.
Ve bunu yürürken sendeleyen, konuşurken duraklayan bir bedenle yaptım.
Sıradışı olan buydu.
Ama bunu sıra dışı yapan ben değilim — asıl mesele, bu bedende sıradan bir hayat yaşamanın hâlâ toplumsal anlamda “istisna” sayılması.
Bu yazıda toplumun engelliliğe dair algısını, kendi deneyimlerimle, gözlemlerimle ve biraz da isyanımla anlatmak istiyorum.
Çünkü sorun ne bedenimizde, ne zihnimizde.
Sorun, bizi tanımayan sistemin, bizim için kararlar vermeye çalışmasında.
Engellilik dendi mi toplumun aklı hemen iki yere kayıyor:
- Ya sana acıyacaklar…
- Ya da “helal olsun abi, nasıl da tutunmuş hayata!” diyecekler.
Arası yok.
Sana “normal” davranan çıkarsa hemen kucaklayıp çerçeveletesin geliyor.
Oysa ben sabah uyanınca önce kahvemi içerim, sonra işe başlarım.
Duygusal iniş çıkışlarım yok, gün içinde genelde insani sıkıcılık düzeyinde çalışırım.
Ama bir yandan da yavaş konuşan, dengesiz yürüyen biriyim.
Yani dışardan bana bakan, içmediğim halde “kafası güzel” zanneder.
Eh, sistem de bu “görsel izlenimi” gerçek sanınca eğlence başlar.
Bir gün konuşmamdan dolayı biri bana “eşcinsel misin?” diye sormuştu.
“Hayır, nörolojik olarak sarhoş gibiyim ama gay değilim” dedim.
Konu hemen kapandı ama kafamdaki düşünce hep kaldı:
Toplum, anlamadığı her şeyi kategorize etmeye çalışıyor.
Ve bu kategori ya:
- “Yardım edilmesi gereken zavallı” oluyor,
- Ya da “marjinal, ötekileştirilmesi gereken” oluyor.
Engelliler, eşcinseller, travestiler…
Farklı nedenlerle ama aynı nedenden dışlanıyoruz:
Toplum, sadece kendine benzeyeni ‘insan gibi’ kabul ediyor.
Peki biz ne yapacağız?
Var olmaya, anlatmaya, gülmeye ve üretmeye devam edeceğiz.
Ama önce toplumun şunu anlaması gerekiyor:
Biz kimsenin kahramanı değiliz, kimseden eksik de değiliz.
Bizi zorlayan engel; kaldırımın yüksekliği, mimarinin merdiveni, önyargının dili.
Ve belki de en zoru:
“Normal” sayılmanın bile hâlâ bir ayrıcalık olduğu bu sistemin kendisi.
İşte bu yüzden “engelli” değiliz, “engellenenleriz.”
Ve bu engelleri koyanlar biz değiliz.
Ama kaldırmak için birlikte konuşmamız şart.
Son düzenleme: