Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Zafer Ekin Karabay

Gothica

Aktif Üye
Üyelik
27 Haz 2005
Konular
87
Mesajlar
2,198
Reaksiyonlar
26
Zafer Ekin Kimdir?

1975 Kayseri doğumlusunuz. Son altı yıldır Ankara'da yaşıyorsunuz ve Hukuk Fakültesi'nde uzun süren öğrenciliğinizi henüz bitirdiniz. Sizi biraz daha tanıyabilir miyiz?

Kayseri'de ticaret lisesini bitirdim. Bunun yanı sıra ortaokul başlarından liseyi bitirene dek bir muhasebe bürosunda çalıştım. Daha sonra Ankara ile birlikte yaşamıma hukuk kapısı açılmış oldu. Ancak kendimi tanımaya ve tanımlamaya başladığım ilk günden beri edebiyatın ve felsefenin içinde yer almaya çalıştım. Böylece yaşamım hukuk ve muhasebenin sunduğu gerçeklik dünyasıyla, edebiyat ve felsefenin beni çektiği kurmaca dünyası arasındaki gerilimde geçti diyebilirim. Kendimi hep bu gerilimde "gerilen" rolünü oynayan beceriksiz bir aktör gibi hissettim. Gerçeklikteki başarısızlığımı kurmacadaki uğraşlarımla örtmek isterken, kurgularımı ve düşlerimi yaşamdaki acının öznelerinden beslemenin sebebi bu olsa gerek.

Gerisi, bir kısmı işportada kazanılmış ve yine bir kısmı son yıllarda yeniden yükselen öğrenci muhalefetine verilmeye çalışılmış küçükburjuva bir yaşam.

Ödüllerin, özellikle yeni imzaların adlarını belirgin kılma çabalarında önemli bir işlevi var. Başka neler söylemek istersiniz ödüller hakkında?

Benim için tüm sanat ödülleri kuramsal olarak önemli. Estetik düzlemde "güzel"e ilişkin bilginin, bilimsel yöntemler kullanılmaksızın nesnelleşmesi gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde "popülist beğeni"nin "güzel"in yerini alması tehlikesiyle karşılaşıyoruz. Eğer bu tür bilginin nesnelleşmesinde bilimsel yöntemler kullanılırsa bu kez pozitivizmin tuzağına düşüyoruz. Çünkü sanatta "güzel"e ilişkin arayış, bilimin nicelik arayışından farklı olarak bir nitelik arayışıdır. Yani insanlara yüz binler satan ucuz bir aşk romanını beğenme hakkı verilmeli, ama asıl "güzel"in, örneğin Kafka'nın romanları olduğu da tespit edilmeli. Böylece "güzel" ile "beğeni" zaman zaman kesişen ayrı kavramlar olarak varlık kazanmalı. Ödüller ise "güzel"in belirlenmesinde kullanılacak yöntemlerden biridir. Ancak buna rağmen ödüllere ilişkin eleştirileri saklı tutmak gerekir. Bence ödül "güzel"in belirlenmesinde kuramsal bir zorunluluktur ama ödülün veriliş tarzı tartışmaya açıktır. O zaman Oscar almış bir filmin "güzel" olmayışı bizi şaşırtmaz. Çünkü o "güzel bir film" olarak değil "iyi bir meta" olarak belirlenmiş olabilir.

Şiirin yanı sıra öykü ve film eleştirileri de yazıyorsunuz. Ayrıca birçok derginin yayınlanmasında katkılarınız olmuş. Edebiyatı bir yaşam biçimi olarak seçtiğinizi söyleyebilir miyiz rahatlıkla...

Edebiyatı bir yaşam biçimi olarak seçmek konusunda düşsel anlamda hiçbir çekincem yok. Bu arzum beni edebiyatın hemen her alanıyla arkadaşlık kurmamı sağladı. Ancak yaşamım da bana ekonomik ve mesleki engeller çıkarmak konusunda çok başarılı. Örneğin şimdi bir hukuk bürosunda çalışıyorum ve kitaplarımla ancak akşam olunca buluşabiliyorum. Bu yüzden gün boyu üzerimde arkadaşlarıyla oynamak istediği için okuldaki derslerinin bitmesini sabırsızlıkla bekleyen yaramaz bir çocuğun telaşını, taşıyorum.

Çıraklığı çoktan geride bırakmış bir şairin elinden çıktığı belli olan şiirlerle katılmışsınız ödüle. Nasıl bir süreç yaşadınız şiirle, hangi kaynaklardan yararlandınız, ustalarınız (yerli-yabancı) kimler oldu?

Uzun zamandır şiir yazıyorum ama bunu duygusal olduğu kadar entelektüel bir etkinlik olarak da algılamam son yıllarıma rastlıyor. Başlangıçta Vaptsarov, Mayakovski, Neruda gibi yabancı ve toplumcu şairlerle bir duygudaşlığım oldu ama son dönemde şiirimi kurarken, yabancı şairlere olmaması gerektiği kadar kapalı olduğumu söylemeliyim. Belki Pavese bunun tek istisnasıdır. O yüzden şiirimi kendi edebiyatımızın birikimiyle kuruyorum.

Yaşama bütünüyle farklı bir yerden bakmamıza rağmen beni şiirle tanıştıran şair Necip Fazıl oldu. Attila İlhan ise ikinci öğretmenimdir. Daha sonra siyasi tercihlerim beni kaba toplumcu diyebileceğim bir kulvara taşıdı. Bundan sonra şiirimde toplumcu özü yitirmeden kaba sıfatından arınmaya çalıştım. Bu arınma sürecinde ise Kemal Özer'e çok borcum var. Yine burada Şükrü Erbaş'ı, Sunay Akın'ı ve Salih Bolat'ı anmak istiyorum. Son dönemde ise özellikle şiirin biçimsel boyutuyla Haydar Ergülen'i kendime yakın hissediyorum. Diğer taraftan "ikinci yeni" ile başlayıp günümüzde de süren şiir anlayışını da yeni kapılar açması anlamında önemsiyor ve severek okuyorum. Çünkü şiire onun aradığı duruluğu ve biçimsel yeniliği verebilmek için şiir birikimini bütünsel olarak alımlamak gerekiyor. Bunun yanı sıra şiirin nesnel bir karşılığının olması ama bu nesnelliğin şairin öznelliğiyle ve özellikle de kullandığı imgelerle kırılarak yansıtılması ve böylece anonim bir duyarlılıktan uzaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden mutlaka bir tanım yapmam gerekirse şiirimi toplumcu-gerçekçi değil belki ama toplumcu-düşçü olarak tanımlayabilirim. Yapmak istediğim, bir yandan toplumculuğu, bir yandan da toplum hiçbir yerinden tutunamama konumunu biçimsel yenilenişin süzgecinden geçirerek şiire taşımaktır diyebilirim.

Şiir dışındaki etkilenme alanımı ise saymak uzun sürebilir, ama Kieslowski'nin filmlerini, Tezer Özlü'nün yazdıklarını ve Pink Floyd'un müziğini anmadan edemem.

"Saklı" adını verdiğiniz 10 şiirlik dosyanız iki bölüm: "Saklandığım" ve "Sakladığım" adlarını taşıyor. Bu gizlilik niye?

Dosyamdaki şiirler uzak okuyucuyu rahatsız etmeyen ancak daha ilgili bir okuyucunun keşfedebileceği bir dulda konumunda. Şiirlerim bu saklılığını bulmak isteyen okuyucuya kendisini geçişli dize, metinlerarasılık çok katmanlılık gibi yollarla sunuyor. Çünkü yazınsal tüm ürünlerin baş anlamlar ürettiği sürece başarılı olduğunu düşünüyor ve yazınsal bir ürünü, kendisini ancak derinlemesine bakan birine ele veren üç boyutlu resimlere benzetiyorum.
Dosyamda da "Saklandığım" adlı bölümde kendi dünyamı, "Sakladığım" adlı bölümde ise yaşamdaki acının öznelerini anlatmaya çalıştım. Bu belki de saklandığım yerden çıkma isteğimdi.

"Apartman boşluğundan dünyaya bakan" bir haliniz var. Acınız "Genç Werther"in acıları. Üstelik, John Lennon trabzana yaslanmış gülümsüyor size.

Nihilizm!.. Peki, tamam. Yine de söyleyecek bir şeyleriniz daha olmalı.

Yaşamda düşleriyle varolmaya çalışanlar, düşlerine yönelik toplu bir saldırıyla karşılaşıyorlar. Yeni düşler ve yeni kırgınlıklar, isyanın yanına her zaman nihilizmi de bırakıyor. Ben de yaşamı herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu bir trajedi olarak algılıyorum ve dışarıdaki dünyada değil belki ama kendime dönünce nihilizmin duvarlarına sıkışıyorum. Böylece yaşamak benim için bir katlanma etkinliğine dönüşüyor. Bunu şiire aktarırken rock gruplarına, sanatçılarına ya da depresif edebiyatın bendeki izleklerine uğramadan edemiyorum.

Bunun yanı sıra şiirlerimde diğer metinlerle ilişki kurarak şiirin ait olduğu metinler dünyasını imliyor, ancak şiirle yaşamı bütünüyle koparmamaya çalışıyorum. Yaşamı en ucundan sorgulayanları, tutunamayanları ya da kendimi anlatırken rock gruplarının yer aldığı imgeleri kullanmam, bu iki kesimin örtüşmesi yüzünden bir bütünlük oluşturuyor kanısındayım.

Günümüz şiirini, özellikle genç şairleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kan bağınız olduğuna inandığınız şairler var mı?

Her şeyden önce iyi bir şiir okuru olmaya çalışıyorum. Yeni şairleri de edebiyatta yer edinme istemlerinden olsa gerek daha sakınımlı ama daha yenilikçi buluyorum. Doğrudan kan bağım olduğunu söyleyemem, ama kalbimi yeni şairlere açık tutuyorum. Hemen aklıma gelenler; Derya Çolpan, Nilay Özer, Zeynep Köylü, Serap Erdoğan, Hakan Savlı, Devrim Dirlikyapan, Tuna Kiremitçi ve Bejan Matur.

Şairin İntiharı

Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor.
"Şuna bir göz at" diye elime tutuşturulmuş bir mektup...
13 Eylül 2002 tarihli... Düzgün bir el yazısıyla yazılmış.
En üstte büyük harflerle "Aslında bütün mesele neydi?" yazıyor:
"Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi..."
İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum.
Sonra merakım yendi korkumu...
Okudum:
***
"Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)
Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi... Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.
Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.
Beni affedin."
***
Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını...
"Şair - yazar - akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti."
Neden peki?
"Aslında bütün mesele neydi?"
"Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur" diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?..
"Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı?
Mağrur bir an mı?"
Hayır!
Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi:
Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi...
Alaattin Topçu’nun deyişiyle "hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini", "N’apalım, dünya böyle" diye geçiştirememesi...
Sokaktaki tevekkülle baş edememesi... Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi...
Ve "kendiyle barışıp" haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi...
Nilgün Marmara da "Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben" deyip gitmedi mi?
***
"Son mektup"un üzerinde bir not var:
"Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim" deyip muzipçe soruyor:
"Nasıl sevineceksem?"
Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde:
"Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?"
Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği... Vahşeti yüreğinde hisseden "yabancı"nın dayanılmaz bozgunu...
"Kaçış değil onlarınki, reddediş", biliyorum.
Ama yine de "Bu reddiyenin başka yolları olmalı" diyorum.
Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan...
Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan...
Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı...
Çünkü Karabay’ın dediği gibi;
"Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi..."
O gemiyi en son şair terk etmeli...
Can Dündar

ARARKEN...

Ezginin kederini dinledim
Daktilonun sesini
Anımsadım düş kırgını seni
Anı yitti
Gece
bıraktı çalar saate sessizliğin
Masaya
kitaplara
Biraz önce giden sesinin yokluğuna
Bir hüzün ele verdi seni
Gözlerinde görünüp yitiveren
Ve özlemini bırakıp gitti
Yastığındaki yüzün
Serinliğinden başka bir şey
giymedim oysa yağmurun
Durdum sokakta
Sakınımlı ve ıslak
Saçların dokundu çıplak omuzlarıma
Anımsadım büyücünün kristal küreye baktığı gibi
Bilyeme bakarken çocukluğumu
Ve beni sakladı gece
Saydam karanlığında duldasının
Üşüdüm seninle ansızın
Penceredeki pusun
Parmak uçlarımı ayırdığı yerde
Kimsem yoktu
Çizgilerinden başka
Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın
Sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım
Ve ararken yakalandım
Kayıp otobüsünde
Kendi resmimi

[ame]http://www.youtube.com/watch?v=U29jL1Jpj50[/ame]
 
KAPI

rezenin sessizliği bozması anımsattı
telvenin fincana çizdiği aşkı

kim gitse kapı aynı sesi çıkarmazdı
dedi, kalbimdeki bekar evi temizliği

hem çıkarsa da kim duyacaktı
bir gıcırtının bekle beni ademesini

Zafer Ekin Karabay
 
TRAFİK

kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin ya da kazası

oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı

karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık

o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin

sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!


Zafer Ekin Karabay
 
ÇİÇEK

ipatya`ya

toprağa değen su dokununca anlatır
elinde kalan mektubu, durula

gözlerini sakındığın yarına
çiçek sandığın kadar açacaktır

sorma mektubun huyu böyle, yoksa
kim benzetir harfleri, toprağa değen suya

ben benzetiyorum işte, bir de elini
dokununca mektubun ruhuma

Zafer Ekin Karabay
 
SU


susardım, bir sözcüğün ıslaklığına
nerede bıraksam dilimi. orada
kirpiklerimde bir suskunluk bulurdu beni
bir susuzluk arardı oysa. kendini
unutulmuş bulan bir susku, kurumuş
bir dudağa değince, çözülecekti su
bu yüzden unutmalı ama bilmiyorum neresinde
susamalı yaşamın ve nasıl susmalı!
 
Üst Alt