O BAKIŞ...
İnsan hayatındaki köklü bir değişim nasıl özümsenir???
Bir çoğumuz buna ‘’değişimin içeriğine bağlıdır’’ diyecektir.
Hayatı fakirlikle boğuşarak geçmiş bir insanı ele alalım.
Piyangodan çıkmış trilyonlar onu mutlu etmeye yeter mi?
Ya da çok zengin bir işadamını düşünelim;
Tüm varlığını kaybedip aniden yoksulluk denen canavarın soluğunu yüzünde hissettiğinde ne yapar acaba?
Köklü değişimlere karşı insan ruhu çok zaman çaresizdir.
Nerde okudum bilmiyorum,’’Bir evden kırk sene yoksullukta zenginlikte çıkmaz’’ diye yazmıştı bir yazar.
Bu söz, alışkanlıkların hayatımızdaki değişimlere kolayca ayak uyduramadığını anlatmak istiyordu. Aniden zengin olan, zevksizliklerini,(Eğer zevksizse) cehaletini (Eğer cahilse) lüks tüketimlerle saklayamaz.
Ve aynı şekilde fakirleşen zengin de lüks alışkanlıklarından taviz veremez kolayca…
Peki ya sağlık?
Hayatını sağlıklı (Genel anlamda) bir şekilde sürdürürken aniden engelliler dünyasına yelken açmak…
Yıllarca sağlıklı bir bedeni tapınılan bir mabet gibi koruyup ardından sakatlığın avuçlarında buluvermek kendini…
Doğası gereği insanın zorlanmadan yapabileceği, üstesinden kolayca gelmesi gereken onca aktiviteyi başaramaz hale gelmek…
İnsan ruhu nasıl kabullenir bu durumu:
Nasıl bir süreç sonunda?
Hangi duygularla?
Nasıl bir anda?
Kazayı geçireli beş ay olmuştu.
Doktorlar ağızlarında yuvarlayıp durdukları acı gerçeği sonunda söylemişlerdi.
Yürüyemeyecektim artık…
Gariptir, bende beklediğim yıkıma yol açmamıştı bu gerçekle karşılaşmak.
Şaşırmıştım…
Gerçi ilk günlerden beri savaşmak, ne olursa olsun mücadele etmek benim postülam olmuştu, ama yine de ruhumun bu durumu böylesine sessizce karşılaması garipti…
Kendime ’’rasyonal’’ bir duruş olarak ifade etmeye çalıştığım bu durumun garipliği ortadaydı.
Garipti çünkü ben aşırı neşeliydim.
Neşeliydim çünkü; ben henüz başıma ne geldiğinin tam farkında değildim…
Aile fertlerim, arkadaşlarım kendimi moralsiz hissetmemem için ne gerekiyorsa yapıyor, başıma gelen durumu tam anlamıyla tartıp gerçeğin soğuğuyla üşümeme izin vermiyorlardı.
O güne kadar…
Kazayı geçirdiğim Çorumda yoğun bakımda geçen iki ayın ardından sevk edildiğim Şişli Etfal Hastanesindeki dördüncü ayımda dolmak üzereydi. Omurgama takılan platin nedeniyle aylar sonra nihayet oturmaya başlamıştım.
Artık tekerlekli sandalyeme oturup dünyalar tatlısı doktorlarla ve diğer hastalarla sohbetler etmek için odamdan çıkabiliyordum.
Bir süre sonra yine sıkılmaya başladım. Bu durumu ziyaretime gelen arkadaşlarımla paylaşmam gizli bir planın yapılmasına yetti.
O gece güzelce giydirilip hastaneden kaçırılacaktım. Planı diğer arkadaşlarımızada haber verecek ve Taksim e gidip eğlenecektik.
Gece nöbetçisi olan doktor ortalıkta görünmüyordu. Hemşirelere başka bir servisteki hastayı ziyaret edeceğimiz şeklindeki yalanı renk vermeden söyledikten sonra yatılı okuldan gizlice kaçan çocukların ruh haliyle sıvışıverdik.
Aylardan sonra Taksimdeyim…
İlk gençliğimin unutulmaz yerleri arasına giren bu semt tüm ülkenin olduğu gibi benim içinde çok derin anlamlar ifade ediyordu. Taksimin özelliği orada her türden insan tipini görebilmenizdir. Hırlısı hırsızı, Efendisi puştu, aylağı işadamı, namuslusu orospusu, delikanlısı homoseksüeli, aydını cahili, köylüsü kentlisi, batılısı doğulusu, yerlisi yabancısı……
Bunca çeşit arasında adımlarınızın şaşkın kalmamasını seversiniz…
Ben tekerlekli sandalyeme oturmuş, arkamdan iten arkadaşlarımın sözlerine kafa sallıyor, bir yandan da gelip geçenlerin yüzlerine bakıyorum…
İnsanların ruhunda -bu yeni halimle- yaratacağım izlenimi yüzlerinde arıyorum sanki…
İnsanlar ise İstiklal caddesinin o bildik umursamazlığıyla sessizce akıp gidiyor yanı başımdan
‘’Türkü dinleyelim’’ diyorum arkadaşlara.
Eskiden sık sık gittiğim ‘’Sıla cafe’’ üst katlarda olduğu için uygun değil. Rota giriş kattaki ‘’Munzur cafe’’. İçerde kesif bir sigara dumanı eşliğinde İstanbul un varoşlarından kopup gelmiş bezgin insanlar.
Dinledikleri müzikle ‘’çok mutluymuşlar’’ oyunu oynuyorlar.
Birkaç metrekarelik, küçücük, derme çatma bir sahnede elindeki sazıyla kalabalığı coşturmaya çalışan bir genç türkü söylüyor. Sesi güzel.
İstek parçaları çalıyor. Genelde eski tüfek sol parçalar.
Arada bir yükselen havayla insanlar türkülere eşlik ediyorlar.
Coşkunluklarında bile sezilen yenilmişliklerinin farkında gibiler.
Bende arkadaşlarımla sevdiğim parçalara eşlik etmeye çalışıyorum.
Bu arada arkadaşlarımın tüm itirazlarıma rağmen önüme koydukları birayı bitirmeye çalışıyorum (Oldum olası içkiyi sevmem)
Bir istek parçada ben istiyorum.
Torpil geçiliyor bana, sıraya sokmadan hemen çalınıyor;
Değmen benim gamlı yaslı gönlüme,
Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım...
Program on ikiye doğru bitiyor ve biz çıkıyoruz.
Dışarıda hafif bir rüzgar esiyor. Temiz havayı derin derin çekiyorum içime. Yine insanların yüzlerine bakmaya başlıyorum. Arkadaşlarım ın ‘’İyi eğlendik’’ sözlerine ‘’evet’’ diyorum gülerek.
Sonra birden onu görüyorum. Aniden seyrekleşen insanların arasından, tramvay raylarının üzerinden bize doğru geliyor.
Dünyalar güzeli bir kız…
Hipnotize olmuşçasına ona bakıyorum.
Rüzgarda salınan bir selvi dalı gibi yürüyerek yaklaşıyor. Uzun siyah saçları biçimli vücuduna giydiği tek parça elbisesiyle dans eder gibi uyumlu yaklaşıyor. Yüzünde berrak pınar suları gibi temiz bir şeyler…
Beni fark etmiyor.
Ben farkında olmadan o eski bakışımı takınıyorum.
Hani her aptal gencin beğenileceğini umduğu bir bakışı vardır ya!
İşte onu…
Yaklaşıyor!
Birden beni fark ediyor.
Önce ne olduğunu anlayamamış olacak ki bir şaşkınlık dalgası geçiyor yüzünden.
Ve ardından yüzüne o güne kadar hayatımda hiç görmediğim bir ifade yerleştiriyor.
Acıma ifadesi…
Yüzümdeki o aptalca hayranlık dolu ifadeye cevabı; kıvrılan kaşlarıyla dudaklarına yerleşen o memnuniyetsizlik ve acıma dolu çizgiler oluyor.
Yanımdan geçip giderken ben içimdeki meydan savaşıyla donup kalıyorum...
Yıkılıyorum…
Hayatımda ilk kez bir bakışla böylesine görünmez bir yumruk yiyorum.
Hayatımda ilk kez bana acınarak bakılıyor.
Kazadan bu yana beni tanıyanların benden esirgediği bu bakışı hiç tanımadığım bu güzel kızdan alıyorum.
İlk kez hayatımın artık eskisi gibi olmadığının farkına varıyorum.
İlk kez kızılarak , beğenilmeyerek değilde acınarak reddediliyorum...
İlk kez artık eski ben olmadığımın farkına varıyorum.
İçimde çığlık çığlığa bir şeyler yuvarlanıyor…
Şaşkınlıkla bana ne olduğunu anlamaya çalışan arkadaşlarımın sorularına verecek cevabım yok.
Susuyorum…
Gecenin ilerleyen saatlerinde hastanedeki odama döndüğümde arkadaşlarımın gitmesini bekliyorum sabırsızlıkla.
Sabaha kadar süren bir ağlama nöbetine giriyorum.
Kendime yakıştıramadığım tüm güçsüzlükler ruhuma doluyor o anda.
Hiç tanımadığım bir kızın bakışıyla hayatımın artık eskisi gibi olmadığının farkına varıyorum.
Bu durumda birkaç ay geçiyor.
Sonra çaresizliğin içinden o bildik sesi duyuyorum,
Acılar karşısında savaşan, onurlu insanlardan duyup ruhuma kazıdığım o ses;
Çanakkale de ‘’Ben size ölmeyi emrediyorum’’ diyen kükreyiş.
Acılarım küçülüyor gözümde.
Bunca acının yaşandığı dünyada pes etmeye hakkım olmadığını haykırıyor.
Bu yeni hayatımda başarabileceklerime odaklanmam gerektiğini yüreğime kazıyor.
‘’İlk hedefin’’ diyor ‘’ Hayatı her şeye rağmen sevmektir’’
ve ekliyor;
her şeye rağmen…
Bülent Yılmaz
İnsan hayatındaki köklü bir değişim nasıl özümsenir???
Bir çoğumuz buna ‘’değişimin içeriğine bağlıdır’’ diyecektir.
Hayatı fakirlikle boğuşarak geçmiş bir insanı ele alalım.
Piyangodan çıkmış trilyonlar onu mutlu etmeye yeter mi?
Ya da çok zengin bir işadamını düşünelim;
Tüm varlığını kaybedip aniden yoksulluk denen canavarın soluğunu yüzünde hissettiğinde ne yapar acaba?
Köklü değişimlere karşı insan ruhu çok zaman çaresizdir.
Nerde okudum bilmiyorum,’’Bir evden kırk sene yoksullukta zenginlikte çıkmaz’’ diye yazmıştı bir yazar.
Bu söz, alışkanlıkların hayatımızdaki değişimlere kolayca ayak uyduramadığını anlatmak istiyordu. Aniden zengin olan, zevksizliklerini,(Eğer zevksizse) cehaletini (Eğer cahilse) lüks tüketimlerle saklayamaz.
Ve aynı şekilde fakirleşen zengin de lüks alışkanlıklarından taviz veremez kolayca…
Peki ya sağlık?
Hayatını sağlıklı (Genel anlamda) bir şekilde sürdürürken aniden engelliler dünyasına yelken açmak…
Yıllarca sağlıklı bir bedeni tapınılan bir mabet gibi koruyup ardından sakatlığın avuçlarında buluvermek kendini…
Doğası gereği insanın zorlanmadan yapabileceği, üstesinden kolayca gelmesi gereken onca aktiviteyi başaramaz hale gelmek…
İnsan ruhu nasıl kabullenir bu durumu:
Nasıl bir süreç sonunda?
Hangi duygularla?
Nasıl bir anda?
Kazayı geçireli beş ay olmuştu.
Doktorlar ağızlarında yuvarlayıp durdukları acı gerçeği sonunda söylemişlerdi.
Yürüyemeyecektim artık…
Gariptir, bende beklediğim yıkıma yol açmamıştı bu gerçekle karşılaşmak.
Şaşırmıştım…
Gerçi ilk günlerden beri savaşmak, ne olursa olsun mücadele etmek benim postülam olmuştu, ama yine de ruhumun bu durumu böylesine sessizce karşılaması garipti…
Kendime ’’rasyonal’’ bir duruş olarak ifade etmeye çalıştığım bu durumun garipliği ortadaydı.
Garipti çünkü ben aşırı neşeliydim.
Neşeliydim çünkü; ben henüz başıma ne geldiğinin tam farkında değildim…
Aile fertlerim, arkadaşlarım kendimi moralsiz hissetmemem için ne gerekiyorsa yapıyor, başıma gelen durumu tam anlamıyla tartıp gerçeğin soğuğuyla üşümeme izin vermiyorlardı.
O güne kadar…
Kazayı geçirdiğim Çorumda yoğun bakımda geçen iki ayın ardından sevk edildiğim Şişli Etfal Hastanesindeki dördüncü ayımda dolmak üzereydi. Omurgama takılan platin nedeniyle aylar sonra nihayet oturmaya başlamıştım.
Artık tekerlekli sandalyeme oturup dünyalar tatlısı doktorlarla ve diğer hastalarla sohbetler etmek için odamdan çıkabiliyordum.
Bir süre sonra yine sıkılmaya başladım. Bu durumu ziyaretime gelen arkadaşlarımla paylaşmam gizli bir planın yapılmasına yetti.
O gece güzelce giydirilip hastaneden kaçırılacaktım. Planı diğer arkadaşlarımızada haber verecek ve Taksim e gidip eğlenecektik.
Gece nöbetçisi olan doktor ortalıkta görünmüyordu. Hemşirelere başka bir servisteki hastayı ziyaret edeceğimiz şeklindeki yalanı renk vermeden söyledikten sonra yatılı okuldan gizlice kaçan çocukların ruh haliyle sıvışıverdik.
Aylardan sonra Taksimdeyim…
İlk gençliğimin unutulmaz yerleri arasına giren bu semt tüm ülkenin olduğu gibi benim içinde çok derin anlamlar ifade ediyordu. Taksimin özelliği orada her türden insan tipini görebilmenizdir. Hırlısı hırsızı, Efendisi puştu, aylağı işadamı, namuslusu orospusu, delikanlısı homoseksüeli, aydını cahili, köylüsü kentlisi, batılısı doğulusu, yerlisi yabancısı……
Bunca çeşit arasında adımlarınızın şaşkın kalmamasını seversiniz…
Ben tekerlekli sandalyeme oturmuş, arkamdan iten arkadaşlarımın sözlerine kafa sallıyor, bir yandan da gelip geçenlerin yüzlerine bakıyorum…
İnsanların ruhunda -bu yeni halimle- yaratacağım izlenimi yüzlerinde arıyorum sanki…
İnsanlar ise İstiklal caddesinin o bildik umursamazlığıyla sessizce akıp gidiyor yanı başımdan
‘’Türkü dinleyelim’’ diyorum arkadaşlara.
Eskiden sık sık gittiğim ‘’Sıla cafe’’ üst katlarda olduğu için uygun değil. Rota giriş kattaki ‘’Munzur cafe’’. İçerde kesif bir sigara dumanı eşliğinde İstanbul un varoşlarından kopup gelmiş bezgin insanlar.
Dinledikleri müzikle ‘’çok mutluymuşlar’’ oyunu oynuyorlar.
Birkaç metrekarelik, küçücük, derme çatma bir sahnede elindeki sazıyla kalabalığı coşturmaya çalışan bir genç türkü söylüyor. Sesi güzel.
İstek parçaları çalıyor. Genelde eski tüfek sol parçalar.
Arada bir yükselen havayla insanlar türkülere eşlik ediyorlar.
Coşkunluklarında bile sezilen yenilmişliklerinin farkında gibiler.
Bende arkadaşlarımla sevdiğim parçalara eşlik etmeye çalışıyorum.
Bu arada arkadaşlarımın tüm itirazlarıma rağmen önüme koydukları birayı bitirmeye çalışıyorum (Oldum olası içkiyi sevmem)
Bir istek parçada ben istiyorum.
Torpil geçiliyor bana, sıraya sokmadan hemen çalınıyor;
Değmen benim gamlı yaslı gönlüme,
Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım...
Program on ikiye doğru bitiyor ve biz çıkıyoruz.
Dışarıda hafif bir rüzgar esiyor. Temiz havayı derin derin çekiyorum içime. Yine insanların yüzlerine bakmaya başlıyorum. Arkadaşlarım ın ‘’İyi eğlendik’’ sözlerine ‘’evet’’ diyorum gülerek.
Sonra birden onu görüyorum. Aniden seyrekleşen insanların arasından, tramvay raylarının üzerinden bize doğru geliyor.
Dünyalar güzeli bir kız…
Hipnotize olmuşçasına ona bakıyorum.
Rüzgarda salınan bir selvi dalı gibi yürüyerek yaklaşıyor. Uzun siyah saçları biçimli vücuduna giydiği tek parça elbisesiyle dans eder gibi uyumlu yaklaşıyor. Yüzünde berrak pınar suları gibi temiz bir şeyler…
Beni fark etmiyor.
Ben farkında olmadan o eski bakışımı takınıyorum.
Hani her aptal gencin beğenileceğini umduğu bir bakışı vardır ya!
İşte onu…
Yaklaşıyor!
Birden beni fark ediyor.
Önce ne olduğunu anlayamamış olacak ki bir şaşkınlık dalgası geçiyor yüzünden.
Ve ardından yüzüne o güne kadar hayatımda hiç görmediğim bir ifade yerleştiriyor.
Acıma ifadesi…
Yüzümdeki o aptalca hayranlık dolu ifadeye cevabı; kıvrılan kaşlarıyla dudaklarına yerleşen o memnuniyetsizlik ve acıma dolu çizgiler oluyor.
Yanımdan geçip giderken ben içimdeki meydan savaşıyla donup kalıyorum...
Yıkılıyorum…
Hayatımda ilk kez bir bakışla böylesine görünmez bir yumruk yiyorum.
Hayatımda ilk kez bana acınarak bakılıyor.
Kazadan bu yana beni tanıyanların benden esirgediği bu bakışı hiç tanımadığım bu güzel kızdan alıyorum.
İlk kez hayatımın artık eskisi gibi olmadığının farkına varıyorum.
İlk kez kızılarak , beğenilmeyerek değilde acınarak reddediliyorum...
İlk kez artık eski ben olmadığımın farkına varıyorum.
İçimde çığlık çığlığa bir şeyler yuvarlanıyor…
Şaşkınlıkla bana ne olduğunu anlamaya çalışan arkadaşlarımın sorularına verecek cevabım yok.
Susuyorum…
Gecenin ilerleyen saatlerinde hastanedeki odama döndüğümde arkadaşlarımın gitmesini bekliyorum sabırsızlıkla.
Sabaha kadar süren bir ağlama nöbetine giriyorum.
Kendime yakıştıramadığım tüm güçsüzlükler ruhuma doluyor o anda.
Hiç tanımadığım bir kızın bakışıyla hayatımın artık eskisi gibi olmadığının farkına varıyorum.
Bu durumda birkaç ay geçiyor.
Sonra çaresizliğin içinden o bildik sesi duyuyorum,
Acılar karşısında savaşan, onurlu insanlardan duyup ruhuma kazıdığım o ses;
Çanakkale de ‘’Ben size ölmeyi emrediyorum’’ diyen kükreyiş.
Acılarım küçülüyor gözümde.
Bunca acının yaşandığı dünyada pes etmeye hakkım olmadığını haykırıyor.
Bu yeni hayatımda başarabileceklerime odaklanmam gerektiğini yüreğime kazıyor.
‘’İlk hedefin’’ diyor ‘’ Hayatı her şeye rağmen sevmektir’’
ve ekliyor;
her şeye rağmen…
Bülent Yılmaz