Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

andante

Üye
Üyelik
11 Ocak 2005
Konular
23
Mesajlar
755
Reaksiyonlar
0
Gri tonlarını sevmiyorum, bende hep belirsizlik ve tedirginlik yaratıyor.Pencereden dışarı baktım da, gökyüzü de gri.. Ahh !!! Perşembe Hırsızı yine aklıma getirdin;

Gök gri,
Deniz gri,
İçimde;
Yağmayan yağmurların serinliği....


"Bu başlık da ne?" mi diyorsunuz acaba?..

Bilmiyorum, ama ben insanların büyük bir çoğunluğunun yaşamlarını Red Etmek üzerine kurguladığını düşünmekteyim.

Red etmek!!!!.... Söz konusu sanat oldu mu, sanatın var olma sebebi. Çünkü sanatın ve doğal olarak onun uygulayıcıları olan sanatçıların üretkenliğinin ve devamlılığının ana maddesidir. " Kabul " ile sanatta bir yere varılmaz. Doğal olarak sorgulamanın, yargılamanın ve yeni fikirler üretmenin kaynağını oluşturur red etmek.

Sancılıdır !...... Hiçte kolay değildir insan bünyesi için bu gelgitlerde dolanmak. Haykırışları içinde barındırır ve dayanılmaz ağrılıdır.

Ama red etmek yaşantımızın hemen her kesiminde karşımıza çıkan bir olgu olmaya başladı. Ya da tam tersi olarak teslimiyetçi bir anlamda " kabul "

İkisinin arasında bir yerde olamazmıyız acaba?...Bu ikisinin arası yer neresi?

Sanatta bir üretkenliği simgelesede toplumu oluşturan bireylerin kendi dünyasında, yada bazen toplumlarda bile bir daraltmanın simgesi olabilir red etmek.

İnsan olarak red etme hakkımız çok doğal gibi gözükse de ben red etme yerine eleştiriyi bu anlamda insanlara daha çok yakıştırıyorum.Kuşkusuz beğenmeme, hoşlanmama gibi kişisel seçimlerimiz vardır. Ve bunları nedenleriyle bilimsel olarak ortaya koyabildiğimizde nefes alışımız daha rahattır aslında.

Ama hayır !... Biz nefes almamızı zorlaştırmak için elimizden ne gelirse yapmaya devam ediyoruz. Kendi dünyamızı küçültmeye gösterdiğimiz özeni belki de hiç bir şeye göstermiyoruz.

Bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Red ettiğimiz bir konunun bir başkası tarafından kabulu her zaman söz konusudur. Ve red ediş biçimlerimizi de aslında son derece duygusal nedenlere oturttuğumuzdan, kabul edişlerimiz de aynı duygusallıkla cevap bulmaktadır. Sonuç olarak kendimizi istesekte, istemesekte takım tutar gibi bir takımın içinde buluveriyoruz. Ve hepimiz bu anlamda gönüllü amigolara dönüşüyoruz.

Takımımızın liderleri çıkıveriyor bir anda ve bu liderleri bir ilah haline getirip onlar gibi düşünen, onlar gibi davranan, onlar gibi yaşayan varlıklar haline gelip, bu kişileri ilahlaştırıp onlara tapınmaya başlıyoruz.

Kendimiz nerdeyiz bu senaryoda ?.....Galiba hep figüranlık seçimimiz haline gelmiş bir durumda.

Uzun iletiler okunmaz biliyorum ve en büyük eksikliğimiz okuma alışkanlığımızın olmaması yüzünden sizleri sıkmamak için şimdilik burda keseceğim. Ama bu sayfada kaldığım yerden hep devam edeceğim.

Umarım sizlerde olursunuz bu sayfada.
 
Eline sağlık yüce sensei :) Bu konuya bir kaç nefes de benim sözüm olacak. Şekil aldığı an buraya yazacağım. Devam et ne olur, çünkü çok iyi denk geldi..
 
PİZA KULESİ, KARINCA KAFİLESİ,
YAŞLI HOCA VE GİZEMLİ HAFİF AŞKI

yine bir ilkbaharda, ülkelerden bir ülkede
bir elinde taş diğerinde pamukla bir dede

belki delirmiş belki bir kuyu bulamamış diye
itinayla tırmanmıştı ki bir garip kuleye

yüz yirmi beşinci karınca kafilesi tek tek
derin yuvalardan çıktı göğe selam vererek

önce zevkle yeşil çim kokusu ve papatyalar açan
sonra da şöyle biraz ettiler etrafı kolaçan

dizilip uygun adım düzenle milyonlarca yıllık
atalarıyla aynı yolda, atalarıyla aynı kılık

aynı şarkılar ve neşeyle birlikte yol aldılar
sonunda dağ gibi bir kule dibine geldiler

kimi dedi bu yüce bir dağ, kimi yüce çınar dedi
kimi sustu, kimi dedi kazalım, tırmanmakta kimi

çıktılar ardarda bir kısmı bölük bölük
bir dalı dümdüz, biri zigzaglı, biri dolanık

artık zigzagcılar, dolambaççılar ve dümdüzcülerdi
şimdi üç ayrı dal gibi hem kardeş hem yabancılardı

kan ter içinde tırmandılar inatla bir süre
zizgzagcılar haykırdı "dikkat edin serçelere!"

dolambaççılar yok yok [size=6]yok[/size] yalandır o dedi
aralarında bir çoğu pençeler ile can verdi

üzülüp ağlayıp da dolanmaya devam ettiler
geri kalmamak için aceleyle yol tuttular

dümdüzcüler tırmandıkça bir şeyler anladı
biri yıkılacağız arkadaşlar galiba dedi

dümdüzcüler yükseldikçe büyüdü kaygılar
denk gelen her karıncayı bir bir uyardılar

dolambaççılar dedi ha ha [size=6]ha[/size] öyle şey olur mu
bunca azametli bir dağ hiç yamulur mu

dümdüzcüler of of [size=6]of [/size]dedi ve yola devam etti
kazıcıların çoğu diplerde son uykuya yattı

rüzgâr, güneş ve kuşlardan telef oldu herkes
kalmadı kıpırtı, kalmadı başlardaki güçlü ses

son kazıcı çıkınca diğer uçta yamuk yumuk
bir taş ile öldü ve hemen yanında pamuk

aha diye haykırdı, buldum dedi yaşlı hoca
aynı anda düşüyoruz senle demek atlayınca!

3 Şubat 2005
Vefa LÖK

pisa.gif
 
Bir bütün olarak güzel bir şiir be Vefa.... Ama bilirim sen pek hoşlanmazsın övgülerden . Mütevazilik insana kesinlikle yakışan bir davranış. Kibir ve kendini beğenmişlik ise yakışmıyor aslında insanlara.

Hep derim ya, müzikte en önemli şey nüanslardır, tıpkı yaşam gibi..Nüansaların dozunu kaçırdığımız anda , yada yerli yerinde kullanmadığımızda herşey çok farklı olabiliyor. Bu şiirde çok güzel bir şiir ve bu konuda mütevazilik yaparsan eğer hem kendini hemde şiiri red etmiş olursun ve buda konumuza hiç uygun olmaz. :lol:

Şiirdeki;

Yok yok,
ha ha,
of of

siyah yazıyla belirtilmiş kelimelere takıldım uzun bir süre.

Red etmenin simgeleri ne güzel yansıtılmış dikkatli olarak incelendiğinde. Eğer bir şeyi red etmeye kararlıysak ilk kullandığımız sözcüktür "yok" kelimesi.

Üstüne basa basa, hatta haykırarak hayır anlamında kullanmazmıyız çoğunlukla yokkkkkkkkkkkk kelimesini.....

Red etmeye devam etme sürecimizde bir de aşağılamaya kalkarız... hay allah ya, bu ne mankafa biri, nasıl düşünceler bunlar, ha ha haaaaaaaaa

Eylem devam etmektedir.. Öylesine kendimizle başbaşayızdır ki, bir başkası yoktur, varsa bile bir hiçtir....... Of Of Offfffffffffff.
 
:oops: Övgülerine layık isem ne hoş yüce sensei..

Bu şiiri gecenin bir ucunda yazdıydım. Çoğu şiir gibi bu da sakat doğmuş ki sonradan anladım. Bir mısradaki kafiye de nereye kayboldu dedim? Ne yaptın vefaa? Aslında şiire müdahale etmezdim eskinden.. Sakat doğduysa doğsun, kaybolursa da ölürse de acısı bir işe yarar. :?

Buna ufacık bir estetik ameliyat yaptım. Çok sızlanıp üzülüyordu ne yapayım.. :lol:

Karıncalar... Atlı karıncalar....
Kanatlı tırtıl, atlı tırtıl..
Nerede kaldık?
Ha perşembe di mi bugün..
Devam et ne olur Sanem. :wink:
 
Tamamdır, eğer sen estetik bir müdehale gerekliydi diyorsan, neden olmasın?......

Sanırım kendi adıma konuşacak olursam toplumdaki sade bir birey olarak red etmenin sancılarını bir kaç kez yaşadım. Belki de bu sebeple bu konu etrafında dolanıp duruyorum.En büyük sancılardan bir tanesini de yaklaşık 5 sene önce babama alzheimer teşhisi konulduğu gün yaşadım. Gelişimini ve sonucunu çok iyi bildiğimden kabullenmekte en çok zorlandığım anların yaşandığı o zaman dilimini unutmam söz konusu değil.

Arabayı nasıl kullandığımı ve annemle babamı evlerine nasıl getirdiğimi hatırlayamıyorum. Eve geldiğimizde annem gizlice sordu;

Kızım çok mu kötü bir hastalık, ölümcül mü?.....

"Bir kez duyar insan ölümün sessiz fısıldamasını
Ama nasıl bir yerse burası
Bir hançer sokup sokup çıkarılıyor....
özlemlerim geliyor gözlerimin önüne
yalnızlığım geliyor
çaresizliğim geliyor
ve
hergün
başka türlü ölüyorum anne......."


Zor olan neydi ?......Tüm yaşamını bildiğin ve özelliklerine hayran olduğun bir insanın ilerleyen zaman diliminde tamamiyle farklı olacak olması mı?

Bilmiyorum.... Bildiğim uzun süre kabullenmekte zorlandığım ve kesinlikle bu olayı red etme sürecim ve bu süreçte yaşadıklarımdır.(Kısaca çektiğim işkence )

Aynı yıl mesleğim gereği dış ülkelere festivallere gittiğim için red etmenin çok daha garip boyutunu İspanya da yaşayacaktım. Ve bu red edişte son derece tanıdık gelmişti bana.

Bilirsiniz ulusları birbirine benzetmek gibi bir alışkanlığımız vardır. Türkleri de genelde İtalyanlara benzetirler.Niye buna ihtiyaç duyulur bilmiyorum ama İtalyanlara benzemediğimiz bir gerçek.Böyle bir yorumlama yapılacaksa bazı davranışlarımızdan yola çıkarak ben İspanyollara benzediğimizi düşünüyorum :)

Orada kaldığım 15 gün boyunca bir çok arkadaş edindim. Ama en yakın olarak evinde kaldığım Angel ve ailesini unutamadım. Angel bir öğretmendi. Bir ortaokul da kukla öğretmeniydi. Evet yanlış okumuyorsunuz kukla öğretmeni....Aynı zamanda klasik tiyatroylada çok ilgili biriydi ve tüm ülkelerin tiyatrolarını ,kukla oyunlarını biliyordu. Karagöz ve Hacivat konusunda inanın benden bilgiliydi.

Genel anlamda sanat ve özellikle resim den konuşuyorduk. Gerçeküstü resimlerden çok hoşlandığını söyleyince dayanamadım.

" Salvador Dali çok büyük bir santçı değil mi Angel?"

" Dalimi ?!!!! .....hayırrrrr asla !!!!!"

"Neden Angel ? :eek: "

" O bir faşist ! "

( Aman tanrım !!!! gerçekten çok bilimsel bir açıklama Angel.Dali çok üzülecek.....Dali yi Dali yapan o denli büyük ve doğru özellikler var ki sen gidip bir küçük ayrıntıda takılı kaldın öyle mi ? Tüm dünya onu Dali olarak tanırken sen bir Angel olarak kalmaya adaysın.....)

" Pekii Picasso ?"

"Haa bak o büyük bir sanatçı "

" Neden Angel ?"

" Çünkü faşizm ülkemizde kol gezerken o kahramanca direnen büyük bir devrimcidir."

( Ah benim mavi gezegenden İspanyol arkadaşım Angel !!Picasso sana minnettardır.Küçültmeye devam et dünyanı. Yaratılanları değilde yaratanların özellikleriyle oluşmuş küçücük bir dünya kur kendine. Eleştirmek gibi en doğal ve güzel özelliğini bir kenara atarak red et.Sınırlar ve kalıplarla ördüğün duvarların seni boğmasına izin ver. Siyasetçilere benzer kavramlarla davranmayı sürdür. Sonra da yalan söyle; ben siyasetten hiç anlamam diye. Dünya dönmeye devam ediyor Dalilerin Picassoların ve bizim ülkemizdeki bir çok sanatçının yarattıklarıyla. Hatta yanlışlarla, çirkinliklerle. Ama güzel de var doğru da var, insan gibi yaşadığımız ve yaşattığımız sürece )

Geç olmuş sonra devam edeyim.... :)
 
Pekii hiç red edildiniz mi dostlar ?......

İlk red edilişim beş yaşındayken başıma geldi.

Yaşamın akışı hiç düşünmediğimiz şeylerin yaşanmasına neden olabiliyor. Gerçekten de bu oluşumları önlemek gibi bir durumda çoğunlukla söz konusu olmuyor.

Ben de küçücük bir çocuktum ve anaokulundaydım Hamburg ta. Bazen yetkililer beni alıp bir yerlere götürüyor orada bazı sorular soruyorlar, bazı şeyler yapmamı istiyor, resimler yaptırıyorlardı. Nerden bilebilirdim değil mi beni incelemeye aldıklarını, 5 yaşında bir çocuğun Almancayı nasıl okuyup yazdığını öğrenmek için beni didiklediğini....

Sonra özel bir izinle beni oradaki anaokulundan alıp ilkokula gönderdiler.Artık okullu olduğumu söylediler bir de. İlk öğretmenim....Çok güzel bir bayandı beni elimden tutup sınıfa getirdi.

Sınıfa girdiğimde bir öğrenci hemen dikkatimi çekti. Hani derler ya Tanrı boş zamanında yaratmış diye...Kocaman lacivert gözler, bembeyaz bir yüz ve simsiyah uzun saçlarıyla gerçekten bir sanat eseri gibi duruyordu.

İçimden dedim ki; Umarım öğretmen beni bu kızın yanına oturtur.

Ve duydu Tanrı bu sesi...

" Bak Anita sen de yabancısın, Sanem de...İkinizin çok iyi anlaşacağını düşünüyorum. Bu sebeple onu senin yanına oturtmak istiyorum"

Sevincimi düşünebiliyorsunuz değil mi? Ama çok kısa süren bir sevinçti bu.

" Hayır!!, asla onun yanıma oturmasını istemiyorum....."

Beş yaşındaki benin içinde nedenini bilmediği bir çok şey kırıldı döküldü, ve kimse bu kırılma anındaki şangırtıyı duyamadı...

Çok sonra Türkiyeye geri döndüğümüzde Anitanın beni neden istemediğinin yanıtını bulacaktım. Ve o güne kadar hep kendi kendime neden diye soracaktım. Cevap sosyal bilgiler dersinde Kurtuluş Savaşıyla ilgili olarak öğretmenimizin verdiği bir derstti.

Yunanlılar bizim düşmanımızdır.

Yetişkin olup mesleğimi elime aldığımda yolum müzisyen arkadaşlarımızla bir gün Yunanistan a düşecekti. İtalyadaki bir festival için çılgınca bir plan yaparak Yunanistan üzerinden feribotla İtalya ya geçmeye karar vermiştik.

Selanik e gittik.... Tarih kitaplarımızda Atatürk ün doğduğu o pembe boyalı evi gezdik. Garip bir duygu. Nereye dokunsam sanki Atatürk e dokunuyormuş gibi bir his.Acaba burda koşmuşmuydu???, ayağı takılıp düşmüş olabilir mi????binlerce soru geliyor insanın aklına ve kendinizi kötü hissediyorsunuz.

Bu duygularla oradan ayrılıp feribotumuza bindik. Garip bir şekilde daha ülkemizden yeni ayrılmış olmamıza rağmen bir hasret var. Eşyalarımızı kamaralarımıza yerleştirdikten sonra bir kaç arkadaşla güverte kısmına çıktık ve güneşi izliyoruz.Hiç yabancısı olmadığımız bir güneş, çok tanıdık, oradan da ısıtabiliyor bizleri......

Farkında olmadan Atatürk ün sevdiği türkülerden biri dökülüverdi sessizce dudaklarımdan.

" Bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste...."

Yanımdakiler eşlik etmeye başladı. Bir türküden bir türküye, bir şarkıdan bir şarkıya geçerken sesler yükselmeye ve güverteyi doldurmaya başladı. Meğer ne kadar çok Türk varmış feribotta...

Ortaya kocaman bir koro çıktı. Etrafımızda yabancılar gelen seslere kulak kabartılar ve bu büyüleyici müziğin etkisiyle hiç duymadıkları sesleri dinlemeye başladılar.

Güneş batarken ve bildiğimiz o kızıllığa dönüşürken bizlere garsonlar istemediğimiz halde uzo getirdiler.Kim nerden yollamıştı bu uzoları....

Yarı Türkçe yarı ingilizce konuşan bir adam yanımıza yaklaştı ve ikinci kaptan olduğunu söyleyerek bu şarkılar rakısız gitmez ama rakımız yok uzoyla idare edin komşu dedi. Yanımıza oturmak için izin istedi.

Konuşmasını sürdürdü ikinci kaptan;

"Biz yıllardır sizlerle beraber yaşamız insanlarırız. Geçmiş insanları birbirine yaklaştırır, politikacılar ise uzaklaştırır."

Artık Adriyatikte bir noktaydık sadece. Başımızın üstünde simsiyah bir gece ve o geceyi aydınlatan binlerce yıldız vardı .

"Gönlüm özledikçe bulurdu hele
lacivert kanatlı kumru olsaydım
seni kıskanırdım rüya da bile
ahu gözlerinde uyku olsaydım "

Lacivert gözlü bir kız bakıyordu bize.....Anita senmisin? gel , gel bizler Mevlananın torunlarıyız, sen de otur yanımıza...
 
BULUŞMA

Alacakaranlıkta karşılaşan
İki fosforlu tavuk o gece
Birbirini didip sabaha dek
Dört heceden icad olmuş
Öyküler anlattı binlerce
Gıdak da gıtgıdak, gak ve guk

Biri demiş olamaz başka benden
Diğeri demiş bir ateş böceğiyim
Sen eğer gerçek bir tavuk isen

kol kola, kanat kanada
karanlığa gülerek
Hayvanları saymışlar tek tek
Sen o sun..
yok busun..
ya da şusun!
Horoz ötmüş uzaktan..
..susun, susun!

Sabah olmuş anlamışlar artık
Söylenecek söz olmayınca
Gıdak da gıtgıdak, gak ve guk
Görmüşler ikisi de tavuk!

8 Şubat 2005
Vefa LÖK

kung%20fu%20chicken.gif
 
Ya sevgili Vefa! sen de olmasan kendimi tek başıma hissetmek işten değil. Zaman zaman burada bir monolog yaptığım hissine kapılsamda senin sayende yalnız olmadığımı anlıyorum.

Bilirsin, tek başına olmak ve yalnız olmak benim için farklı kavramlardır. Tek başına olmayı pek sevmesem de yalnızlık hiç te fena değildir benim için.

Red edip etmemen konusunda bir fikrimin olmadığı bir konuyla seni deşeyim istermisin?.......

Yalnızlık, insanın kendine yabancılaşması ve yaşadığı dünyada kendine yer edinememesidir... Bence bu duyguyu hissetmeyen ve yaşamayan insan yok gibidir. Kuşkusuz kendini oluşturma sürecinde insana yarar sağlayan bir olgudur da. Kendimizi oluşturmak benim için asla son bulmayacağı için yalnızlık hep tercihim oluyor.

Ancak biliyorum ki insanın tüm yaşamı bu duygudan kurtulma savaşıyla geçer. En çok kurtulmaya çalıştığı bir duygu olmasına rağmen, hemen her koşulda iç içe yaşadığı bir olaydır. kaçışı olmayan, beraber yaşanılmaya mahkum edildiğimiz bir karabasan !.....

Oktavia Paz a göre aşkta, yalnızlığın sancısıdır.

Yalnızlığın gerçeğinde var olan zıtların birliği ilkesini, aşk gibi bir kavramla birleştirmesi ilginç ve araştırmaya değer. Ona göre aşk eyleminde; yaratma ve yıkma iç içedir. Bana görede kabul edilebilecek bir gerçek.


(Gerçekler daima güzel olduğundan aşkta güzel oluyor :D )

Kadın ve erkek olarak iki zıt kutupta yaşanan bu duyguyu, bizim toplumumuzda da var olan bir düşünce yapısıyla ortaya koyuyor. Kısacası ; " kadın aşkı yaşayamaz " diyor.

Bencede yaşayamaz.... Çünkü, aşk yaşanırken, erkeklerde var olan çıkarlarını korumak, güçsüzlüğünü örtmek, kaygı ve sevgisini istediği gibi yönlendirmek isteği ataerkil düzenin insanlığa armağanıdır.Yüzyıllardan beri ataerkil bir düzenin egemenliğinde teslimiyeti kabul eden kadın, bir araçtır sadece.

Kadın kendisine verilen rolü oynamaktadır yüzyıllardan beri. Yanına uzanıldığında yumuşaklığının, ılık nefesinin duyulacağı, erkeğe bağımlı bir varlık. Böylesine bağımlı yaşamaya mahkum edilmişken, kadının kendi varlığını kabul etmesi ve bir dişi olduğunu anlaması için kaç yüzyıl geçmesi gerekir.

Yani erkek erkek gibi yaşarken, kadının sadece cinsel bir meta gibi kullanılmayan dişi özellikleri nasıl ortaya çıkacak? Doğal olarak her türlü koşulda kendini korumayı öğrenen kadın, güçsüz imgesi altında kendi güçlülüğünü yaşarken; aşkı yaşayamayan, yaşatamayan, sadece incinen kişi olarak suçlamalarla yaşantısına devam edecektir.

( Kuşkusuz bu durum erkekler için de var ama ben genelden söz ediyorum )

Kısacası, kendi yarattığı bir düzende en çok ihtiyaç duyacağı bir duyguyu erkekler kendi elleriyle yok etmişler, bunun sorumlusu olarakta en çok kadını göstermişlerdir.

Kuşkusuz aşkın yaşanılmamasında ( istediğimiz gibi, istediğimiz uzunlukta, istediğimiz biçimde....) başka etkenlerde var. Her tarafından kuşatılmıştır insanlık.Erdemlerimiz, değerlerimiz işin içine girmiştir. Bunlar beraberinde endişelerimizi, korkularımızı, yasaklarımızı da getirecektir.

İnsanlık tarihi akıl almaz aşkların yaşandığı olaylarla doludur. Ne büyük acılar çekmiştir insanlar aşk için. Ne büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardır yine aşk için. Hatta ölümü bile göze almışlardır aşk için, yine aşk için....

Yaşanan aşklarda ölümü bile göze alan kaç insan kaybetmeyi de kabullenecek kadar büyük bir tutkuyla sevmiştir acaba?

Evrende var olduğumuz andan itibaren öğrendiğimiz ilk kavram bencilliğimiz değilmidir. Evrende var olabilme savaşımızda bu duyguyu kullanmıyormuyuz.Ki bu duygu, aynı zamanda evrende yok olma gerçeğini hızlandırmıyor mu?

Aşklarımızda da yok mu bencilliğimiz? Ölümü göze alırken bile benciliz." Sen olmazsan yaşayamam" yani " benim ol ".... İnanılacak gibi değil. Aşkı için ölümü gözealabilen insan, kaybetmeyi de göze alabilse duyduğu bu tutku ve aşkın ateşi her nefes alışında ciğerlerini dolduracak ve yüreğini ısıtırken, yaşamın bir parçası olmaya devam edecektir.

Ancak bunlar bizlere öğretilen kavramlarla yaşanılmaz. Başka yüreklere başka beyinlere ihtiyacımız var henüz tanımlanmayan !

(Not; bunları okuyanlar sakın beni feminist falan zannetmesin, benim için beynin cinsiyeti yoktur. :D )
 
Evrende var olduğumuz andan itibaren öğrendiğimiz ilk kavram bencilliğimiz değilmidir. Evrende var olabilme savaşımızda bu duyguyu kullanmıyormuyuz.Ki bu duygu, aynı zamanda evrende yok olma gerçeğini hızlandırmıyor mu?

... buradan tutunup bir maymun gibi şu dala sıçrıyor aklım...
İzin ver çocuklar gibi çaresiz olsunlar,
Çünkü güçsüzlük muhteşem bir şeydir
ve güç, hiç bir şey.
İnsan doğduğunda güçsüz ve uysaldır,
öldüğünde ise, katı ve duyarsız.
Bir ağaç büyürken hassas ve esnektir,
ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür.
Sertlik ve güç, ölümün refakatçisidirler.
Uysallık ve güçsüzlük, varlığın canlılığının dışa vurumlarıdır.
Çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanmaz.

( Stalker – Film )
 
Re: Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

RENKLERİN DANSI

Renklerin dansıdır dünya
hüznün siyahı
mutluluğun beyazı
çaresizliğin grisi
ve
umudun yeşili gibi
ne zaman hangi renge
bürüneceğini bilemez insan
hep beyazLar içinde olmak ister
ama beyazda lekeleri belli eder
tıpkı mutlu anlarımızda
çektiğimiz acılar gibi
dedim ya
renklerin dansıdır dünya
beyaz en az bulunanı
yeşil ise her insanda olanı

GÜLCAN 15/8/2003
NOT:amatörce bir şiir oldu ama sizlerle paylaşmak istedim nasıl olmuş? :oops:
 
Çok güzel olmuş Gülcan eline yüreğine sağlık....

Umarım hep burda da olursun !
 
güzelmi?

gerçekten güzelmi ay çok sevindim teşekkürler
 
Kim bilir belki de reddedilmenin itirafı zor olduğundandır bu suskunluk
Bende ki suskunluk
Sende ki suskunluk
Suskunluk
Susmak
Bu aralar pek kullanır oldum bu kelimeyi
Neden susmalıyım
Neden susturulayım
Neden zorla kendimi susturmaya çalışıyorum
İlk ne zaman reddedildim anımsamıyorum, kötü anlarımın çoğunu anımsamıyorum zaten nedense...
Hayatım boyunca sayısız gizli reddediliş yaşadım
Yüreğimde gizliydi
Bazen dile geldi bazen de benim gibi susmayı tercih etti....
Ah o okul yılları yok mu...
En çokta 23 nisan, 19 mayıslar da yaşadım reddedilmeyi....
Sınıf arkadaşlarım prenses kıyafetleri giydiğinde...
Neden ben prenses olamıyorum öğretmenim bile diyemedim
Susmayı tercih ettim, aksak prenses olur muydu hiç...
Eh araç üstünde de olsa, başka kıyafet giymiş olsam da katıldım ya geçit törenine...
Ama anneee ben prenses olmak istiyorum....bile diyemedim
En çokta şu yüreğime laf geçiremediğim zamanlarda yaşadım reddedilmenin acısını...
Çoğu gizliydi, kim bilir belki reddedilmeyecektim ama ben yine her zaman ki gibi sustum...şişşttt duymasınlar
Yıllar geçti ben büyüdüm, reddedilmenin yaşattığı sıkıntılar büyüdü
Sonra dedim ki kendi kendime yeter artık, susma
Susmaaa
Hani sevmiştim ya o delikanlıyı, hani sevilmiştim ya
Hani hayallerim gerçekleşmeye başlamıştı ya
Bir geveze olmaya başlamıştım ki sorma
Hiç susmuyordum, herkes duysun, herkes bilsin
Fazlaca konuşmuştum
Susturdular
En büyük reddedilişi yaşadım ve sonsuza kadar sustum....
Şiştttt bak sessizlik ne güzel.......
 
Bir şeyler yazmak gelmiyor şu an içimden, belki sonra devam ederim red edilmenin gizli , acı ,yok edici diline. İçimden Murathan Munhan okumak geldi, dünden beri aklımda zaten, bu sefer onun bir şiirini paylaşayım sizinle....

ÖDÜNÇ HANÇER ÖLDÜRMEZ BENİ

Bir küfür gibi kara
Kayış dilini ver
Binlerce kez açıklasam da
Dilini çözemediğim ihanet
Gel bir daha bende dene kendini
Ne sen öldürebiliyorsun beni bu cenkte
Ne ben yenebiliyorum seni

Yazıldığın mevsime çok su ver kendi izinden
Giden yolları suçlarından arındır
Arkanda kaldı seni ilerde bekleyenler
Unutkan şiirler, kopmuş alıntılar
Hiç bir zaman kullanamadığım hatıralarla
Kendine yazdığın yaşam öyküsü!
Ah, bu kadar aşk her şeyi yanıltır

Gelme üstüme
Boşaltılmış yeminlerin bileği
Ben sandığın sözcüklere vuran aksimdir
Ödünç hançer öldürmez beni
Ya başka bir silah seç kendine
Ya bırak başkasının ellerine
Ölüm aşkın işidir
Kork benden sevgilim
Ahiretin olurum senin
Bu kadar çok seven öldürmesini de bilir

Ben seni
Çok yanılmış kalplerin sağlamlığıyla sevdim
Gücümdü güçsüzlüğüm
Ey izini sürdüğüm ruhumdaki kara gölge
Büyüttüğüm oğullarımı bir bir elimden alan hayat
Yanıltma beni, beni bana yakıştır
Son darbeden önce ilk sözü söyleyemeyen!
Kolay değil ödenmiş hayatın katili olmak
Kör eder hançerini içimin gücü
Ölümü göze alan yaşamasını da bilir !!!!
 
Ben burada yazarken değişiyorum başka bir ben oluyorum sanki, evde kalem defter elimde öylece duruyorum dakikalarca içimdekileri bir türlü dökemiyorum kağıda...
Her zaman diyorum ya hiç tanımadığım, bilmediğim diyarlarda oturan siz dostlarımın yazdıklarında kendi yansımamı görüyorum çoğu zaman...
Ve hüznümü bile tebessümle yaşıyorum...
Sen de sağ ol Vefa....
 
Çiğdemm...... Eski bir anıyı canlandırdın..

MUHABBETİMİZ, SAĞIR VE DİLSİZ

Soğuk gerçekleri ve ateşli hislerimi
Tek tek dizdim dilimin ucuna
Titredi, dondu ve kilitlendi dudaklarım
Susturuldum..

Bir cesaret buldum, sana yalvardım
Yabancılar vardı, yalancılar vardı
Davetsiz kulaklar vardı etrafta
Susturuldum..

Eve geldim, aynı kavga ve feryatlar
Herkes sinirli, birbirine düşman
Odama hapsoldum, radyomu açtım
Susturuldum..

Yine sana koştum, sözünü aldım
İkimiz, uzaklarda, birgün konuşacaktık
Mucizevi bahanelerin çıktı önüme birden
Susturuldum..

Kaçtım, ıslak yollara bıraktım güneşimi
Hep tekbaşıma yürüdüm, kendimle konuştum
Yolda biri görür, beni delirmiş zannederdi
Susturuldum..

Gururu hiçe saydım, yine sana sığındım
Beni anlamadın, duygularımı hafife aldın
Önüme duvarlar diktin, yankılara karıştım
Susturuldum..

İnsanlar konuşurdu, bu muydu benim farkım?
Ben hiç konuşamadım, konuşturulmadım
Ağlamak istedim, bağırmak çığlık atmak istedim
Susturuldum..

Hep korkaklık ve ürkeklikle savaştım
Hep kalabalık gürültülerde kayboldum
Kalemimde yandı, satırlarımda söndü kelimelerim
Susturuldum..

Şimdi konuşacak bir şey kalmadı
Şimdi bütün harfleri unuttum
Bu sefer de, ben istedim, kasten sustum
Ben sustum.. sen kurtuldun..

Vefa LÖK
23 Aralık 1994
 
Re: Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

andante' Alıntı:
Gri tonlarını sevmiyorum, bende hep belirsizlik ve tedirginlik yaratıyor.Pencereden dışarı baktım da, gökyüzü de gri.. Ahh !!! Perşembe Hırsızı yine aklıma getirdin;

Gök gri,
Deniz gri,
İçimde;
Yağmayan yağmurların serinliği....

siyahla beyazı herkes görebilir önemli olan griyi görebilmek neden bunu dert ediniyorsun sevinmen gerekir belkide ....

insanlar bilmediği şeylerin düşmanıdırlar kimsede düşmanı kabul etmez reddeder ....bir şeyle öğrenmeye başlayınca korku kaybolur ve kabul ediş başlar ...bir lider bulma konusuda yine korkudan ön plana çıkmaktan korkmak olabilir bence ...bence sanatın ve diğer yapılan herşeyin kaynagı korku diye düşünüyorum ...yok olmaktan korkmak unutulmaktan korkmak kendisini ifade edememekten korkmak korkmak oğlu korkmak :oops:
 
Bir kaç gündür yazmıyorum. İyiki hayatımı yazarak kazanmıyorum, ne zor olurdu benim için yazmak zorunluluğunu hissetmek.....

Kalem kendisi yazmalı bence,kalemi tutan parmaklar sadece bir araç olmalı beynimizden gelenleri kağıda dökmek için.

Ama verdiğim sözleri ne pahasına olursa olsun yerine getirmediğimde kendimi kötü hissederim. Sohbet odasında anlattığım bir olayı geç geldiği için kendisine aktaramadığım sevgili arkadaşım için kalem kendiliğinden yazmasa da parmaklarımı kullanarak tekrarlayacağım;

Hemen hemen bütün insanların kendisini çok kötü hissettiği, kendinden vaz geçtiği ve aynı zamanda tekrar yapılanması gerektiğine inandığı anları vardır.Benimde böyle anlarım oldu. Hatta kendimi yeniden oluşturma düşüncesiyle harekete geçtiğimde bunun asla bitmeyecek bir olgu olduğunu ilerleyen zaman dilimi gösterecekti.

Kendimi yeniden oluşturabilmek için gidebileceğim en uzak yere gitmiştim.Van, yaşamımda bir çok şeyin dönüm noktası olan benim için ilahi bir şehir.....

Çok gençtim kuşkusuz ama kendimi 1000 yaşında gibi hissediyordum.Düşüncelerle yolda yürüdüğüm bir anda , o zaman için Van ın tek 5 katlı binası olan binadan şangırtı seslerini duyunca kafamı kaldırdım..... Bir adam 5. kattan düşüyordu.. Polis otosunun üstüne ve oradan da benim donakaldığım yere ve ayaklarımın dibine seriliverdi.

Korkunç bir an... Birden bire etrafımın çevrildiğini ve onca erkeğin içinde tek kadın olarak kaldığımı ve nefes alamadığımı hatırlıyorum. Hiç farkında olmadan kazanılmış bir refleksle evime geldim.

Bir bekar odasını düşünün.... İstanbul' dan taaaa Van 'a öğretmen olarak gitmiş bir genç kızın evi nasıl olur? Gerekli eşyaların dışında hemen hemen hiç bir şeyin olmadığı boş alanlarla dolu bir ev di benim ki..Tek başıma olduğumdan yaşadığım olayı anlatabileceğim kimsemde yoktu. Uyumaya çalıştım ne kadar başarılı oldum hatırlamıyorum, hatırladığım sabahın olduğu, her karanlık günün sonunda bir aydınlığın doğması gibi, ve okula giderken bana " günaydın " diyen öğrencilerimdi....

Onlara cevap vermeye çalışırken farkına vardım ki, konuşamıyordum.Dilim tutulmuştu. Koşarak okula girdiğimi ve ne dediğim anlaşılmaz bir biçimde gözyaşlarıyla içimdekileri ve dilime kadar gelen ancak dilimden sözcüklere dönüşmeyen kelimeleri geveleyip durduğumu çok iyi hatırlıyorum.

Bana sakin olmamı söylüyorlardı.

Olamıyordum......

Geçer, geçer diyenler vardı,

Geçmiyordu.....

Üzülme ve kendini topla diyenlerde vardı,

Üzülüyordum ve toparlanamıyordum...

Güç bela olup biteni daha çok yazarak müdürüme anlattım . Ve tam o anda telefonum olduğunu söylediler.

Kendimle ilgili konularda kimseyi üzmek istemediğimden İstanbuldan ailem olabileceğini düşünerek ellerimle başımla konuşmak istemediğimi anlatmaya çalıştım. Ama arayan üniversitede beraber okuduğum Silvan da öğretmenlik yapan bir arkadaşımmış. Ona durumumu anlattılar ve bizlerin zamanında dostluklar yada arkadaşlıklar henüz şekil değiştirmediğinden ertesi gün yanımdaydı sevgili arkadaşım Tülay.

İki sevgili eski arkadaş yeniden bir araya gelmişti. Konuşulacak çok şey vardı ama ben biraz daha iyi olsamda hala konuşamadığımdan genellikle monolog yapmak zorundaydı sevgili arkadaşım. Yanında o zaman yeni çıkmış olan Zülfü Livaneli nin ADA kasetini getirmişti. Evdeki eski püskü kaset çalarla tüm gün boyunca dinledik ve sonrada uyumak için yattık.

Gecenin ilerleyen saatlerinde ben bir ses duydum daha doğrusu bir hışırtı. Gözlerimi açtığımda bugün bile görsem çok iyi tanıyabileceğim bir adam bize doğru yaklaşıyordu.

Korkuyla Tülayyyyyy diye bağırdım. Neye uğradığını şaşıran arkadaşım " ne var ne oldu " diye sorular soruyordu. Ve ben de " Bir adammmmmmm bir adammmmm" diye bağırmaya devam ediyordum.

Bizim sesimizden ürken gecenin istenmeyen konuğu kaçmaya çalışırken, elimizde olmadan adamın arkasından koşmaya başladık. Sanki yakalayacakmış gibi veya bir şeyler yapacakmış gibi.

Yaptığımızın farkına varınca kapıyı kapattığımızı ve kapının arkasına elimize neler geçerse yığdığımızı da hatırlıyorum. Tabikii tir tir titreyişimizi de. Ne yapacağımızı bilmeden uzun bir süre öylece kaldık. Sonunda Tülay " bari müzik dinleyelim, zaman geçer "dedi.

Dediğinide yaptık. Kaset çaları açtığımızda öyle bir yerde yarım bırakmışız ki kaseti......Zülfü Livaneli şarkısına devam ediyordu;

" Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey....."

Bu anlamlı güzel söz o anda bize o kadar anlamsız ve saçma geldi ki anlatamam. Boşalan sinirlerimizle kahkahalarla gülmeye başladık.

Dünyayı güzellik kurtaracakmış Tülayyyyy............

Hangi dünya, hangi güzellikkkkkkkk

Bir insanı sevmekle başlayacakmış hemde herşeyyyyyyyyy

Ya bu adamı da sevelim ne dersin, gecenin siyahına siyahlık katan korkularımızı körükleyen bu adamı da sevelim, olur Zülfü neden olmasınnnnnnnnn!!!!!

Birden bire arkadaşım ciddileşti ve dedi ki;

Evet, evet Sanem bu adamı da sevelim...

Ne diyorsun ya sen bu adamı da mı sevelim?

Evet, özellikle bu adamı sen çok sevmelisin !!!!

Saçmalama Tülay, sende şoktasın galiba

Bir şeye dikkat etmedin mi Sanemmmmm?

Neye dikkat etmeliymişim?

Bak Konuşuyorsunnnnnnnnnnn.

Gerçekten doğruydu söylediği. Sanki bir Türk filmi klasiği yaşanıyordu. Ani bir şokla kör olan kız nayır nolamazzzz diyen kız, yine bir şokla dünyayı yeniden görüyordu, nayret, nasıl olur yaa, hayat güzelll diyerek.

Zaten o gün bu gündür asla Türk Filimlerine laf söyletmem !!! :)

Yaşamlarımızın akışı hep bir şeylere bağlı. Sevdiğimiz yada sevmediğimiz, istediğimiz yada istemediğimiz.Galiba kendi başımıza yapacağımız şeyler çok azınlıkta. Bilemiyorum.....

Yaşamı yada insanları olduğu gibi kabul etmenin dışında başka türlü huzur bulmadığımı biliyorum.

Valla sevgili Zülfü ! bir insanı sevmekle mi başlayacak her şey onu da bilmiyorum.

Büyük bir düşünürün söylediği gibi; tek bir şey biliyorum o da hiç bir şey bilmediğimdir.......
 
[size=4]Bir insanı sevmekle başlayacak her şey...

Sevmeyin anne beni bu kadar!
Gidin azcık..
Yine birbirinizi sevin anne.

Bir insanı sevmekle başlamış her şey;

Beni var eden o beş dakikalık,
Aşkı parlatan her neyse,
Benden önce nasıl seviyorsanız,
Öyle sevin işte!
Ufacıktı gırtlağı bebeğin,
O lokmanızı bana bölmeyin anne!

Bir insanı sevmekle başladı her şey;

Sakatlandım uçmak isteyince
Kime yanaştıysam ürküyordu benden
Ne uçabildim o Şehrinaz' a
Ne koşabildim ona düzgünce
Öyle büyüktü kanatlarım.

Bana ait olmamalı bu dünya,
Kanatlarım etrafıma dolanıyor anne!

18 Şubat 2005
Vefa LÖK
[/size]

4_03.jpg
 
Sanatçıların red edişlerinde zaman zaman sarsıcı gelgitler yaşansa da bazen bu red ediş biçimleri benim için gülümseme de yayabiliyor dudaklarıma.

John Cage..... 20. yüzyılın en uçuk bestecilerinden ve piyanıistlerinden biri. Piyanonun doğal sesi rahatsız etmiş olmalı ki John Cage i piyanonun iç donanımına bir sürü ilaveler yaparak,tahta tencere kapağı gibi nesneleri bile kullanarak, alışagelmemiş seslerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 4 dakikalık sus adlı parçasını seslendirdiği o konser salonunda olmak isterdim....

Sahneye gelir, alkışlardan sonra piyanosunun başına oturur ve bir tuşa dokunur. Aradan tam 4 dakika geçer, ayağa kalkar ve seyirciyi selamlar...... Parça bitmiştir :D

Ne hissetmiştir acaba seyirciler ? Bu konuyla ilgili bir bilgiye rastlayamadım. Ama bu satırları yazarken sizlerin neler düşünebileceğini az çok tahmin edebiliyorum. Evet, sanatçılar düşündükleri gibi yaşadıkları sürece onların önünde saygı ile eğilmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

20.yüzyılın bu büyük bestecisi ve piyanisti düşündüğü gibi yaşayanlardandır.Yaşayanlardandı demek daha doğru galiba.....20. yüzyılın eski yüzyıllar gibi olmayacağını bu yüzyılın başında kabul edenlerdendir.

" Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur " diyen Jonh Cage, aykırılık adına değil, dünyada olup bitenden en ufak zerreciğin bile sorumlu olduğuna olan inancıyla hem yaşamını hem de sanatını ortaya koyan kişidir.

Ancak dikkat ediyorum da büyük bir çoğunluğumuz günlük hayatımızda kendimizi öylesine büyük görünmeyen zincirlerle bağlayarak hapsediyoruz ki......ve bunun için kelimeleri kullanıyoruz üstelik.

Herşeyin bir tanımını, bir açıklamasını yaparak hemde....Son derece soyut kavramları bile tanımakla meşguluz. Kelimelerin anlamlarıyla her şeye ama her şeye bir isim koymaya başladığımızdan kaçan ipin ucunu göremiyoruz gibi geliyor bana. Kelimeler sınır getiriyor, hele anlamları iyice daraltıyor her şeyi.

Aşk ı kelimelerle nasıl tanımlarsınız.... ya da sevgiyi.... ya mutluluğu......
Bunları tanımlamaya çalışırken insan olarak taşıdığımız ruhun ve bedenin dilini de çöpe atıyoruz.

Bende bir gariplik mi var ne?.... Ben yaşamı da herhangi bir sıfatla yorumlayamıyorum. Son derece basit aslında. Bu basitliğinde düşünemediğimiz kadar büyük bir görkem de var üstelik. Onu kelimelerle sınırlamadan, onu karmakarışık hale getirmeden olduğu gibi kabul etmeyi öğrenebildiğim andan itibaren her şey çok daha farklı benim için.

Son derece basit, yalın ve alabildiğine özgür.....

Dikkat edin güzel demiyorum. Sıfatlarla tanımlayamıyorum dedim ya....Çünkü yaşamın içinde sadece yaşam var. Ona sıfatları sokan yada başka şeyleri bizleriz.

Gülerim
Gülerim bu işe ben,
İrkilirsin
duyduğun bu sesten,
anlamazsın
şaşırırsın.....

Ne bir zafer çığlığıdır bu
Ne de acının feryadı
Boşuna arama anlamını sözlüklerden;
Bulamazsın !

Başlama harfi bile
oluşmamışken beyninde
bir bütünün anlamını bulmak
senin neyine?

Sanma ki aşağılanmaktasın bu satırlarla
Sana öğretilen
öğrendiğini sandığın dil
değildir duyduğun

Kocaman bir fil gövdesinde
Bir sinekle eş değerdir
kapladığın alan

Boşuna bakma aynalara
Göremezsin !
Aslında hep doğru söylerde
Kör olan sensin.
 
Sevgili Andante!

Buraya alıntı yapmaya korkuyorum, ama bugün gelen şu yazıyı eklemeyi çok istedim. Beni mazur gör.

[size=4] BİLMEK VE ÖĞRETMEK

Yüzyıllar önce, dünyanın ıssız bir köşesinde bulunan bir adaya ateş, geç de olsa gitmişti. Bu adada dört ayrı kabile bulunuyor, adanın dört köşesinde birbirlerinden kopuk yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Bir bilge, öğrencileri ile birlikte bu adaya gezi düzenlemeye karar verdi. Bir gemiye bindiler, zor bir yolculuktan sonra adaya ayak bastılar. Birinci kabileye ulaştılar.

1 – Bu kabilede ateşi sadece rahipler kullanabiliyordu. Bunun kendilerine verilmiş kutsal bir armağan olduğuna diğerlerini inandırmışlardı. Sadece rahipler ısınıyor ve sıcak yemek yiyordu, diğerleri soğuktan donuyor ve çiğ et yiyorlardı.

Bilgenin öğrencilerinden biri:

-Ben burada kalacağım ve bütün insanların ateşten yararlanmalarını sağlayacağım, dedi.

Bilge ve öğrencileri onu orada bırakıp yollarına devam ederek ikinci kabileye ulaştılar.

2 – Bu kabiledeki insanlar ateşin ilahi bir güç olduğuna inanmışlardı ve ateş

yakmaya yarayan bütün araçlara tapıyorlardı. Ama ateş yakan yoktu. Bir öğrenci:

- Ben de burada kalıp bunlara ateş yakmayı ve yararlarını öğreteceğim, dedi ve orada kaldı.

Diğerleri yollarına devam ederek üçüncü kabileye ulaştılar.

3 – Bu kabilede, bir zamanlar ateşi adaya getiren adamın totemleri yapılmış ve her yere yerleştirilmişti. Halk onun tanrı olduğuna karar vermiş ve ona tapıyordu. Ama kimse ateş yakmıyordu.

Öğrencilerden biri de burada kalmaya ve ateşten halkın yararlanmasını sağlamaya karar verdi ve kaldı.

Bilge ve öğrencileri yollarına devam ederek dördüncü kabileye vardılar.

4 – Bu kabile de ateş yakmıyor, ateş hakkında yaygın abartılı söylentilere inanıyordu. Ateş yakmayı kimse bilmiyor ama hep ateşin gücü hakkında masallar anlatılıyordu.

Başka bir öğrenci de burada kalmak istedi. Bilge ve öğrencileri adayı biraz daha dolaştıktan sonra, aynı yolu izleyerek geri dönmeye karar verdiler.

Birinci kabiledeki öğrenci konuşmaya başlar başlamaz rahiplerce suçlanmış ve bir yabancıya inanacağına kendi rahiplerine inanan halk öğrenciyi yakalayıp öldürmüştü.

İkinci kabiledeki öğrenci, halkın tapındığı aletleri kullanarak ateş yakar yakmaz, halk korkmuş, tapındıkları nesnelerin yakılmasına tepki göstermiş, öğrenciyi öldürmüşlerdi.

Üçüncü kabiledeki öğrenci, bir insanın totemine tapmanın yanlışlığını belirterek söze başlayınca hemen öldürülmüştü.

Dördüncü kabiledeki öğrenci de, ateşin ne olup ne olmadığı konusunda söze başladığı anda öldürülmüştü.

Bilge ve sağ kalan öğrenciler gemiye dönüp denize açıldılar. Bilge bu gezinin sonucunu şöyle özetledi:

- Öğretmek bilmekten çok daha zordur. Bilmek istemeyenlere bir şey öğretmek de en zorudur. Cahiller bildiklerine inanırlar ve yeni bilgilere direnirler. Aynı zamanda bir huzursuzluk içindedirler, bu yüzden de gerçekten bilen insanlardan nefret ederler, onları yakarlar, öldürürler.

"İnsan, insanlığın yararı için düşünebildiği kadar insandır!"

FELSEFE YAZILARIM:
http://www.felsefem.net

Grubumuzun Web Adresi:
http://groups.yahoo.com/group/felsefemiz[/size]

Sevgiler Sensei Sanem.
Sevgiler herkese.
 
Sevgili Vefa,

Öylesine güzel bir alıntı yapsını ki, derslerine ilk kez girdiğim sınıflarda öğrencilerimin yüzünde beliren benim anladığım ama onların ilk önce anlamadığı bir konunun açıklaması gibi....

Ne mi yaparım, inandığım bir şeyi;

" Sevgili öğrenciler benim adım Sanem Uçar, müzik öğretmeniyim, ve sizlerle müzik dersinde beraber olacağım.Ama bilin ki sizlere bir şey öğretmek için burda değilim. Çünkü öğrenmek bireyseldir. Öğrenmek için çeşitli metaryeller kullanabilirsiniz. Kitapları kullanırsınız, interneti kullanırsınız, doğayı kullanırsınız, insanı kullanırsınız, beni de kullanabilirsiniz.

Ben sizde sadece öğrenme ateşini ateşleyebilirsem mutlu olurum.Bu ateş yakılırsa elimi öğrenmek isteyenlere uzatacağımdan hiç kuşkunuz olmasın.Asla çekilmeyen bir el olacaktır bu konuda size söz veriyorum. Ama bu ateş yakılamazsa yapabileceğim herhangi bir şey yoktur."
 
Her insanın kendine özel bir öyküsü vardır. Kaç kişi kendi öyküsünü önemser bilmem ama en çok rastladığım başka öykülere olan ilgilerdir. Kendi öykümüzde figüran rollarindeyken başkalarının öykülerinde başrole soyunmamız ise nasıl açıklanır bilmiyorum.

Sanırım kendi öykülerimizde yaşadığımız düş kırıklıklarının yarattığı içimize kapanma refleksiyle başkalarının öykülerinde yapmamız gereken davranışların gölgelerini yaşayabilme imkanı buluyoruz.

Futbola meraklı olanlarımız hatırlayacaktır. Bir kaç yıl önce görebileceğimiz her yerin sarı kırmızıya dönüştüğü, cimbomlu nakaratların yankılandığı o günleri.... Hepimiz neredeyse aynı anda Galatasaray lı oluvermiştik. Kendi öykülerimiz çok farklı olsa bile.

Açıkca itiraf etmek gerekirki çok büyük bir başarıydı. Doğal olarak başarı red edilebilecek bir şey değil. İyi de bu kimin başarısıydı?

Bu başarı ilk başta Fatih Terim ve futbolcularındır. Onları kutlamanın ötesinde, bu bizimde başarımızmış gibi kendimizi bu mutluluğun içinde görmemiz nasıl açıklanabilir acaba?

O mutluluğun içinde kocaman bir hüzün var aslında.Atılan sevinç kahkaları görünmeyen gözyaşlarının değiştirilmiş şekli.

Sanırım dedik ki;

Ey sayın Fatih Terim ve sevgili futbolcular, ben uzun zamandan beri bir şey yapamadım kendi öykümde. Öyküme baktığım zaman görebildiğim çoğunlukla başarısızlıklar ve acılar. Ama sizin öykünüzde başarı var, mutluluk var. Lütfen öykünüze alın beni. Başarınızla kendimi başarılı gibi hissetmemi sağlayın.

Mutlu değilim, mutsuzum. Ve mutluluğunuzla benim de kendimi mutlu gibi hissetmeme izin verin.........

Tam bir fiestaya dönüşen o günlerdeki kutlamalar gerçek fiestaların yaşandığı latin ülkelerindeki karnavalların çoşku ve neşesi içindeyken aslında gerçekte var olan kocaman bir yalnızlığın değiştirilmiş şekli değil mi?

Fiestalarda yalnızlığın ve çaresizliğin yankılanması kılık değiştirmiş mutluluklarla. Tüm yıl boyunca ekonomik anlamda beter durumda bir halk; yılgın, bitkin bir yaşam sürerken, üstüne üstlük katolik kilisesinin koyu ve bağnaz rüzgarıyla soluk alamazken bir günde ne değişiyor ki hayatlarda kahkahalar, mutluluklar, çılgınlıklar kaplıyor hertarafı.....

Kendi öykülerimiz güzel. Hangi rolde olursak olalım başka öykülere öykündüğümüz anda büyüyen bir yalnızlığımız oluyor sanal mutluluğun içinde.

Kendi öykülerimiz gerçekten güzel. Senaryo nasıl olursa olsun o bizim çünkü. Gökyüzünün mavi olması kadar gerçek. Suya olan ihtiyacımız kadar gerçek. Ve senaryolarımız içinde hangi yaşanmışlığı barındırırsa barındırsın, gerçek... Ve gerçekler daima güzeldir.

Yardımını esirge benden
Bırak kendim öğreneyim.
Tutma elimden bırak !
Düşersem düşeyim...

Bir fidan olmama izin ver
Köklerim ilerlerken toprakta
Aldığım yolla büyüyeyim.

Karşılaştığım engelleri bırak!
Bırak toplama önümden
Tüm mevsimleri yaşayıp
Ta içime çekeyim

Yaz olayım,
Kış olayım,
Döküleyim sonbaharla
İlkbaharda yeşereyim....
 
[size=5]demedi
üzerime kim koydu bunca yükü?

demedi
nerede güneş, toprak ve su?

demedi
ben doğarken
neden hızla geçiyor
umarsızlar ordusu

demedi
güç verin, sevgi verin bana

etrafımda hayat olmasza benim
niye yaşarım ki bu boşluğu
bu mücadelem niye demedi

ve kızıl
kan kızıl bir yürek gibi fışkırıp
yeni bir öpücük verdi göklere

yine gökler yıkılmadı!
[/size]

Flower.jpg
 
Geçen günlerde arkadaşlarımızdan biri Can Dündar ‘ın “ Neden kadın şairlerimiz yok ? “ başlıklı yazısını burada yayınlamıştı.Bir şeyler yazmak istedim ama o anda hani hepimizin kötü bir şeyler olacağını bile bile, sorunu yok sayarak , gelecek günü erteleme adına giriştiği anlamsız çırpınışlar vardır ya, bende böyle bir çırpınış içinde olduğumdan kelimeler dökülemiyordu.

Bundan sonra oluşacak cümleleri sevgili arkadaşım İlksen için yazıyorum;

Canım arkadaşım,
Biliyorsun her şey çok çabuk gelişmekte. Hiç beklemediğimiz anda öylesine garip gelişmeler oluyor ki gerçekten Türk filimlerinin “ bu kadarı da olmaz yani ! “ dedirten cümlelerinin içinde bile bulabiliyoruz kendimizi.

Son günlerde zıtların birlikteliğinin en iyi örneklerinin yaşandığı günler yaşadık seninle. En mutlu olduğumuz bir an, en mutsuz olabileceğimiz bir an a da gebe aslında. Başlangıç ve bitiş birbirini tamamlayan unsurlar……

İkinci çocuğuna hamile olduğunu öğrendiğin gün, kocanın da mide kanseri olduğunu da öğrenmen hangi fırtınaları kopardı içinde ? Nasıl bir ateşle yandı o güzel yüreğin?....
Her umutsuzlukta bir umut taşımaya endeksli düşünce yapımız, bir anda dağılmanı engelleyerek mavi gözlerinle yine baktı dünyaya… Gözbebeklerimiz yine birleşti. Gülümsemeler yine yayıldı yüzüne, yüzümüze ve kelimeler ayakta kalman için özenle seçildi kendiliğinden…..

Hiç kötü bir olasılık getirmedik ne sen, ne de bizler aklımıza. Doğacak olan yeni bebeğinin sana verdiği güçle bir kez daha sarıldın hayata. Minik bir el daha tutuyordu elini. Yedi yaşındaki sevimli kızının eliydi bu da. Onun olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen gözlerine bile umut verebilecek ve küçücük ayaklarıyla ayakta kalmasını sağlayabilecek kadar büyüktün.

Bir an, bir an bile dağılmadın sevgili arkadaşım. Düşünmen gereken ve yapman gereken ne çok şey vardı ve zaman, şu kahrolası zaman, yine bildik hızıyla geçip gitmeye devam ediyordu.

24 saate neleri doldurdun? Sanırım geleceğin ve yaşayamayacağın şeylerin yapabildiğin kadarıyla hepsini….Anıların renklerinin solacağını bildiğinden tüm ayrıntıları beyninin en küçük hücrelerine silinmemecesine kazıdın.

Beklemediğimiz o gün çok çabuk geldi. Biz inanmakta zorlanırken bir çok şey takıldı bizim kafalarımıza. “ Bugün değil!” dedik canım, bilesin….Tanrım bugün değil!!!!.... Bir baba, kızının doğum gününde ölmemeliydi ya… Ama aynen böyle oldu.


Bu sıralar çok sıklıkla başıma gelen son veda yolculukları, senin görüntünle dondu kaldı. Bir şiir gibiydin canım arkadaşım. Hiç duyulmamış, ezgileri sen olan kocaman bir senfoniydin. Hiçbir ressamın tuale aktaramayacağı bir bedendin sen. Kelimelerin bildik anlamlarını yitirdiği, sana özel kelimelerle yazılmış bir romandın.

Neden kadın şair yok diye mi soruyorlar ?Gereksiz bir soru…Kadın, kadın kimliğinin içinde, tamamiyle yoğunlaşıp yaşarken bunu satırlara, notalara, tuallere kim istiyorsa yansıtsın!!!

Son yolculuğumuzu yerine getirmek üzere sana doğru gelirken, arabada Musa Eroğlu türkü söylüyordu.

Telli turnam selam götür
Sevgilimin diyarına
Üzülmesin ağlamasın
Belki gelirim yanına

Hasret kimseye kalmasın
Sevdalılar ayrılmasın
Ben yandım eller yanmasın
Sevdanın aşkın narına

Gönüle hasret yazıldı
Sevgiye mezar kazıldı
İki damla yaş süzüldü
Gözlerimin pınarına.
 
:cry: Sevgili dost Sanem,

Başka bir kıtadan duyuyorum hep acılarını; son günler, aylar ve yıllarda.
Başka bir kıtadan bir kaç satır vızıltımı yollayabilmekti yaptığım.

Yine de duyurabildim ya sana cılız sesimi bunca mesafeden...

Biliyorum, çünkü sen durmuş dinliyorsun geceyi.

Sevgiler.
 
yazdım
sildim
yazdım
sildim
yazmak istedim
yazamadım
güçlü olmalı ve güç vermelisin
Sevgiler
 
Üst Alt