Liberal devletin eşitlikten anladığı insanların doğal olarak eşit doğdukları,toplumun yarattığı yapay ayrımların(soy ve unvan) kişiye farklı davranılmasını gerektirmediğiydi. Bu eşitlik anlayışı anayasalarda yerini yasa önünde eşitlik kuralıyla almıştır.(1982 anayasası 10.madde)
Ancak liberal devletin eşitlik anlayışı sosyo-ekonomik yapının doğurdu eşitsizliklerle ilgilenmemiştir. Yasa önünde eşitlik vaat ettiği eşit olmayı sağlamaktan uzaktır.
Zira toplumda her doğan eşit fırsat ve şanslarla hayata atılmıyor. Sonra Liberalizm, ayrımcılığı bireysel bir eylem olarak görüyor, ayrımcılığa ayrımcılığı yapanı cezalandırdığında halledilebilecekmiş oldu bittisiyle çözüm bulacağını sanıyordu.
Liberal anlayış herkese kendi değerine nazaran toplumda yer edinebilme şansını tanısa da bireysel değerin toplumun yapılanması sonucu yaratıldığını, toplumun yapılanmasının kişileri istihdam ve eğitim dışı tuttuğunu ıskalamıştır. Değer kazanmada bir eşitlik yoktur. Bir fırsat eşitliği yaratılmalıdır. Bu anlamda, Liberaller bireyin işe uygun olmasını isterken, işin bireye uygun hazırlanması gerektiğini göz ardı etmişlerdir.
Bireyin değerine ağırlık verilerek yapılan eşitlik tanımı, cinsiyet ve ırksal eşitlik bağlamında ortaya atılan yorumlarla gelişti. Irk dolayısıyla yapılan analizlerde toplumun renk körü kabul edilerek, bireyin değerine odaklanmanın imkansızlığı vurgulanarak azınlık hakları teorisi ortaya atıldı. Bu analize göre zenciler, bir grup olarak tecrit edilmiş ve dışlanmış, ayrımcılık tarihi boyunca bundan muzdarip olmuştu. Sonuçta politik manada güçsüz kılınmış ve dışlanmışlardı. Engelli hakları savunucuları bu teoriyle engelliler arasındaki bağlantıyı fark etmişti. Bu teori engelli kimliği ve iktidar ilişkisinde hakim ve boyun eğen arasında ki eşitsizliğe dikkat çekiyordu.
Amerikan Engelli Yasası’nın (ADA) mantığına yansıyan bu anlayış böylece uygulamaya da geçmiş oluyordu (1990). Bu anlayışa göre engelliler üzerinde ki baskının yaratıcısı medikal model olarak adlandırılan, engellinin bir sakat olarak gören ve sadece sakatın iyileştirilmesine yönelmiş tedbirler alan bakış açısıdır. Engelli yalnızca bir hayır nesnesi değil, bir hak objesidir de. Engellilerin imtiyazlı haklarını, geçmişte uygulanmış haksızca uygulamalar, toplumun önyargısı meşru kılmaktadır. (Bu anlayış çerçevesinde Avustralya ve Birleşik Krallıkta Engelli Ayrımcılık Yasaları-DDA- kabul edilmiştir)
Ancak azınlık hakları açıklamasının engelliler bağlamında yetersiz kaldığı, sorunlar yarattığı bu açıdan yeni bir anlayışın hakim olması gerektiği iddia edilmektedir. Bu sorunlardan en bilineni, azınlık hakları ve azınlık grupları bağlamında yapılan analizler için söz konusu azınlık teşkil eden grubun sosyal ve yasal olarak tanınması/tanınabilmesi gerekir. Bu hususta, sosyal güvenlik ve ayrımcılık hukukları nedeniyle engelli tanımının birbirinden çok farklı yapıldığı, DDA’nın uygulamasında en büyük problemlerden birinin kimin engelli kabul edileceği sorunun çevresinde döndüğü örnek gösterilebilir. Sosyal manada da, engellilerin toplumun genelinin dışında kendi içinde bir grup oluşturmadıkları, kendi aralarında bile bir dayanışma yaratamadıkları söylenmiştir. Engelli dediğimiz sakatlardan bazıları iyileşebilmekte, bazen de kişi ileri yaşlarında sakatlanmaktadır. Sakatlıklar da birbirinden oldukça farklıdır. Dolayısıyla engellilerin bir grup, bir engelli kimliği yaratmalarının zor olduğu söylenmektedir.
Bu yönde bir diğer eleştiri, azınlık dendiğinde, engellilerin kendilerini toplum dışında kabul ettikleri, normal yaşamın dışına çıktıkları ve sonuçta, istemeyerek de olsa, karşı çıktıkları medikal modele bir dönüş yaşanabileceği iddiasıdır.
Son olarak, azınlık haklarının engellinin ihtiyaç duyması muhtemel sosyal güvenlik sisteminin sağlayacağı, karşılıksız tahsis edilen sosyal yardımları kesebileceği endişesi dillendirilmiştir. Zira azınlık hakları kişiler arası eşitsizliği gidereceğinden, ayrıca bir sosyal yardım tahsisinin engelliler lehine ayrımcılık olacağından sosyal yardımları kesmek için bazı yasa koyucular bunu bahane edebilecektir.
Bu çekinceler yeni bir görüşün şekillenmesiyle sonuçlanmıştır. Universalist olarak adlandırılan bu görüş, kısaca, engelliler için önlem almak, ya da engelliler için politika yapmak anlayışı yerine, herkes için politika yapmak, herkesin yararına önlem almaktan bahsetmektedir. “Sakatlık yaşamın normal bir halidir, sakatlıkların hepsi herkesin başına gelebilir”. Bu tanıma göre engellilik hem istikrarsız hem de devamlıdır. İnsanların hiç biri bütün beden fonksiyonlarını kullanamaz. Nitekim, engelli politikası, azınlık olan bir grup için değil, herkes için yapılmaktadır iddiaları bu temel üzerine yükselmektedir.
Böylece, bu görüşe göre, çevrenin dizaynında, vücudun belirli fonksiyonları işlevsel olan kişilerin değil, istisnasız herkesin ulaşabileceği bir ortam yaratılmasını istemek engellilerin hakkıdır. Çevreden kasıt, binalar dahil şehrin herhangi bir yeri, ulaşım ve iletişim araçları, eğitim ve diğer hizmetler, ayrıca iş çevresi ve iş araçları bu anlamda çevre dahilindedir.
BM Genel Kurulu’nun Engelli Hakları Sözleşmesi hazırlaması için yetkilendirdiği Ad Hoc komite, Engelliler için Standart Kurallar bu yeni anlayışı yansıtmaktadır.
Bununla birlikte, bu yeni görüşün neler getirdiği yanında, ayrımcılık yasağı bağlamında engellilerin haklarının zedelenebileceği çekinceleri mevcuttur. Bana kalırsa, ayrımcılık yasağı tabi ki bu görüş bağlamında da kolaylıkla dille getirilebilecektir. Ancak engellilerin yaşadığı ortak sorunları yok sayması, engellilerin çevre düzenlenmesi dışında, toplumdaki önyargıyı önemsememesi sorun teşkil etmektedir. Engelliler için düzenlenen bir çevre belki engellinin ulaşım ve iş, eğitim ile hizmetlere erişimini sağlasa da engelli olmayanların engelliler için yarattığı mitlerin, damgalamanın silinip gitmesini beklemek safdillik olacaktır. Engellilerin farklılıkları nedeniyle de dışlandıkları hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu çerçevede engelliler için azınlık demek belki abartı olabilir, fakat engellilerin ortak bir kimlik oluşturması, benzer deneyimlerle, benzer dışlamalara maruz kaldıklarını söyleyebiliriz sanıyorum.
Ancak liberal devletin eşitlik anlayışı sosyo-ekonomik yapının doğurdu eşitsizliklerle ilgilenmemiştir. Yasa önünde eşitlik vaat ettiği eşit olmayı sağlamaktan uzaktır.
Zira toplumda her doğan eşit fırsat ve şanslarla hayata atılmıyor. Sonra Liberalizm, ayrımcılığı bireysel bir eylem olarak görüyor, ayrımcılığa ayrımcılığı yapanı cezalandırdığında halledilebilecekmiş oldu bittisiyle çözüm bulacağını sanıyordu.
Liberal anlayış herkese kendi değerine nazaran toplumda yer edinebilme şansını tanısa da bireysel değerin toplumun yapılanması sonucu yaratıldığını, toplumun yapılanmasının kişileri istihdam ve eğitim dışı tuttuğunu ıskalamıştır. Değer kazanmada bir eşitlik yoktur. Bir fırsat eşitliği yaratılmalıdır. Bu anlamda, Liberaller bireyin işe uygun olmasını isterken, işin bireye uygun hazırlanması gerektiğini göz ardı etmişlerdir.
Bireyin değerine ağırlık verilerek yapılan eşitlik tanımı, cinsiyet ve ırksal eşitlik bağlamında ortaya atılan yorumlarla gelişti. Irk dolayısıyla yapılan analizlerde toplumun renk körü kabul edilerek, bireyin değerine odaklanmanın imkansızlığı vurgulanarak azınlık hakları teorisi ortaya atıldı. Bu analize göre zenciler, bir grup olarak tecrit edilmiş ve dışlanmış, ayrımcılık tarihi boyunca bundan muzdarip olmuştu. Sonuçta politik manada güçsüz kılınmış ve dışlanmışlardı. Engelli hakları savunucuları bu teoriyle engelliler arasındaki bağlantıyı fark etmişti. Bu teori engelli kimliği ve iktidar ilişkisinde hakim ve boyun eğen arasında ki eşitsizliğe dikkat çekiyordu.
Amerikan Engelli Yasası’nın (ADA) mantığına yansıyan bu anlayış böylece uygulamaya da geçmiş oluyordu (1990). Bu anlayışa göre engelliler üzerinde ki baskının yaratıcısı medikal model olarak adlandırılan, engellinin bir sakat olarak gören ve sadece sakatın iyileştirilmesine yönelmiş tedbirler alan bakış açısıdır. Engelli yalnızca bir hayır nesnesi değil, bir hak objesidir de. Engellilerin imtiyazlı haklarını, geçmişte uygulanmış haksızca uygulamalar, toplumun önyargısı meşru kılmaktadır. (Bu anlayış çerçevesinde Avustralya ve Birleşik Krallıkta Engelli Ayrımcılık Yasaları-DDA- kabul edilmiştir)
Ancak azınlık hakları açıklamasının engelliler bağlamında yetersiz kaldığı, sorunlar yarattığı bu açıdan yeni bir anlayışın hakim olması gerektiği iddia edilmektedir. Bu sorunlardan en bilineni, azınlık hakları ve azınlık grupları bağlamında yapılan analizler için söz konusu azınlık teşkil eden grubun sosyal ve yasal olarak tanınması/tanınabilmesi gerekir. Bu hususta, sosyal güvenlik ve ayrımcılık hukukları nedeniyle engelli tanımının birbirinden çok farklı yapıldığı, DDA’nın uygulamasında en büyük problemlerden birinin kimin engelli kabul edileceği sorunun çevresinde döndüğü örnek gösterilebilir. Sosyal manada da, engellilerin toplumun genelinin dışında kendi içinde bir grup oluşturmadıkları, kendi aralarında bile bir dayanışma yaratamadıkları söylenmiştir. Engelli dediğimiz sakatlardan bazıları iyileşebilmekte, bazen de kişi ileri yaşlarında sakatlanmaktadır. Sakatlıklar da birbirinden oldukça farklıdır. Dolayısıyla engellilerin bir grup, bir engelli kimliği yaratmalarının zor olduğu söylenmektedir.
Bu yönde bir diğer eleştiri, azınlık dendiğinde, engellilerin kendilerini toplum dışında kabul ettikleri, normal yaşamın dışına çıktıkları ve sonuçta, istemeyerek de olsa, karşı çıktıkları medikal modele bir dönüş yaşanabileceği iddiasıdır.
Son olarak, azınlık haklarının engellinin ihtiyaç duyması muhtemel sosyal güvenlik sisteminin sağlayacağı, karşılıksız tahsis edilen sosyal yardımları kesebileceği endişesi dillendirilmiştir. Zira azınlık hakları kişiler arası eşitsizliği gidereceğinden, ayrıca bir sosyal yardım tahsisinin engelliler lehine ayrımcılık olacağından sosyal yardımları kesmek için bazı yasa koyucular bunu bahane edebilecektir.
Bu çekinceler yeni bir görüşün şekillenmesiyle sonuçlanmıştır. Universalist olarak adlandırılan bu görüş, kısaca, engelliler için önlem almak, ya da engelliler için politika yapmak anlayışı yerine, herkes için politika yapmak, herkesin yararına önlem almaktan bahsetmektedir. “Sakatlık yaşamın normal bir halidir, sakatlıkların hepsi herkesin başına gelebilir”. Bu tanıma göre engellilik hem istikrarsız hem de devamlıdır. İnsanların hiç biri bütün beden fonksiyonlarını kullanamaz. Nitekim, engelli politikası, azınlık olan bir grup için değil, herkes için yapılmaktadır iddiaları bu temel üzerine yükselmektedir.
Böylece, bu görüşe göre, çevrenin dizaynında, vücudun belirli fonksiyonları işlevsel olan kişilerin değil, istisnasız herkesin ulaşabileceği bir ortam yaratılmasını istemek engellilerin hakkıdır. Çevreden kasıt, binalar dahil şehrin herhangi bir yeri, ulaşım ve iletişim araçları, eğitim ve diğer hizmetler, ayrıca iş çevresi ve iş araçları bu anlamda çevre dahilindedir.
BM Genel Kurulu’nun Engelli Hakları Sözleşmesi hazırlaması için yetkilendirdiği Ad Hoc komite, Engelliler için Standart Kurallar bu yeni anlayışı yansıtmaktadır.
Bununla birlikte, bu yeni görüşün neler getirdiği yanında, ayrımcılık yasağı bağlamında engellilerin haklarının zedelenebileceği çekinceleri mevcuttur. Bana kalırsa, ayrımcılık yasağı tabi ki bu görüş bağlamında da kolaylıkla dille getirilebilecektir. Ancak engellilerin yaşadığı ortak sorunları yok sayması, engellilerin çevre düzenlenmesi dışında, toplumdaki önyargıyı önemsememesi sorun teşkil etmektedir. Engelliler için düzenlenen bir çevre belki engellinin ulaşım ve iş, eğitim ile hizmetlere erişimini sağlasa da engelli olmayanların engelliler için yarattığı mitlerin, damgalamanın silinip gitmesini beklemek safdillik olacaktır. Engellilerin farklılıkları nedeniyle de dışlandıkları hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu çerçevede engelliler için azınlık demek belki abartı olabilir, fakat engellilerin ortak bir kimlik oluşturması, benzer deneyimlerle, benzer dışlamalara maruz kaldıklarını söyleyebiliriz sanıyorum.