O bir erkekti,
çocukluğunda adı konmamış bir eksiklikle büyüyen,
anne sesinin değmediği sabahlarda
kendi kendine “iyi ol” demeyi öğrenen.
Dışlanmıştı;
bu yüzden kimseyi dışlamamayı seçti.
Evinden çıktı bir gün,
yol dediğin şeyin haritayla değil
kalple çizildiğini anlayarak.
Gittiği her yerde
biraz yabancı,
biraz umut oldu.
Merhamet onun en ağır yüküydü,
ama sırtında taşıdığı en güzel şey.
Uzaklardaki insanlara
isimsiz eller uzattı,
kimse bilmedi;
bilinmemesi gerekiyordu zaten.
Kendi kalbi ise
sessiz bir odada bekliyordu.
Bir sevgi,
bir ilgi,
bir “buradayım” sesi…
Bir kadından gelmeli diye fısıldıyordu içi,
çünkü bazı boşluklar
yalnızca kadın sesiyle dolar.
Bir yandan hastalığıyla boğuştu;
bedeni yoruldu,
ama ruhu dirençliydi.
Bir yandan da
sımsıkı sarılacak bir dost aradı,
sarılınca geçsin diye değil,
sarılınca daha güçlü olsun diye.
Sonra bir kedi girdi hayatına,
adı Mösyö’ydü.
Sessizliğe alışkın,
gözleriyle konuşan bir tanık.
Sevgisini ona verdi,
çünkü sevgi verilmeyince ağırlaşıyor insanın içinde.
Uzaklarda biriyle yazıştı sonra;
kelimeler köprü oldu,
geceler daha kısa sürdü.
Telefonda sesini tanıdı,
kalbi ritim tuttu.
Sevdiğini sandı belki,
ya da sevmeye cesaret etti.
Derken bir gün
ses sustu,
kelimeler gelmedi.
Sebepsiz gibi görünen bir gidişti bu.
Ama onun kalbinde
kırgınlık barınmadı.
Çünkü onun tek amacı
mutlu etmekti sevdiğini.
Gitmişse,
belki gülmek içindi.
Bunu bilmek
ona yetti.
Şimdi buradan sesleniyor:
Hüzünle değil,
nazik bir çağrıyla.
Gel,
birlikte susalım bazen,
bazen de gülelim sebepsiz.
Gel,
yaralarımızı anlatmak zorunda kalmayalım,
sadece yan yana duralım.
Bak,
kelimelerim davetkâr,
ellerim temiz,
kalbim hâlâ açık.
Kelebekler ürkek ama canlı,
uçmayı unutmadılar.
Gelirsen
bir kahve koyarım,
Mösyö dizine kıvrılır.
Ben seni
olman gerektiğin gibi severim.
Ve eğer gelmezsen de
bil ki;
ben yine iyi olacağım.
Ama bir ihtimal…
gel.
çocukluğunda adı konmamış bir eksiklikle büyüyen,
anne sesinin değmediği sabahlarda
kendi kendine “iyi ol” demeyi öğrenen.
Dışlanmıştı;
bu yüzden kimseyi dışlamamayı seçti.
Evinden çıktı bir gün,
yol dediğin şeyin haritayla değil
kalple çizildiğini anlayarak.
Gittiği her yerde
biraz yabancı,
biraz umut oldu.
Merhamet onun en ağır yüküydü,
ama sırtında taşıdığı en güzel şey.
Uzaklardaki insanlara
isimsiz eller uzattı,
kimse bilmedi;
bilinmemesi gerekiyordu zaten.
Kendi kalbi ise
sessiz bir odada bekliyordu.
Bir sevgi,
bir ilgi,
bir “buradayım” sesi…
Bir kadından gelmeli diye fısıldıyordu içi,
çünkü bazı boşluklar
yalnızca kadın sesiyle dolar.
Bir yandan hastalığıyla boğuştu;
bedeni yoruldu,
ama ruhu dirençliydi.
Bir yandan da
sımsıkı sarılacak bir dost aradı,
sarılınca geçsin diye değil,
sarılınca daha güçlü olsun diye.
Sonra bir kedi girdi hayatına,
adı Mösyö’ydü.
Sessizliğe alışkın,
gözleriyle konuşan bir tanık.
Sevgisini ona verdi,
çünkü sevgi verilmeyince ağırlaşıyor insanın içinde.
Uzaklarda biriyle yazıştı sonra;
kelimeler köprü oldu,
geceler daha kısa sürdü.
Telefonda sesini tanıdı,
kalbi ritim tuttu.
Sevdiğini sandı belki,
ya da sevmeye cesaret etti.
Derken bir gün
ses sustu,
kelimeler gelmedi.
Sebepsiz gibi görünen bir gidişti bu.
Ama onun kalbinde
kırgınlık barınmadı.
Çünkü onun tek amacı
mutlu etmekti sevdiğini.
Gitmişse,
belki gülmek içindi.
Bunu bilmek
ona yetti.
Şimdi buradan sesleniyor:
Hüzünle değil,
nazik bir çağrıyla.
Gel,
birlikte susalım bazen,
bazen de gülelim sebepsiz.
Gel,
yaralarımızı anlatmak zorunda kalmayalım,
sadece yan yana duralım.
Bak,
kelimelerim davetkâr,
ellerim temiz,
kalbim hâlâ açık.
Kelebekler ürkek ama canlı,
uçmayı unutmadılar.
Gelirsen
bir kahve koyarım,
Mösyö dizine kıvrılır.
Ben seni
olman gerektiğin gibi severim.
Ve eğer gelmezsen de
bil ki;
ben yine iyi olacağım.
Ama bir ihtimal…
gel.
