Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

"Hız iblisi"ne teslim olanlar ve sakatlar [Haftanın Konusu]

OturanBoğa

Yönetici
Üyelik
9 Ocak 2003
Konular
674
Mesajlar
58,361
Reaksiyonlar
710
[size=5]"Hız iblisi"ne teslim olanlar ve sakatlar[/size]

Bülent Küçükaslan

BİANET / 14 Temmuz 2008

Yavaşlık adlı romanında Milan Kundera, çağımızın "hız iblisi"ne teslim olduğunu söyler... Sahiden de, gündelik yaşamımıza baktığımızda, büyük çoğunluğumuz bu savın ispatı gibiyizdir. Hep bir yerlere yetişmek, bir şeyleri "tam zamanında" halletmek, başarmak, doğru zamanda doğru yerde olmak, "hedef"e kilitlenmek, önümüze çıkan "teferruatları" ezip geçmek, "önemli" şeyler uğruna "önemsiz" şeyleri feda etmek, yanından geçtiğimiz kişilere/şeylere bakmadan/oyalanmadan devam etmek; bunları yaparken de –olabildiğince- kusursuz olmak, güzel olmak, dik durmak, aslan gibi-dağ gibi-jilet gibi-taş gibi olmak, ağlamamak, hastalanmamak, güçsüz görünmemek, "erkek gibi" olmak, "imajı çizdirmemek" zorundayızdır. Hep bir koşturmaca, yarış söz konusudur; ve her koşu bir sonraki yarışın seçmeleri gibidir.
Ama bu kadar da değil. "Hız iblisi" bundan kötüsünü de dayatıyor... Bir yandan sürekli koştururken, diğer yandan, aslında öyle "kusursuz" ve "güçlü" olamasak da, dışarıya karşı sürekli "hazır", sürekli "iyi", sürekli "güçlü" görünmek ve o maskeyi taşımak zorunda da bırakıyor bizi bu "iblis". Yani bir yandan kendine yabancılaşma, sınırlarını sürekli zorlama, kendini, herkesi ve her şeyi sürekli tüketme dayatması var; diğer yandan da bir sahtecilik, bir sahicilik sorunu.
Bir başka deyişle, postmodern dönemin kahramanı "iblis", dayattığı "mışlı hayatlar"ın kırılganlığı, sürekli-serap halinin çakırkeyfliği ve -ayılır gibi olunduğunda fark edilen- kalabalık içindeki yalnızlığın ürkütücülüğü ile, yaşamlarımızı bir yandan elimizden alıp terörize ediyor, bir yandan da sanallaştırıyor!

Neredeyse hepimiz "moda ilahlarının", "yaşam direktörlerinin", "toplum mühendislerinin", "mahallelinin" olmamızı istediği gibi olmaya, "öyle" olabildiğimiz sürece kendimizi başarılı ve mutlu saymaya, "öyle" olamadığımız veya bir sebeple azıcık tökezlediğimizde ise tepetaklak olmaya "yaşam" der olduk.
Başarılı, sağlıklı, güzel, şık, popüler olmayı "hayatın ritmi"; buna karşın herhangi bir konuda başarısız olmayı, yenilmeyi, hastalanmayı, sakatlanmayı veya bir sebeple o "lifestyle" kurgunun dışında kalmayı ise "hayat ritminin bozulması" olarak adlandırıyoruz.

Hülasa, "hız iblisi"nin peşi sıra sürekli bir kusursuzluk, başarı ve imaj peşinde koşturup, aslında olmadığımız ve belki de olmak istemediğimiz biri gibi olmaya, kendimizi ambalajlamaya çalışıyor ve bunun adına da "yaşam" diyoruz.

***
Başlıktaki "sakatlar"a gelecek olursam... Sakatların, yukarıda ifade etmeye çalıştığım yaşam biçiminin tam karşısında -ve onun yıkıcılığını deşifre edecek şekilde- çırılçıplak bir gerçeklik gibi durduğunu düşünüyorum. Görmenin, duymanın, konuşmanın, zekânın, anlamanın, yürümenin, koşmanın, hızın, güzelin, farklı olmanın, gücün, sağlığın, yarışın, başarının, çalışmanın, dayanışmanın, sevginin, vicdanın ve benzeri daha nice kavramın, sakatların yaşam deneyimlerinde bambaşka (ve gerçek) anlamlarla varolduğunu düşünüyorum.

Sakatların yaşam deneyimlerinin ve bedenlerinin -"hız iblisi" ve "lifestyle" kurgulara inat- gizlemeye karşı gösterme, konuşmaya karşı dinleme, almaya karşı verme, koşmaya karşı yavaşlama, geçip gitmeye karşı duraklama, unutmaya karşı hatırlama, çalışmaya karşı dinlenme, yarışa karşı oynama, kazanmaya karşı keyif alma ve benzeri önermelerle, herkese, kendisiyle ve yaşam alanındakilerle barışmak için davet sunduğunu düşünüyorum. "Göründüğün gibi olma"ya karşı, "olduğun gibi görünme"ye davet; sahnelenen oyunda bir an durmaya, tüm ezberleri unutmaya ve sahneden inmeye davet; bedeninle kavga etmeden aynaya bakabilmeye davet; akşam kendinle baş başa kaldığında, yaşadığın günü ve insanları gönül rahatlığıyla düşünebilmeye davet; dayatılan hayatı tüm "normal"leriyle birlikte sorgulamaya ve onun anlamsızlığını deşifre etmeye davet.
 
İnsanlık tarihi; iyi ve kötünün savaşı ile başlamıştır. Yapılan kötülükler o kadar acımasız olmuş ki,iyiler bunun karşısında ezilmemek, hem de iyiliği hakim kılmak için çareler üretmeye ve günün şartlarına ayak uydurmaya çalışmışlardır.Güvenin olmadığı Toplumlarda,höşgürüsüzlük,ahlaksızlık,üçkağıtçılık,başkasına şans tanımama,güçlünün zayıfı ezdiği toplumlar haline gelinmiştir.kendini zayıf sayanların dışında, diğerleri zayıflığı kabul etmemiş ve modern hayatın hızının gerektirdiği şartlarda kendilerini yetiştirerek çok güçlü hale gelmişlerdir.
Engelliler, bu modern hayatın içinde yer alarak kendilerini geliştirmiş ve bu geliştirme sayesinde ayaklarını yere sağlam basarak, modern hayatın hız seviyesini yakalamışlardır. Yakaladıkları hızla kimileri Mühendis,Öğretmen,İşçi,Memur v.b mesleklere sahip olmuşlar,meslek sahibi olmayanlarda hiçbir zaman hayatlarına küsmeyerek çağın gerektirdiği şartlarda kendilerini yetiştirerek hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
İyiliğin kötülük,kötülüğün iyilik sayıldığı toplumlarda hız iblisine kapılmamak elde değildir.Hayatın gerektirdiği şartlar ağır olduğundan, zorluklara karşı önlem almak,Hayatın karmaşıklığına karşı mücadele etmek zorundasınız.Başkasına muhtaç olmamak,kendi işini kendi yapmak ve hayatı en güzel şekilde geçirmek için hız iblisini yenmek zorundasınız.Kimseden etkilenmeden en doğru yol takip edilerek hız iblisi yenilir.Ve mutlu bir hayat sürdürülebilir.
 
Daha önce birkaç kez SHOW dünyasında yaşadığımızdan söz etmiştim. Bu dünyanın tanrıları yaratmışlar işte bu "hız iblisi"ni. Kutsal kitaplarda geçen tasvirlerin tersine bu iblis, tanrılarla kanki. :p Yani kafaları denk.. Birbirlerine hiç muhalif olmuyorlar..

"İlk çağlardan beri olimpiyat oyunlarının sloganı haline gelen “Citius, Altius, Fortius” aslında atletizmin felsefesini oluşturur. “Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü”. Atletizm daha hızlı koşmak, daha yükseğe atlamak, daha ileriye fırlatmak demektir."miş. İşte SHOW dünyasının tanrıları bu sloganı almışlar, daha güzel, daha yakışıklı, daha heyecanlı vb. kavramları da eklemişler, reytinglerini dolayısı ile kazançlarını maksimize etmek için iblisle birlikte tepemizde boza pişiriyorlar. :(

O nedenle o iblisi -1eysel olarak- yenmeyi unutun!! Herifçioğlu tek başına değil ki.. Bizse üç kişi bir araya geldiğimizde aramızda hır çıkartmadan duramıyoruz.. :evil:



SHOW dünyasının tanrıları, Köleci toplumun Spartaküslerini, Maximuslarını öylesine allayıp pulluyorlar ki "ulan bu çağda böyle yaşayacağıma o çağda 'köle' olsaydım keşke" :p dedirtiyorlar adama.. "Resmî Tarih" dedikleri şey de öyle.. Başından sonuna kadar bozulmadan ezberlenilen bilgiler ve kahramanlıklar bütünü. :(

Oysa yapılması gereken; sunulan yanılsamaya kanmak, eskilere özenti değil; 'bizden önce geçenler'i öğrenerek, bilerek, süzmek ve ders çıkarmak olmalıdır! Akla gelebilecek her şeyi sorgulamak/tartışmak/yargılamak ve başarı için mücadele vermek olmalıdır! Bütün bunların hakkından gelmek, tek başına, yani 1ey olarak yapılacak iş değildir! Bunu savunmak bile komik ve anlamsız gelir bana.. Çünkü, "hız iblisi" ve saz arkadaşları yukarda dediğim gibi "tek başına" gelmiyor üstümüze! :(

Ve yine o "iblis ve arkadaşları" karşılarındakinin (yani bizlerin) gücünü kırmak için aramıza olmadık uyduruk nifaklar sokup, 1eysel düşünmenin ve davranmanın yararlarını pompalayıp durular. Sonuçta da kazanmak onlara ait olur tabii. :(



Lâkin, çağdaş (ve hızlı) dünyanın biz sakatlara sunduğu nimetleri yok saymak da nankörlük olur bence.. Her şeyden önce, bilgisayar ve internet dünyasının süper gelişimi akıllara durgunluk veriyor.. Tıp ve ilgili sektörlerdeki gelişmeler de az sayılmaz.. ABD ve AB halklarının/engellilerinin verdikleri mücadelelerle kazandıkları haklar, kopyala-yapıştır yöntemiyle ve dayatmalarla da olsa (AB müktesebatı bir 'dayatma'dır! 'Dayatma' her zaman kötü değilmiş yani ;) ) bizlere de az buçuk uygulanmaya başlandı.. (Aslında adı konulmayan ve sakat bir çelişki var ortada.. :( Tarih boyunca hep bu tür yöntemleri kullanmaya alıştığımızdan, hep "başkası pişirsin biz de onu kullanalım" dediğimizden, "Amerika keşfedilmiş nasıl olsa bi daha keşfetmeye gerek yok" sözünü tembelliğimize kılıf olarak kullandığımızdan, yukarıdaki yazın ve yakınmaların ortaya çıkıyor Bülentçim. ;) )
 
Bu konu benim için yüzyılın temel sorunu..Daha önce değişik başlıklarda söz etmiştim bu konudan.. Örneğin Tıp insanlığa
yararlımıdır yoksa zaralımıdır başlığında;
''Çağımız insanına sürekli, HIZ ÇAĞINDAYIZ masalı okunurken, tıp yine sessiz. İnsan doğasına aykırı olan bu hızı insan
kaldıramaz. Kaldıramıyor da zaten, psişik sorunların nerelere vardığından belli.''
Örneğin yalnızlık başlığında;

''Engelli yalnızlığı? Bilmem ama düşüneceğim galiba..Bence bütün anlattıklarımı doğrular..Yalnız olmak özüne dönmekse
terkedilmişlik gibi yada vefasızlık gibi dramatik kelimelerin arkasına sığınmamak gerekir bence..Zaten insanlar
birbirleriyle ön pencereleriyle ilişki içindeler..Kimse kimseyi içindeki bahçelerde, vadilerde ağırlamıyor ki..
İlla billa engele bağlamamak gerekir bunu..Bant üretimin hızına ayak uyduramayanlar ayıklanıyorlar o kadar..
Yani farkeden bir şey yok..

Yabancılaşmayı yaşamaktan, kendi özüne dönmekten bahsediyoruz..Daha ne olsun, bir şekilde çıkıveriyoruz çemberin dışına..
Şaka tabi bu dediklerim..''

Yazdıklarımdan sadece ikisi..Benimle aynı yerlere varmış insanları bulmak güzel..En kısa zamanda edinip okuyacağım
bu kitabı..

Kısaca bir şeyden bahsedeceğim burada..Bu çemberin dışında yada içinde olmaya kırk yıldır karar veremedim ben..Gırtlağıma
kadar batmışım kişisel bağlarımla, sorumluluklarımla...Fakat sokaktan geçen bir çöp toplayıcısına, evsize de özenirim hep.

Yani bazen bu oyunu stanislavski gibi drama biçiminde içinde yaşarım..Bazen de Bertol Brecht gibi dışardan seyrederim..Kah
Fellini karekterlerine özenirim, Bazende Rambo kişiliklere..

Umarım bu başlık günlerce uzar..Yüzlerce düşünce gelir..Engellilik başlı başına bir avantaj hıza karşı durmakta..O hıza
engelli olduğumuz için değil, mahkum olduğumuz için değil, insan doğasına aykırı olduğu için karşı durduğumuz sürece..
 
EVET HAYATIMIZDA MALESEF BU VAR.İSTEMESEKTE BU DAVRANIŞLARI YAPMAK ZORUNDA KALIYORUZ YADA İTİLİYORUZ ETKİYE TEPKİ OLARAK OTO KONTROL HALİNİ ALMIŞ BU DURUM.
 
Hayatı öğrenmek için bir gününü acil serviste geçirmen gerek, derler ya. Hayatın aslında nasıl da kırılgan ve bunun ne kadar da yakın bir olasılık olduğunu görmek açısından...
Gündelik yaşantımızda nelerin peşinden koşup, ne canlar yakıp, nasıl da basit terslikerle tepetaklak oluyoruz. Sürekli havuç peşinde koşmak gibi. Koşarken hem kendimizi helak ediyoruz, hem de yanıbaşımızdakileri eziyor, veye en basit haliyle görmüyoruz.
İşte sakatlık, bu gerçekleri görmek-göstermek için çok önemli bir avantaj. Ve bu, görme konusunda sakat olmayanların yaşamlarına da ışık tutabilecek, onları gerçek anlamda yaşama döndürüp, ete-kemiğe büründürecek bir potansiyel de taşıyor. Hani, politikacı, akademisyen, entellektüel vb. kişiler için "halktan kopuk" derler ya, onun gibi, "yaşamdan sapmış" insanları yaşama döndüren doğal bir fener gibi görüyorum sakatları.

Not: Tabii, burada amacım gözlerim kapalı şekilde sakatları idealize etmek değil. Yani tüm sakatlar böyledir, "görür" demiyorum. Sadece, "görmek-göstermek" konusunda fazladan bir avantajları var; bunu kullanmalılar, diyorum.
 
"Esas olan yaşamı çoğaltmaktır.." demişti yazar..

İçinde yaşadığımız devasa şehirlerde arasına sıkışıp kaldığımız demirlere ve betonlara ruh katmak için insan kendi ruhunu, aşkını, cevherini kaybediyor... modern dünyanın hızlı hareket etmesini sağlamak ve hatta devamı için özünü, benliğini, varlığını ve yaşama sebebini, anlamını yitirmek pahasına bir yakıt olarak kullanılıyor..

"Hep bir yerlere yetişmek, bir şeyleri "tam zamanında" halletmek, başarmak, doğru zamanda doğru yerde olmak, "hedef"e kilitlenmek....... kusursuz olmak, güzel olmak, dik durmak, aslan gibi-dağ gibi-jilet gibi-taş gibi olmak, ağlamamak, hastalanmamak, güçsüz görünmemek, "erkek gibi" olmak, "imajı çizdirmemek" ......" üzerine kurulu dünyada insan maalesef bu naylon uygarlığa kurban verilmiş durumda.

Sakatlığın bir avantaj olması gerektiği düşünülse de -bence-, her şey de olduğu gibi bu konuda da sakatlık bir dezavantaj olarak yerini alıyor. Çünkü; düzen kurulu kronometreye basılmış durumda "tam zamanında" halletmek, başarmak, doğru zamanda doğru yerde olmak...." için sakatların daha hızlı ve çevreyle daha alakasız olması tam anlamıyla hedefe kilitlenip at gözlüklerini takması gerekiyor ki, hızı kesilmesin.
 
Bir kaç arkadaşımın bildiği gibi bir hafta önce eğitim için bir haftalık bir kurs için İsviçrenin Basel kentindeydim.Avrupayı bilmeyen görmeyen biri değilim ama bir çok özellikler bakımından Basel çok farklı bir kent.Dünya görüşümde farklılıklar olmasa da bazı konularda ciddi anlamda daha farklı yaklaşımlar edindiğimi söylemeliyim.

Bülentin anlatmaya çalıştığı konuya tabikii gireceğim ama öncelikle diğer arkadaşlarımın yazdıklarına da değinmeden geçmek istemiyorum.

Bir çok anlamda şaşkınlık yaşadım. Yaşadıklarımdan bir tanesi de internetti sevgili babür.Bizlere kursa gelirken dizüstü bilgisayarlarımızı getirmemizi istediler.İstanbul yaşamında dizüstü bilgisayara öylesine alışığız ki. yani bir kaç dakikalık bekleme sürelerinde bile wireless varsa dizüstü bilgisayarlarımızı kullanmazsak olmuyor burada.Dolmuş beklerken,kahve içerken bir sürü yerde dizüstü bilisayarını kullanan insanlarla dolu memleket.

Yaşadıklarımız ve gördüklerimiz bir süre sonra bizlere normal gelmeye başlıyor. Kanıksıyoruz. teknoloji çağındayız, hız çağındayız o zaman olmazsa olmazlardanımız dan bir tanesi internettir. Sahii ya bir sürü bilgiyi saniyenin bilmem kaçta kaçı bir hızla gözlerimizin önüne seriveriyor.

Kurs gördüğümüz yerde dizüstü bilgisayarlarımızı tabikii kullanırken internet diye bir olgu yoktu.Burası bir okul olduğundan doğal diye düşündüm ama ilerleyen günlerde internetin bizdeki gibi asla kullanılmadığına şahit oldum.Kaldığımız otelde bile internetin kullanımı sınırlıydı.İnsanlar interneti nasıl kullanabilirim diye sorduğumuzda bizlere acayip gözlerle bakıyorlar.Kuşkusuz yaşamlarında internet var ama kölesi değiller. Çok gerekiyorsa, bir ücret karşılığında yarım saatlik aralarla satın alıyorsun interneti.Telefon kartları gibi.

Bunun dışında hemen hemen tüm halkın kitap okuma alışkanlığı yitirilmemiş. Bizde herhangi bir aracı bekleme anında bile dizüstü bilgisayarlar hemen açılırken, elinde dizüstü bilgisayar taşıyan bir kişi bile görmediğimi itiraf edeyim . Ama trenin yada tranvayın gelmesine iki dakikalık bir süre de bile kitaplar ellerden düşmüyor. İnsanlar araçlara kitaplarla giriyorlar. Yada gazatelerle. Onlar da bedava

Çok merak ediyorum onlardan daha mı çok teknolojik bilgimiz ve diğer bilgilerimiz var. Onlar bu çağın insanları değil mi?

Yaşam son derece normal hızıyla akıyor. Öylesine güzel bir sistem kurmuşlar ki her alanda saat beş dediğin zaman her yer kapanıyor.Çok acil durumlar için sadece bir alışveriş merkesi o da saat sekiz e kadar açık ve inanın dolup taşmıyor bizdeki gibi. Düşünsenize İstanbul da bir tek yer açık olmuş olacak ve orası nasıl olur acaba?Hadi istanbul büyük bir kent diyelim şehir değil burası bir ülke ama aynı büyüklükteki bir şehrimizde aynı şeyi yaptığımızda yağmalanır her an orası diye düşünüyorum.

Mesele bakış açılarımızda dünyaya bakan pencerelerimizde.

Çok somut bir tipik Türk davranışımla sonlandırayım.

Şehirde 8 tane müze var. Hepsini gezmem söz konusu değildi tabii ve bende kendime en yakın olarak sanant müzesini seçtim gezmek için.Şansıma çok büyük bir kolleksiyon vardı. İnanamazsınız. Dali den tutun Picassoya, Rodin e, 1400 yıllardan kalma eski resimlere kadar.Müzelerde fotoğraf çekmek yasak biliyorsunuz. Ama ellerim kaşınıyor çekmem lazım.

Sizi içeri girerken aramıyorlar, güven var insana, bir yasak var müzede fotoğraf çekilmez diye ve bunun arkasındalar.Dayanamadım gizlice bazı resimlerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Öyle bir sistem kurmuşlar ki fotoğraf çekildikten sonra ince bir ses yankılanıyor etrafta.

Bu sesi görevliler duyup gelene kadar makinam benim çantamda tabikii. Elimde hiç fotoğraf makinasını görmediler ve sormak akıllarına bile gelmedi çantanıza bakabilirmiyiz diye. Çok acıdır ki sistemde bir hata olduğunu düşündüler. :oops:

Cehennemimizi kendimiz yaratıyoruz diye düşünüyorum...
 
Dogru bir cümle hayatının bir gününde acil serviste olacaksın,yada hani ilk okulda hayat bilgisi dersi vardır ya, orda ev ödevi olarak bir gün gözlerin kapalı evde yaşamaya calıs. yada sandelyede bir günü geçir, bir gününde kulaklarına pamuk tıka, agzını bantla yada bir süre harclık alma harcama.Birde okullarda 23 nisan şenliklerinde yabancı ögrenciler gelir veliler kavga eder bizde misafir olsun diye.Engelli cocuklarıda evlerınde misafir etseler güzel olur. cocukları yabancı cocuklardan ögrenecegı arkadaslıgı dostlugu,engelli cocuklardan cok daha fazla alacakları kesin.tabi bu arada sorunlarını görecekler kimbilir belki gelecek nesilin duyarlılıgı daha farklı olur her ne kadar gercekten hissetmeselerde.belki bu cocuklar ilerde bir yerlere geldiginde misal mimar olsa köprü yaptıgında yanında asansörü düşünür park yaptıgında tekerlegin nasıl gececegini düşünür,yönetici oldugunda engellininde çalısması gerektigini düşünür vekil oldugunda engelliden de oy aldıgını düşünür ve bircok sey biraz konunun dısında ama olsun aklıma gelmısken yazıyım dedim
 
andante
Ne yapsınlar orda bir türk oldugunu düşünememişler. sistem çok güzelmiş kontrol etmelerine gerek yok bu durumda.Dizüstü konusunda tek bi cümle söylemem gerekli malesefki ülkemizde son yıllarda teknoloji ucuzladı ve hızlandı buda görgüsüzlüge neden oldu. işi olanda olmayanda taşıyor. birazda havayı sevmemiz çevre etkisi yine konuyla ilişkilendirmek gerekirse
 
:D Hoş gelmişsen Sanemcim. Gözlemlerini aktarmışsın. Klavyene sağlık. :)

Bilindik bir Napolyon fıkrası vardır:
[size=4] İspanya kralı Napolyon karşısında yenilmiş ve esir düşmüştü. Gururu incinen kral Napolyon’a şöyle der: "Siz yalnızca para, altın ve toprak elde etmek için savaşırsınız. Oysa biz İspanyollar onur ve namusumuz için savaşırız." Kralın durumunu anlayan Napolyon ona sessizce şunu söyler: "Doğru söylüyorsunuz, kimin neye ihtiyacı varsa, onun için savaşır!" [/size]
Ben de şimdi "Demek ki onların okumaya ihtiyacı varmış, o nedenle okuyorlar.. Bizim bilgisayar ve internet ihtiyacımız varmış, elimizden düşürmüyoruz bu aleti" diyecem ama örtüşmeyecek.. :( Dünyanın en az kitap okuyan toplulukları arasındayız yaf.. :evil: PC ve İ.netin de en çok çet bölümünde karşılıklı geyik yapmaya bayılıyoruz.. :( Geyik kitaplarını bile okumuyoruz. :( Çünkü onlarda 'karşılıklılık' olmuyor! Ya da bilgisayardaki gibi olmuyor!

Lâkin ben yukarda "süper gelişim"den söz ederken biz sakatlara sunduğu nimetleri göz önüne getirmiştim.. Hani evden çıkmaya bile gerek duymaksızın alış-veriş yapabilmek, banka işlemlerini yapabilmek, dinlemeye doyamayacağın müziği dinlemek, başka türlü asla izleyemeyeceğin filmleri izlemek, piyasada bulamayacağın e-kitapları okumak vb. vb.
 
KİTAP OKUMA KONUSUNDA TÜRKİYE İLE JAPONYA ARASINDA BİR KIYASLAMA YAPILMIŞ DAHA DOGRUSU ARAŞTIRMA JAPONYADA KİŞİ BAŞINA DÜŞEN KİTAP OKUMA ORANI 24 TÜRKİYEDE İSE 24 KİŞİYE 1 KİTAP.BAŞKA BİR ÖRNEK UGUR ARSLAN CIKARDIGI ŞİİR KİTABININ 10.000 SATTIGINI SÖYLÜYOR AMA AYNI ŞİİR KİTABINDAN SECMECE BAZI ŞİİRLERLE YAPTIGI ALBÜMÜN 100.000 OLDUGUNU SÖYLÜYOR SANIRIM DİNLEMEK DAHA KOLAY.OKUMUYORUZ AMA HERSEYİN NEDENİ OLDUGU GİBİ BUNUN DA NEDENLERİ VARDIR BELKİ ALISMADIK YADA ALISTIRALAMADIK
 
Ah canımcım benim,

Seni gayet iyi anladım, anlamaz olurmuyum... Çok doğru söylüyorsun, gerçekten de engelli bir insan ihtiyacını dışarı da karşılayamıyorsa, insan olmanın beraberinde getirdiği her şeyi teknolojiyi kullanarak evinde yapabilecek duruma gelmelidir. mantık olarak doğru. İnan bana düne kadar bende senden farklı düşünmüyordum.

Şimdi böyle düşünmüyorum. :D

Çünkü; Basel engellilerin yaşayabilmesi için özel olarak düzenlenmiş bir kent.Oraya ilk adımımı attığımda engelli insan sayısındaki fazlalık şaşırttı beni. Ben engelli arkadaşlarımızı wattabe şenliklerinin dışında sokaklarda çok nadir olarak görenlerdenim. Sizlerde öylesiniz. Bizde engelli insanların yaşaması için uygun mimari bir yapılanma yok, çok doğal olarak onları sokaklarda göremiyoruz.

Orada ise insanlar iç içe yaşıyor. Çünkü herşey engelli insan düşünülerek yapılmış. Şehir için de araba kullanılmıyor. Arabaların kullanıldığı yollar ayrı. Halk arabaları seçmiyor. Niye seçsin?!!!!! Öylesine güzel bir ulaşım sistemi kurmuşlar ki, tranvaylar sayesinde ve özel olarak yapılmış bu tranvaylar sayesinde, ve sayısının çokluğu da önemli bir etken tabikii, herkes sokakta.

Alışveriş merkezleri, aklınıza gelebilecek hemen hemen herşey tüm engellilerin ihtiyacı düşünülerek yapılmış. Şehir tranvay ve bisikletle ulaşımını yapan insanlarla dolu. Onlara bazen de tekerlekli sandalyelerini son derece ustalıkla kullanan engelliler katılıyor. Görüntü öylesine insanca ki, bunu anlatabilmenin alıştığımız bilinçle imkanı yok.

Engelliler, halkın diğer yarısı gibi müzelerde,müzik marketlerde, kafelerde, sinemalarda, futbol maçlarında( Final maçını, ren nehrinin kenarına kurulmuş stanlarda dev ekranda izledim, engellilerle birlikte).

Öz olarak sağlam diye adlandırdığımız kişiler neredeyse, engelliler de orada. Sağlam engelli diye bir kavram yok bilinçlerde. Durum var sadece ve durumlar düşünülerek ortakça el ele bir yaşam.

Hız iblisi şimdilik uğramamış buraya......
 
Of oof.. "Şimdi Basel'de olmak vardı anasını satıyım" :p dedirteceksin yani illa insana..
 
Demekki hız göreceli bir şey..Süper konforlu bir uçakta yada otomobilde hissedilen hız ile
bizim murat 124 de hissedilen hız aynı değil aslında...Birisi insanı rahatsız etmk yerine
insana hizmet veriyor..Ötekisi insanı rahatsız etmeyi bırakın yaşamı ve sağlığıyla oynuyor.

Andante'nin anlattıkları bu altyapıyı hazırlamış ve hız kültürünü gerektiği kadar kullanan
bir yaşam şeklinin güzel bir örneği bence..

Birde şöyle düşünmek mümkün mü acaba? Sonuçta bu ve benzeri birkaç şehir,dünya zenginliğinin
tüketildiği yerlerdir..Bu iblis hızın getirileri buralarda, sindire sindire hazım ediliyor
diyebilirmiyiz..

Yoksa dışarıda benim gördüğüm hız iblisi, insanı yutmaya ve delirtmeye devam ediyor..
 
Sevgili kuyucak, tam üstüne bastın :D

Bütün sorun 'altyapı'da.. (aslında eğitim, kültür bir üstyapı kurumudur ama.. Burada altyapı oluyor.. ;) )

F1 arabalarını Bayburt'un şose yollarında yarıştıramıyoruz di mi? (Halilcim attım ama yanlışım varsa düzelt ;) ) Onlar için apayrı bir pist yaptırmak zorunda kaldılar.. İşte bu altyapı oldu.. İnsanlarda da ekonomi, kültür ve teknoloji sacayağı eşitsiz yükselince, kültür altyapısının 'pist'i şose olup teknoloji 'F1' devinin arabalarını orada yarıştırmaya kalkınca böyle abuk sonuçlar doğuyor. :evil:
 
Bir sakat, "hız iblisi" ne teslim olamaz... Belki bir süre etkisine girebilir ama teknik açıdan bu etki tam teslimiyetle sonuçlanamaz. Bu yüzden de sakatlar çok şanslı diyorum ben.
Sakat;
-Beterin beteri vardır der...
-Daha kötüsüde olabilirdi diye düşünür...
-Doğuştan ya da sonradan kazanılan sakatlık mertebesiyle, ailesi her daim yanında ona tam destek oluyorsa; ailenin bir insan için en kıymetli hazine olduğunu bir sakattan daha iyi kimse anlayamaz...
-Elindekilerle yetinmeyi öğretir sakatlık... Ayağı kesilip ampute olduğunda, arkadaşları,"- helal olsun, biz senin yerinde olsaydık yaşayamazdık!" derlerken; o, kalan diğer ayağı için şükreder...

"Hız İblisi" böyle şeyleri hiç mi hiç sevmez : D Bu yüzden O, kurbanlarını sağlam insanlardan seçer...
 
nüans' Alıntı:
Bir sakat, "hız iblisi" ne teslim olamaz... Belki bir süre etkisine girebilir ama teknik açıdan bu etki tam teslimiyetle sonuçlanamaz. Bu yüzden de sakatlar çok şanslı diyorum ben.

"Hız İblisi" böyle şeyleri hiç mi hiç sevmez : D Bu yüzden O, kurbanlarını sağlam insanlardan seçer...

Sevgili arkadaşım; Vallahi ben bu yazdığına katılamayacağım ne yazık ki.Zira Hemencecik aklıma gelen bir olayı sisler ile paylaşayım.

Günlerden ; geçmiş bir zaman yer; Marmara adası. Konum ; Sevgili arkadaşım,dostum pegasus'un engelliler için donatılmış ultura süper arabası :)

Herşey bilindik güzel gün başlangıçları ile başlamıştı.Marmara adasının eşsisz güzel sahilinde çok güzel bir güne merhaba kahvaltısından sonra zeytin ağaçları içersindeki otelimizden ayrıldık.Marmara adasının normal tek gidiş gelişli normal asfalt yollarında normal ve hatta oldukça yavaş bir seyir ile geze geze, göre göre ve hatta zaman zaman bu güzel adanın güzel kıyılarını ve doğal yapısını kareleyerek yolumuza devam ettik.Eninde ve sonunda bir ada olduğundan gideceğimiz mekan oldukça sınırlıydı.çınarlı,saraylar, aslmalı, topağaç, gündoğdu gibi şirin sahil köylerini sırasıyla gezip geri gelecektik.Amaç güzel yerler görüp birazda denize girerek kendimizi ferahlatmak idi.Ne varki ilerlemekte olduğumuz yoldan yukarı doğru başımızı kaldırdığımızda marmara adasının en yüksek tepesi olan ve adını daha sonradan öğrendiğim yüksekliği 700 metre olan nato tepesine gitmek gibi tuhaf ve bir okadarda dayanılmaz istek ile başladık eski rumlardan kalma ve sadece bir aracın binbir zahmetle gidebileceği tek gidişli yer yer taşlar ile düöşenmiş çoğu kısmı stabilize ve hatta neredeyse bir ofroad tecrübesi yaşatan yoldan tırmanmaya.Bülent bana dönerek " Babacan,bu adayı engelli bir kimse olarak,engellilerinde önlerinde engel tanımaması gerektiğini cümle aleme göstermemiz gerekir" demişri.Nereye gittiğimizi inanın ki görene kadar ben de fark edemedim. Malum nato tepesine vardığımızda çok güzel bir doğal corafyanın içersinde bulduk kendimizi.Sevgili Bülent "İşte sonda buraya da çıktık.Biz istersek her şeyi yaparız değilmi bacan" sözlerine aynen katılarak o bölgede bir çok fotograf karesi çektik.

Buraya kadar herşey gayet normal sürat ve hatta çok çok emniyetli sürat sınırlarındaydı.O tepeden ayrıldıktan sonra sıradaki hemen hemen tüm tepeleri de aşarak herbirininden adaya şöyle bir baktık. Ancaakkkk Ne oldu ne gitti bilemedim,birden olayın rengi değişiverdi.Bizim uysal,mülayim ama maceracı ruhta bulunan pegasus dönüşte ve neredeyse 700 metre yükseklikte sıra dağların sırtlarındaki o imkansız yollarada verdi gazı,verdi gazı. Aman yarabbiii nasıl bir hız.Sevgili Bülentin içine harbiden bir İblis girmişti ama nasıl bir iblisti inanın çözemedim yanımdaki yusufların çokluğundan. :lol: Yahu şimdi gülüyorum bütün bu olup bitenlere ama,inanın ki o zman hiç böyle düşünmüyordum.Yahuu adam resmen ofroad yarışına katılmışta arkadan birileri sellektör yapıyormuş gibi gidiyordu.Adranelin hat safadaydı. aracın gittiği istikhamete doğru sol tarafı tam bir uçurumdu.Yol inanılmaz zordu ve 4X4 bir aracın bile sakin olmasının gerektiği bir durumdu.Ne varki Bülent Hiçte öyle düşünmüyordu.Kahkahalar atarak o yolda neredeyse 80-90 Km hız yaparak kat ediyorduk."Canımsın yapma,Gözüm yapma,allahını sevim yapma, ulan çıkacaz yoldan !!! Bak yoldan çıkarsak ve ben sağ kalırda sakat olrsam ve sen ölmezssen vallahide iki elim yakanda olur." Tarzında yanımdaki yusuflarında vermiş olduğu ilham ile verdim bende ayarı ama nerdeeee bizimki o an tam trans olmuştu. İnanın bu satırları yazarken bile hala içim titriyor. Evet bende harbiden hızlı giderim ama düz yolda :) Bu inanılmaz dakikaları tabiki videoma kaydettim. Hatta bir ara öyle bir kasise girdik ki kafam arabanın tavanına vurdu.Vurdu vurmasına da vatandaş hız kesmedi hatta dahada bir heyzan ve çoşku ile verdi gazı,verdi gazı.Tam artık biz gittik ve buradaki yaşam sona ermek üzere derken önümüze kocaman bir inek çıkıverdi. Vallahi yemin olsun abs mabese almasaydı inanın ineği kucağımıza alacaktık.Bir sol ve ani fren neticesinde fahif bir spin hareketi ile inekten ve onun şirin boynuzlarından kurtulmayı başardık. :lol:

Evet arkadaşlarım. Ben sevgili dostuma bu durumu sitede yazacam seni aleme rezil edecem dediğimde " Yaz babacan yaz.Ne güzel fenamı yani süper bir macera yaşadık" demişti. Olum bak yazarım ve hatta bu videoyuda koyarım siteye dediysem de. Sevgili oturan boğa için ; "O uyarısını yapar ( Oldukça poşetlik laflardan dolayı ) ve koyar siyete hiçte bişi olmaz." dediydi.

Şu youtube kapalı olmasaydı da ben size o anı bir yaşatsaydım :shock: Ahanda burdaki gibi gözleriniz bir açılsaydı.

Özet olarak sevgili nüans arkadaşım; Hız iblisinin kimin kafasına gireceği hiç belli olmaz. :wink:
 
Hız İblisi ifadesinden, insanoğlunun yaşarken amaçları uğruna, çevresini farkedemeyecek derecede sadece menzile kilitlenmesi, hırsları, bencillikleri kastediliyor sanırım.

Ortaokul yıllarımdı. Okul dağılınca okul yolu öğrenci dolardı. Kimi en önde kimi en arkada.
En ilk çıksamda okuldan, en önde olsam da, yinede gelip geçerdi herkes beni. Öyle bir an gelirdiki kalabalık geçer gider bir ben kalırdım yollarda. birde yollar kalırdı benle. Ve ağaçlar, otlar, böcekler...
İnsan yavaşlayınca, doğayı, yaşamı daha iyi farkediyor. Yavaş yavaş yol alırken okul yolunda, bastığım her adımı görme imkanım olduğu için, karıncaları, hatta otları dahi incitmemeyi öğrenme, doğayı tanıma fırsatım oldu.
Engelli olmam bana bu tür birşeyler kattı diyebilirim.

Bütün bunlar bir tarafa.
Sormak lazım:
Yaşamın anlamı sadece menzile varmakmıdır. Amaç bumudur? Yoksa menzile giden yolda geçen sürede yaşama dahilmidir?
Bir örnekle:
Pikniğe giderken duyulan heyecan, yapılan hazırlıklar yolda geçen süre bunlarda hayata dahil değilmidir? Mutluluk sadece piknik alanında geçen süredenmi ibarettir.
Düşünelimki:
Bizi anında pikniğe ışınlayabilen, hiç bir zahmete girmeden piknik malzemelerini de oracığa seren, sofrayı hazırlayan lambadan çıkmış bir cinimiz var. Böyle bir durumda piknik zevk verirmiydi. Bence hayır.

Teknoloji geliştikçe insan doğadan yani aslından uzaklaşıp suni şeylerin içine gömüldükçe yaşamdan duyulan heyecan ve hazları da azaldı.
Zamanımız insanı, mutlululuk olduğunu düşündüğü boş şeyler için binbir mutsuzluğa göğüs germeyi göze alan hatta başkalarını ve hatta gelecek nesilleri mutsuz edebilmeyi göze alacak kadar ahmak bir yaratık haline geldi diyebilirim. (bence)
Bu bağlamda bence eski insanlar daha mutluydular.
Belki doğayı kirleten otomobilleri, vakitlerini öldüren internetleri yoktu ama zaten yaşamaktan fırsat bulup bunları arama ihtiyaçları da yoktu.
Yaşamak sadece elmayı yemek değildir. Yaşama o elmayı dalından koparmaktır. Veya O ağaca tırmanmaktır. Veya O ağacı dikmektir, yetiştirmektir.
 
Sevgili Fuzulim,

Sen de başka bir pencereden bakmışsın. Büyük bölümüne katılıyorum. Ama katılmadığım yerler de var. Şöyle ki:
Fuzulim' Alıntı:
Yaşamın anlamı sadece menzile varmakmıdır. Amaç bumudur? Yoksa menzile giden yolda geçen sürede yaşama dahilmidir?
Elbette değildir.. İki yıl önceki bir yazımda:
Baben' Alıntı:
[size=4] Yukarıda sözünü ettiğim "Haziran yazım"da "Bu evrelerin başlıcalarına kısa başlıklar halinde göz atalım: İlköğrenim, üniversite, iş, evlilik ve emeklilik. Tabii, bunların içerisinde de ayrı ayrı evreler, ayrı ayrı yol ayrımları söz konusudur. Sıralaması da, bazen istisnaları görülse de, genel olarak aynıdır. Ancak, her insanın aynı evrelerden geçmediğini de görürüz.." de demiştim.. Aslında bunların her biri, insan hayatına heyecan ve anlam katan olaylar..
Bir çok benzerleri gibi, tamamen özenti olarak yapılan, üniversite mezuniyetinde "kep atma" olayı: Bir anlam (benim deyimimle "anlamcık" :p )dır.
Kişi, işe girdi, diyelim. Bu işte gösterdiği başarıdan dolayı "terfi" etmesi, bir anlamcıktır.
Evlenmesi, çocuklarının olması, onları büyütmesi, emekli olması vb.. hepsi birer anlamcıktır!

Ama konuyu, özellikle toplumsal boyutta ele alınca, bir süre sonra tüm bu anlamcıklar monotonlaşıyor ve bir şey ifade etmemeye başlıyor. O zaman, branşlaşma ve sektörleşmeler oluşturuluyor.
Müzik, spor, edebiyat, sinema vb. benzeri dallarda heyecan ve anlam arıyorlar.
Uzun çalışmaların sonucunda başarıyla biten bir konserin sonunda orkestranın ve yönetmenin aldığı alkış bir anlam(cık)dır!
Çok çok büyük paralar döndüğü için, bir sektör gözüyle bakabileceğimiz, spor/futbol ve hemen her dalında çok çeşitli organizasyonları; hayatı renklendirmek, heyecanlandırmak, anlam kazandırmak için insanlığın yaptığı en büyük buluştur, bence.. [/size] http://www.engelliler.biz/forum/viewtopic.php?p=151265#151265
demiştim. İşte öyle bi şey. ;)

Yeri gelmişken –ama konuyla ilgisizmiş gibi gözüken- bir de karikatür ekleyeyim:


Fuzulim' Alıntı:
Teknoloji geliştikçe insan doğadan yani aslından uzaklaşıp suni şeylerin içine gömüldükçe yaşamdan duyulan heyecan ve hazları da azaldı.
Zamanımız insanı, mutlululuk olduğunu düşündüğü boş şeyler için binbir mutsuzluğa göğüs germeyi göze alan hatta başkalarını ve hatta gelecek nesilleri mutsuz edebilmeyi göze alacak kadar ahmak bir yaratık haline geldi diyebilirim. (bence)
"heyecan ve hazları da azaldı" demeyelim de "değişime uğradı" diyelim istersen. ;)

Çünkü salt çevremizde/yurdumuzda gördüğümüz verilerle sonuca varmaya kalkarsak yanılma payımız artar. Bak yukarıda sevgili andante'nin anlattıkları da yaşanıyor dünyamızda! Kuyucak'a verdiğim cevaptaki "Bütün sorun 'altyapı'da.. (aslında eğitim, kültür bir üstyapı kurumudur ama.. Burada altyapı oluyor..)"u da ekle bunlara..

Sen daha iyi bilirsin: Evin altyapısı/temeli çürük olsun; duvarlarını boya, kiremitlerini değiştir.. En ufak bir depremde yıkılacaktır! Eğitim yok, kültür yok! Ya da olması gereken kalitede değil.. :evil: "Okuma alışkanlığı" diye bir şey yok!.. Eğlence dışındaki sanatla ilgilenmiyoruz millet olarak! :( TV'de futbol maçları izledikçe "sporla ilgilendik" sanıyoruz.. Oysa alâkası yok.. Yapmadan neyiyle ilgileniyorsun? :evil:

Hal böyle olunca gelişen teknolojinin en işe yaramaz, en uyduruk yanlarını hemen kapıyor; onları da sadece kullanıyormuş gibi yapıyoruz.. :(

Bakma sen.. Eski insanlar da "mutlu" falan değillerdi! Dünyanın diğer ülkelerindeki insanları bilmediklerinden, kendilerini karşılaştırma olanağı olmadığından mutluyuz sanıyorlardı ya da biz öyle sanıyoruz.. Açtırma ağzımı şimdi.. :evil:
 
Sanırım bu senenın baslarıydı yabancı kanalların bırınde Dıesel’ın bı reklamını ızlemıstım konuyla ılgısınden aklıma geldı, Dıesel’ın amacı muhtemelen hız ve guzellıgı anlatmaktı..

Kılısede kosu bandında kosarken dua eden, yıne ıslerı arasında kosarken bebegını emzırıp altını degıstıren kadınlar… amelıyat masasından bacagına dıkıs atılırken fırlayan doktorun da pesınde kostugu o sırada da kıyafetlerını gıyıp rujunu surmeye calısan modellerle verılmeye calısılan mesaj aslında cok acıktı her ne kadar dılını anlamamıs olsam da… Hızlı yasıyoruz…

Aslında reklam hem cok carpıcı hem de hıc yabancı degıl, doğruluk payları oldukça fazla.. mesela; her sabah ıse gıtmek ıcın uyandıgımızda vakıt kaybetmemek ıcın makyajımızı ya da kucuk ayrıntılarımızı/ aksesuarlarımızı yolda/arabada halledıverıyoruz bır cırpıda..

Kılısede kosu bandında kosarken dua eden kadın da yıne aynı gırdabın ıcınde.. post modern dunyanın dındar genc ve dınamık kadını hem dua ediyor hem de formunu koruyor.

Hastanın pesınde kosan doktor da, operasyondan sonra hemen gunluk hayata/ıse donulebılecegını taahhut eden bazı amelıyatları anımsattı. Artık bunların reklamı bıle yapılıyor ya.. mesela prostat amelıyatları, lasık goz amelıyatları, bazı estetık amelıyatları …..vs.
 
Sevgili Baben;
Eski insanlar daha mutluydular derken olmamış tabi. Daha doğru bir ifadeyle: Eski insanlar en az bizim kadar mutluydular ya da bizim kadar mutsuzdular. şeklinde söylemek daha doğru olur.
Sevgili baben ben şöyle düşünüyorum:
Hayatın amacı mutluluğu yakalamak ise;
Çok büyük hedeler seçip büyük mutlulukları amaçlarsak, o mutluluğun değeri ona kavuşmak için geçirmemiz gereken çabaların, kavgaların, didinmelerin yani mutsuzlukların toplamına eşittir. Yani sıfıra sıfır elde var sıfır.
Bu şu demek oluyor:
Hedefleri büyük biriyle, hedefleri küçük birisinin hayattan alacağı hazların mutlak toplamı aslında birbirine eşittir.
İstediğini yeme şansına sahip olamayan aç birinin yediği zeytin-ekmekten aldığı lezzet ile 5 yıldızlı otelde açık büfe başında istediğini yeme şansına sahip olan birinin yemeklerden aldığı lezzet aynıdır.
Allahın adaleti bu olsa gerek.
Madem mutluluklar değişmiyor, çıtayı yükseltmek niye, hayatı zorlaştırmak niye? Hız iblisi olmak niye?
Belkide buna verilecek en güzel cevap:
"İnsanoğlunun gözünü toprak doyurur." sözüdür.
insanlar mutlu olup olmadıklarına kendini dinleyerek değil, çevresini gözeterek, kendini çevresiyle kıyaslayarak karar verdiği sürece mutlu olamazlar. Çünkü iyinin iyisi her zaman vardır.
Bunu için bana göre;
Hızlanmak mutluluğu artırmaz. Sadece endişeleri artırır.
Hayatı yaşamak için biraz da yavaşlamak gerekir.
Engelliler gibi.
 
Fuzulim' Alıntı:

Madem mutluluklar değişmiyor, çıtayı yükseltmek niye, hayatı zorlaştırmak niye? Hız iblisi olmak niye?…
1- Zaten demişsin ya 'o senin 'düşüncen'! Bir başkası o verdiğin örneğe, açıkladığın düşünceye katılmak zorunda değil! "Mutlulukların değişmediği" de o düşünceden çıkardığın bir sonuç! Buna da katılmayan, yanlış bulan olabilir! O halde düşünce yürütmeyi bu noktadan sonra ilerletmek gereksiz olmuş biraz. :)

Lâkin,
2- "Hız iblisi" olunacak ya da olunmayacak bişey değil ki!

Ya da "elle tutulur, gözle görülür" somut bir şey, veya öğretmenlik, doktorluk, mühendislik vb. gibi bir meslek de değil!

O bir "duygu", o bir "his", o bir "kavram"!

Teeee "kapitalist" sistemin başlangıcından beri –hatta ondan çok çok çok önceleri "sınıflı toplum"un ortaya çıkışından beri- doğan, büyüyen, gelişen, insanlararası "rekabet" duygusuyla beslenen bir olgu! Yani bizim dışımızda –yönlendiremeyeceğimiz biçimde- var!

[size=4] Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
[/size]
ile özetlenen dünya görüşüne (hani Anadolu'nun köylük yerlerinde 'imece' denir ya.. işte o :) ) karşı insanın 1-ey! ("birey" değil 1-ey!) olmasını savunan/körükleyen, onun 'kalabalıklar içerisinde yalnız başına' kalmasına neden olan sistem, "hız iblisi"nin de altın çağlarını yaşamasına neden olur!

"Çıtayı (dediğin anlamda) yükselt"en, bu ikinci 'sistem'dir! O yüksek çıtayı atlayanlar, atlayamayanlara karşı bir 'başarı' kazandığını hissederler(hissetmesi sağlanır!) ve bu anlamsız 'başarı'nın semeresini/ödülünü almaları gerektiğini düşünürler! Sonra da film kopar tabii. :p
 
Buradaki konuya kendimi istediğim gibi veremedim açıkcası. Bunda ev de pek durulacak durumun söz konusu olmadığıyla doğru orantılı bir cevabım olabilir. Evim tadilatta da, ve ara da sıra da uğruyorum eve, neyse...

Hız iblisi anladığım kadarıyla çok farklı algılanmakta.Bu konuya gireceğim, gireceğim de yazılanları okurken ister istemez farklı alanlara kayıyorum. Buradaki düşüncelerimi yazmaya Basel de son derece rahat ortamı yazarak başlamıştım, Basel deki insanların benim gözlerimi fal taşı gibi açtığım acayip bir zevki yazarak devam edeyim öncelikle.

Şimdi bu şehrin ortasından Ren nehri geçiyor. Ren de nehir haniii :) Bizdeki Meriç gibi suyu falan kurumamış, alabildiğince coşkulu , derin, debisi oldukça büyük ve çok geniş bir nehir.Bu nehirde yüzmek çok kolay değil. Ama insanlar bir şekilde suyla oynama zevklerini bu nehirde son derece ilginç bir şova dönüştürmüşler.

Çok ahenkli, ağır ve hız iblisinin uğramadığı bu kentte Ren nehrine hız iblisi uğruyor. nasıl mı?

Bir çeşit çanta oluşturmuşlar, bu çantaya üstünüzdeki her şeyi rahatlıkla koyabiliyorsunuz, cep telefonu falanda dahil buna, yukarıdan başlayarak kıvırıyorsunuz ve bununla cupppp diye Ren nehrine atlıyorsunuz. Su sizi atladığınız yerden kilometrelerce sürükleyerek götürüyor. Yüzmek diye bir şey yok, yüzemezsiniz zaten, sadece suyun gidiş yönünde bir çöp gibi sizde sürükleniyorsunuz. Bu içinde eşyalarınız olan çanta sizin can simidiniz oluyor. Duracağınız yere, bu o kadar kolay değil tabii,geldiğinizde büyük bir gayretle kıyıya yaklaşıyorsunuz ve atladığınız yerden kilometrelerce uzakta bir yerden nehirden çıkıyorsunuz. :D

Çıktığınız heryerde duş alabileceğiniz bir düzenek kurulmuş tabii. Duşunuzu alıyorsunuz çantadan ıslanmamış eşyalarınızı giyip tramvaylara binerek evinize dönüyorsunuz.

Kıyıya varamadığınızda Fransa dan çıkma ihtimaliniz olabilir :D

Cidden anlatıldığından öte çok tehlikeli bir şey ama inanın herkes an az bir kez bunu yapmış. Engellileri bu alanda görmedim açıkcası. Ama en komik olanı bu kadar büyük bir maceradan sonra yine aynı sakin tavırlarla hareket etmeleri. :D

İnsan, söz konusu insan olduğu zaman kesin yargılar her an bizleri yanlışa sürükleyebilir. En sakinimizde bile bir hız iblisi olduğu gibi, en vahşimiz de bile sakinlik bir yerlerde gizlidir. Dozunu ayarlayabilmek, işte mutluluğun sırrını bulabilmektir diyorum.

Bak yine konuya giremedim, ya bu sefer böyle olacak :D
 
Hız iblisi anladığım kadarıyla çok farklı algılanmakta.
Yaa Sanemcim..

Üç tel saçımız vardı zaten.. Birini sağa tararken kırdılar, birini sola tararken kırdılar.. Kalanı da 'bırak karışık kalsın'. :twisted:

İsteyen istediği gibi algılasın. :wink:

Sen yine konuya girmemeye devam et. :D Yemişim 'konu'sunu.. :p
 
Üst Alt