[Haftanın Konusu] 'Üste' çıkınca 'alttakileri' unutma ve ilk fırsatta alttakileri ezme zihniyeti
Benim, okurken inanılmaz zevk aldığım aşağıdaki üç makaleyi okuyun, sonra konuşalım...
Her şey “üste” çıkıncaya kadar mı?
Ya da şöyle soralım: Başkalarıyla eşit olmak mı, başkalarından -en azından birilerinden- üstün olmak mı?
Benim, okurken inanılmaz zevk aldığım aşağıdaki üç makaleyi okuyun, sonra konuşalım...
Her şey “üste” çıkıncaya kadar mı?
Ya da şöyle soralım: Başkalarıyla eşit olmak mı, başkalarından -en azından birilerinden- üstün olmak mı?
(1)
SAKIZCI
Baskın ORAN – Ekim 1997
Gırgırı seven arkadaşlarım şikâyet ediyorlar:
"Bodrum yazıların bitti mi oğlum, başka bir şey yok mu, hepsi bu kadar mı? Yaz ulan, yaz, devam et, iyiydi!"
Peki, mademki istediniz, yazmamak için direndiğim, bu yılkı sonuncu Bodrum yazımı yazayım. Okuyun bakalım.
Her sabah (daha doğrusu, öğle vakti) uyanır uyanmaz Halikarnas'ın yokuşundan iniyorum, bizim Kumbahçe Par¬kından geçip Artemis Otel ve Dinç Pansiyon’a doğru yürü¬yorum.
"Bakalım hu sabah durum nedir? Aman, uçlarını fazla yakmasınlar!" diyerek orada güneşlenen üstsüzleri teftiş görevimi bihakkın ifa ettikten ve Azmakbaşı'ndaki kitap fuarına bir göz attıktan sonra gerisingeri dönüyorum, ne olur ne olmaz diye kontrolü tekrarlıyorum ve Parkın kar¬şısındaki Berk Market'ime uğrayıp ayrılmış gazetelerimi alıyorum.
Ona, ilk kez, bu gezilerim sırasında rastladım.
Küçük bir kutu içinde, tanesi yirmi beş bine Falım sakızı satıyordu Azmakbaşı'nda. Tam köprünün üstünde dikiliyor, ekmeğini çıkarıyordu.
Esmerdi. Kısa kıvırcık saçları birkaç kâkülle alnına dö¬külmüştü. Kara kaşlı kara gözlü, enikonu yakışıklı bir ço¬cuktu. 20 yaşlarında kadardı. Göğsü genişti, kollarının çok güçlü olduğu anlaşılıyordu.
İlk aklıma getirdiği husus, yahu sadece sakız satmakla gündelik nafaka çıkar mı düşüncesi oldu. Gideyim, şu ço¬cukla konuşayım, yanında başka şeyler de satsın.
Ama gidip konuşmadım.
"Sermayem yok. Hangi sermayeyle alıp satayım!" cinsin¬den birşeyler duymak riskinden değil.
Başka şeyler engel oldu gidip konuşmama.
Yüzündeki bir ciddiyet. Hatta, hüzün. Sabahı ayrı akşamı ayı, insan kaynayan o Bodrum'da çevreyle ilişkisini tam bir kesmişlik. Etrafla hiç, ama hiç iletişim kurmayış. Gündüz bikiniyle, gece siyah kombinezonla (evet, kombinezonla!) dolaşan ilik gibi İngiliz kızlarına başını çevirip bakmayış. Civardaki diğer satıcılarla ve hatta müşterilerle ilgilenmeyiş.
Birisi gelip bir sakız aldığı zaman da değişmeyen bir duvar...
Ama izleyen günler, fark ettim ki sadece sabahlan Azmakbaşı'nda değil, geceleri de sabaha kadar Halk Eğitim Merkezi'nin önünde mevzileniyor. İyi yerler seçmiş doğru¬su, içim rahatladı. Bu yerlerde bu kadar uzun süre ayakta dikelirse, sırf sakız satarak bile nafakasını çıkarabilir.
Ne çalışkan çocuk ama. Helâl olsun. Doğrusu, sululuğun dizboyu olduğu Bodrum'da bu kişiliği ve bu çalışkanlığı il¬gimi çok çekiyor. O günlerde zaten küçük bir teyp almışım bizim İsmail'den, hani şu Bodrum'a ilk enişte olduğum günlerde yazdığım "Üç" adlı yazıda sözünü ettiğim, dükkânını yıllığı dört milyar gibi o zamanlar için korkunç bir paraya tutmuş olan kasetçi İsmail'den. Şu çocukla bir röportaj yapsam.
Öğlenleri ve sabaha karşı karşılaşıyoruz. Sakız alacağım kendisinden, hem nafakasına katkıda bulunacağım hem de konuşmuş olacağım, ama çekiniyorum. Ya benim kendisine yardım için aldığımı anlarsa.
Yahu, niye çekiniyorum. Neyran tam yaşı icabı fala meraklı değil mi? Götüreyim kızı, aldırayım birkaç tane Falım!
Tam ben bunları düşünür ve ona doğru yürürken, İngiliz kızlarından biri seğirtti, kendisine bir kağıt para uzattı ve kutudan sakız almadan yürüdü.
O yerinden kıpırdamayan heykel birdenbire uzandı, yü¬rüyüp gitmekte olan kızın bileğinden yakaladı, kafasını “Olmaz!" gibilerden şiddetle iki yana salladı, bir avuç sakızı zorla kızın eline doldurdu.
Artık bugün bir şey alamazdım.
Ama ertesi gün gittim. Neyran'a fallı sakız aldım birkaç tane. Ertesi gün yine. İki gün sonra yine.
Artık Ankara'ya dönme zamanı yaklaşıyor. Biz bu arada öğlen ya da sabaha karşı karşılaştığımızda selamlaşır hale gelmişiz. Henüz konuşmuyoruz ama, gözbebeklerinde bir sempati noktası belirdi.
“Merhaba. Nasıl işler bugün?”
“Sa ol. Fena değil.”
Yoğun bir Doğu aksanı. Tonu yumuşak. Devam ediyorum:
“Ben Ankara’da gazetede yazıyorum. Çalışkanlığın dikkatimi çekti. Seninle bir röportaj yapmak isterim”
“Nasıl yani?”
“Canım, konuşacağız, mesleğini anlatacaksın, ben yazacağım.”
Bir anda yüzü yine maskeleşiyor. Ses, buz gibi:
“Resim yok ama!”
“Tamam canım, tamam. Zaten benim fotoğraf makinem bile yok.”
“Resim yok ama!”
“Anlaştık. Bir gün boş vaktimde gelirim, konuşuruz. Yazıyı sana da yollarım.”
Yüzü ikircikli yine. Ben bu işi gelecek sezona erteleyeyim en iyisi. Bana güvensin, yakınlaşalım, ondan sonra. Acelem ne, ben gazeteci miyim?
Ertesi gün yine konuşuyoruz:
“Ben dönüyorum. Bu yaz yapamadık. Gelecek yaza söz mü?”
“Bakarsın gelecek yaz burda olmam.”
“Niye? Hani kazanıyordun? Buradan iyi yer mi bulacaksın para kazanmak için? Nereye gideceksin ki?”
“Bi memlekete gitmeyi düşünüyom.”
“Sen nerelisin?”
“Diyarbakırlı.”
“Yahu, şimdi oralar çok karışık. Ne diye gideceksin?”
“Dün bi abi geldi. Almanya’da duruyomuş. Arkadaşlarıyla konuşmuş. Aralarında para toplaycaklarmış. Bana iki bacak yaptıracaklarmış. Yaptırırlarsa, mutlaka memlekete bi gider görünürüm önce.”
(2)
ALMANYA’DA DURAN ABİLERİN HEDİYESİ
Baskın Oran – Kasım 1997
Gerçekten be kardeşim! Bu memlekette, hatta bu dünyada iyi bir haber almak kadar istisnai –ve güzel- ne olabilir?
Birincisi şu:
(...)
İkinci güzel haber, yine Bodrumdan. Ama, bu sefer dolaylı olarak. Dolaylı deyişimin sebebi, bugün aldığım telefonun Bodrum’dan değil, Diyarbakır’dan gelişi!
“Alo! Merhaba abi, ben Cengiz”
“Hatırlayamadım kardeşim. Hangi Cengiz?”
“Hani, kartını vermiştin, başın sıkışınca ara demiştin ya!”
“Kardeşim, benim belleğim felakettir. Biraz hatırlat, seninle nerede tanıştık?”
“Mudurnu Tavuk’un yanında.”
“Mudurnu Tavuk mu?”
“Hani, unuttun mu, ben sakız satıyodum orda. Hani, sen bisürü alıyodun.”
Bizim “sakızcı bu!”
“Tamam bekardeşim, tamam. Şimdi hatırladım. Ama sen bana adını söylememiştin, ben de sana sormamıştım ya, neyse. Ne oldu, protez taktırabildin mi?”
“Evet abi. Şimdi bastonsuz bile yürüyom.”
“Anlatamam ne kadar sevindim Cengiz. Aslan kardeşim! Nereden arıyorsun şimdi?”
“Diyarbakır’dan. Hani sen, başın sıkışınca ara demiştin ya, iş arıyom şimdi.”
“Tahsilin neydi Cengiz?”
“Lise.”
Telefonunu ve adresini aldım Cengiz’in. Hemen Diyarbakırlı dostlarımdan işadamı Mustafa Sevinç’i aradım. Durumu anlattım. Yardım edecek.
Cengiz iki ayağıyla yürüyebiliyor artık, bunu anlayabiliyor musunuz? Telefonda sesinin ne kadar iyi geldiğini tarif edemem size.
Lise mezunu birisine bildiğiniz bir iş var mı, Türkiye’nin herhangi bir yerinde? Sesi daha da iyi çıksın Cengiz’in.
Hakkediyor çünkü bunu, bu çocuk.
Bir iyi haber daha olsun. Çok olmaz ya!
(3)
SAKIZ VE BODRUM ÜZERİNE BİR BODRUM MASALI
Baskın Oran – Ağustos 2000
Bu öykü üç yıl önce başlıyor. Ekim 97’de Aydınlık’ta bir yazı yazmıştım; okumuşunuz çıkacaktır: Sakızcı. Özeti şöyle bişeydi:
O’na ilk defa sabah yürüyüşlerim sırasında rastladım. Küçük bir kutu içinde tanesi yirmi beşe Falım sakızı satıyordu Azmakbaşında.
Esmerdi. Kısa kıvırcık saçları bikaç kâkülle alnına dökülmüştü. Kara karşı kara gözlü, enikonu yakışıklı çocuktu. 20 yaşlarında kadardı. Göğsü genişti, kolları güçlüydü.
Onurluydu. Bir gün geçerken, İngiliz kızlarından biri ona para verdi ve sakız almadan yürüdü. Sakızcı atıldı, kızı bileğinden yakaladı, kafasını “Olmaz!” gibilerden şiddetle iki yana salladı, bir avuç sakızı zorla kızın eline doldurdu.
Sonunda konuştum. Yoğun bir doğulu aksanı. Seninle konuşalım, ben gazetede yazıyorum, seni yazayım, dedim.
“Resim almak yok ama!” diye ciddileşti birden. Tamam, ben zaten gazeteci değilim, dedim. “Resim almak yok ama!” diye tekrarladı yine. Tamam yahu, dedim, yazıyı sana da yollarım.
Uzatmayalım, olmadı. Tatil bitti, dönüyoruz, geçerken vedalaştım. “Bakarsın gelecek yaz burda olmam” dedi. “Neden? Hani kazanıyordun? Buradan iyi yer mi bulacaksın para kazanmak için? Nereye gideceksin ki?” dedim. “Memleketime, Diyarbakır’a” dedi. “Oralar karışık şimdi, ne yapacaksın gidip?” dedim. “Dün bi abi geldi. Almanya’da duruyomuş. Arkadaşlarıyla konuşmuş. Aralarında para toplayacaklarmış. Bana iki bacak yaptıracaklarmış. Yaptırırlarsa, mutlaka memlekete bi gider görünürüm öylece” dedi.
İki ayağının da diz kapağından aşağısı yoktu çünkü.
Aydınlık’daki öykü burada bitiyordu. Ama sonra devam etti.
Sakızcı’ya Ankara’daki telefonumu vermiş, gerekirse aramasını söylemiştim. Bir gün Diyarbakır’dan aradı. Sesi bambaşka diri geliyordu. “Almanya’da duranlar” sözlerinde de durup buna oradan bir çift bacak yollamışlar. Çok iyiymiş, çok rahatmış. Şimdi iş arıyormuş. Oradaki dostlarımın telefonlarını verdim. Onları aramasını, benim de kendilerine telefon edeceğimi söyledim.
Diyarbakır’da iş aslanın ağzında; dostlarım bir iş uyduramamışlar. Kaç kez telefonlaştık Sakızcı’yla, çözüm bulamadık.
Derken, bir akşam Bodrum’dan aradı. Oraya dönmüştü. Hemen Ahmet’in (Feyhan’ın kuzeni, enseye tokat dostum; geçen Mart ayındaki “Üstünüze afiyet, bayramda Bodrum” başlıklı yazımda sözünü etmiştim size) telefonunu verdim. Ahmet de “Sen merak etme, tamamdır!” dedi. İçim rahat etti.
Birkaç gün sonra Ahmet aradı. “Yahu, senin adamın iş beğenmiyor! Kış günü tanıdık bir pansiyonda resepsiyon işi buldum; geleni gideni deftere kaydedecek, yatak-yemek oradan; ama seninki istemedi. Bana barlarda koruma işi bul, diyor! Diyemiyorum ki, oğlum ne koruması, bir itseler direk gibi devrilirsin diyemiyorum!”
Çok kötü oldum. Bunca yıl insanlara yukarı doğru bakan Sakızcı şimdi insanlara aşağı doğru bakmak ihtiyacıyla yanıyordu ve bunun dışında hiçbir şey düşünecek halde değildi. Çok kötü oldum.
Devam ediyoruz. Yine bigün telefon geldi. “Ankara’dayım, iş bulamadım, param bitti, gelip seni görmek istiyorum” dedi. Rahatsız oldum. Bu çocuk, sakatken kendisinden sakız almadan para verenin bileğinden yakalayan çocuktu. “Çok meşgulüm, söyleyeceğini telefonda dinleyeyim” dedim. Gelmekte ısrarcı oldu. Vaktim olmadığını söyledim. “Peki öyleyse!” deyip kapattı. Ondan sonra da hiç haber almadım.
Evvelki akşam saat 03 suları, okumayı yazmayı paydos etmişim, dinlenmek için Halikarnas’tan limana kadar Bodrum gecesini bir teftiş edip, kütük gibi sarhoş ve kütük gibi kalın İngiliz komi kızları bizim komiler, bulaşıkçılar, ayakçılar, çığırtkanlar, miçolar nasıl ikisi-üçü birarada yakalayıp, bir yandan dudaklarından öpmeye, bir yandan da barlardan içeri sürüklemeye çalışıyorlar; kızlar da bir yandan zevkten naralar atarken bir yandan da nasıl kurtkapanından kurtulmaya çabalar gibi yapıyorlar, biraz seyredip öyle yatacağız.
Halk Eğitim’in önünden geçerken o kalabalıkta O’nu gördüm. Elinde bir kucak kırmızı gül vardı. Gül satıyordu.
Üç yıl önceki gibi, dizlerinin üzerinde dikelmiş vaziyette...
Yanına gittim, “Yahu sen ... değil misin?” dedim, başını kaldırmadan dargın dargın bir “Evet!” dedi. “Peki oğlum, ne oldu bacakların, niye çıkardın?” dedim, önce bir durdu, “Bacaklarım parçalandı” dedi. “Nasıl yani, nasıl parçalandı?” dedim, “İstanbul’da trafik kazası geçirdim” dedi. “Oğlum, senin de parçalanman lazımdı, nasıl kazaymış bu?” dedim, “Ben taksinin içindeydim” dedi. “Peki, bacaklarında kaç paralık hasar var?” diye sordum, bir an durup “Altı yüz milyon. Onun için çiçek satıyoz ya!” dedi.
Bişeyler mırıldanıp uzaklaştım yanından. Ne düşüneceğimi bilemedim. Acaba bir de bu belayı mı yaşamıştı, yoksa bacaklı hayat ona daha zor mu gelmişti, kestiremedim...
Dün akşam baktım, Ahmet kapıya dayanmış, “Hiç dinlemem, satarım kitabını defterini, artık bu gece gezeceğiz” diyor. Zaten sürekli söylenmekte, ulan kaç para profesör mayışı alıyorsan dolar olarak iki mislini vereyim, otur yanımda şu Bodrum’da, roman yaz! diye. Deli mi ne, bütün gecemi yiyecek; bir kadeh viski ikram edip sepetledim, ama âhı tutmuş olacak, gece yarısı gözlerim çok yoruldu, süzüldü kaldı. Tükürdüğümü yalayıp cepten aradım. Buluştuk ve maaile, Ahmet usulü o bar senin, bu kadeh benim dolaşmaya başladık.
Son durak olarak Veli Bar’a giderken, yine Halk Eğitim’in önünde Sakızcı, daha doğrusu Çiçekçi gül satıyordu. “Yahu, sordun mu bacaklarına ne olmuş bu çocuğun yine?” dedim Ahmet’e.
“Bırak birader, sordum tabii, biliyor musun ne dedi bana? Sana ne, dedi yahu!”