Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[freud33] Sessizliğin dayanılmaz çığlığı....

freud33

Yeni Üye
Üyelik
8 Haz 2006
Konular
1
Mesajlar
14
Reaksiyonlar
0
Gözlerini tavana dikmiş öylece bakıyordu genç kadın.Hiçbir şey düşünmüyordu belli ki,neden sorusunu dahi soramıyordu bu kadar insan içinde yapayalnızdı.Kalabalıktaki yalnızlıktı bu, daha önceleri benim de tanıdık olduğum hislerdi bunlar….

Ona İstanbul da şehir hatları vapurunda rastladım.Can yeleklerinin üzerindeki alçacık tavana öylesine bakıyordu semaya bakarcasına.Ne zamandan beri buradaydı bilmiyordu bile.Hemen içerdeki çay ocağına bir koşu giderek,ince belli bardaklarda iki tavşan kanı çay kapıp geldim yanına genç kadının,merhaba dedim.İrkildi.Sanki saatlerce dalıp gittiği güzel bir düşten uyandırmıştım onu,şakın şaşkın yüzüme bakarak merhaba dedi.Hoş geldiniz dünyaya dünyalı dedim.Gülümsüyerek hoş bulduk dedi.Belli ki kaç zamandır gülümsemeyi dahi unutmuştu bu bebek yüz.Kendimi tanıttım.Deminden beri sizi izliyorum,nedir sizi bu kadar,bu diyarlardan alıp götüren dedim.Yüzüme baktı;Hım dedi siz felsefeciğim demiştiniz değil mi dedi.Evet dedim.O zaman şu soruma cevap verirseniz ne olduğunu anlarsınız dedi.

Buyurun sizi dinliyorum; siz duyguların katlini,o canileri bilir misiniz dedi.Bilmem mi dedim.Bilmeseydim bu kadar kişinin arasında sizi fark edebilir miydi sizce dedim.Ya siz felsefeciler çok tuhafsınız dedi gülerek.Vapur rıhtıma doğru yanaşmıştı ince belli bardaktaki çaylarımız bitmişti.Yerimizden kalktık çıkışa doğru yürüyorduk garip bir şekilde kalabalığı bende hissedemiyordum şimdi.Günlük koşuşturmalar doğru yelken açacaktı ayağını vapurdan karaya atar atmaz belli ki….
 
Bir Bebek Kadar Olabilseydik

Bir Bebek Kadar Olabilseydik

Kendimiz olabilmek,ilk bakışta çok basitmiş gibi görünsede "kendin" oalbilmek ne kadar zordur aslında.İnsan yaşamını analmlı,yaşanılabilir kılan bu basitmiş gibi duran sözcük aslınd açok manidar bir yere sahiptir yaşamımızda.

O kadar çok engel var ki;bu tek sözcüğü,gerçekleştirmekde yaşamımıza tatbik etmekde karşımızda duran.Kendin olmak,kendin olabilmek,ne kadar zor bir süreç aslında bir o kadar zevkli ama.Doğdugunda öylesine biyolojik bir varlık olan birey(canlı) desek daha doğru bir tabir olur sanırım,aileden başlayarak,hep etrafımızda "ötekini"ve onların öğrettikleriniiçselleştirerek başlıyoruz yaşam denilen maratona.İşte ilk antreman,ter atma,nefes açma çok önemlidir aslında insan yaşamında.Bu konud anne babalara yani ailelere çok büyük sorumluluk düşmekdedir.Asıl olan bu amratona katılmak değil,finişi 1, olarak göğüslemek olmalıdır.İşte yaşamda da asıl olan tıpkı yarışta olduğu gibi sadece katılmak değil,kendi bulmaktır asıl olan.

Yoksa dünyaya gelen tüm canlılar şöyle böyle katılıyor yaşama.Kimi beyinsizce,bilmedikleri halde biliyormuş gibi geçinir bu salak ama uyanık takımı,kimi dünyadan bihaber ot gibi sadece zaman doldurur öylesine,kimi de kendi olabilme adına,önüne çıkan herşeyi ama herşeyi,tüm engelleri teker teker yılmadan aşar azimlice.

Bazen diyorum;keşke bir bebek kadar,inatçı,kararlı,olabilseydik istediğimiz ve istemediklerimize karşı....
 
ÇOk teşekkürler. ÇOk güzel dile getirmişsiniz.

Not: bu foruma sadece kendimize ait yazıları yazıyoruz. Onun için sordum :)
 
Tahmin ediyorum ki burada,bu güzel insanlarla güzel paylaşımlarda bulunacağız,sizlerle yazdıklarımı paylaşım eleştirileriniz almak,beni hem geliştirir hemde mutlu eder arkadaşlar.
 
"BEN" İN TOPLUMSAL SORUMLULUĞU

"BEN"İN TOPLUMSAL SORUMLULUĞU

Hayat onca hengamesine, zırıltısına rağmen yine de çok güzel değil mi nefes almak,hissetmek farklı hem de, çok farklı bir duygu.Hele bir de onu anlamlandıran "kendini tanı" yoluna girmiş ve de yüreğinize,sol yanınıza ev sahibi olabilecek birine rastlayıp oranın anahtarını koşar adım ona vermişseniz yaşıyor olmak daha da bir anlamlıdır artık.Şunu da biliyorsunuzdur ki artık; o günün, yaşamdaki son gününüz, olduğunu bilseniz dahi ne gam! Hiç korkmadan ahlanmadan, vahlanmadan yaşarsınız her bir saliseyi başkalarının bir ömre sığdıramadığını, o gün dolu, dolu yaşarsanız ...

Birde madalyonun tersi vardır tabi ki,yaşamını diğerlerine endekslemiş "İpotekli hayatlar" kendinin farkında olamayan, avare,avare gezinen,aşkı ayaklar altına alıp sonra "ya aşk da neymiş o da ne ola ki diyen "beyinsizler mi dersiniz.Ya da en iğrenci olan aşkı kirleten zavallılar da unutmamak gerekir tabi ki.

Bunların yaşamlarında diğerinin yeri çok istisnaidir. Kendilerinden bile ileridir. Hep ötekine göre yaşarlar, ona göre düşünür, ona göre giyinir, hatta ona göre severler.Şöyle, ağız tadıyla aşkı, aşk gibi yaşayamazlar ömür hayatlarında.Çünkü; kendi değerlerinin farkında değillerdir ki, başkasına değer verebilsinler.Aşk, karşısındakine o, sadece o, olduğu için değer verebilmek değil midir?Değer verebilmek içinde önce kendi değerliliğinin farkına varmak gerek, kendinde yokken başkasına nasıl değer versin zavallı!

İşte bu ödünç, hiç bir zaman, kendi hayatları olmayanlara bir taraftan acıyor,diğer taraftan da kızıyorum içten içe,sanki o, sürüden koparlarsa canları kopacak "kurt kapacak".Kendi kuralları olmadığı için o, sürüdeki her kuralı kayıtsız şartsız kabul eder bu zavallılar...

İçinde yaşadığımız hayat, bize bu şekilde bir kez verilmiş,yani istesek de,eğer saçma sapan metafizik söylemlerden olan reenkarne olmaya inanmıyorsak ki; böyle bir şeyi ne din ne de aklıselim bir kafa yapısı kabul eder. O halde ne yapmalı de kendi yaşamımıza sahip çıkmalı kendimiz olabilmeliyiz değil mi? Sanırım bütün sorun yumağı burada bir bakıma kör düğüm, oluyor. Kendi yaşamına, kendin sahip çıkarak, kurallarının değerlerinin olduğu bir yaşamı istemek,ilk bakışta çok basitmişcesine, görünen bu fenomen aslında insan olmak,kendin olmak, farkındalığının, farkına varabilmek yolunda atılmış olan bir adımdır.

Çünkü yaşamda boşluğa yer yoktur hiçbir zaman sosyolojide, tampon kurum denilen,bir kavram vardır. Yani; bir alandaki boşluk mutlaka alternatifiyle,kapatılır doldurulur, doğada ve yaşamda tesadüfe yer yoktur. Etrafımıza baktığımızda sosyal yaşam içerisinde birey olamamış, kendi varlığından bihaber insanların, başkalarının kurallarına göre yaşadıklarını görürüz, çünkü;kendi kuralları olmayanlara, kural koyan mutlak bulunur.

Eğitim sürecinde çocuklarımıza her şeyi, öğretiyoruz da neden ben olmayı öğretemiyoruz acaba? Trigonometriyi öğretiyoruz, Fatih Sultan Mehmet Hanın İstanbul’u nasıl ele geçirdiğini öğretiyoruz, cebiri,düzlemi, hatta uzay geometrisini öğretiyoruz da, neden ben olabilmeyi öğretemiyoruz dersiniz? Bunun sonucunda da mutsuz insanlar topluluğu, ya kendi içine kapalı silik tipler yada umursamaz sorgulamayan, araştırmayan kaygılanmayan yoz bir kuşak.

Toplumun değer yargılarını,hiçe sayarak, maddi ve cinsel objeleri, pompalayan, kültürel dalları ağaçtan koparmakla kalmayıp ağacın, kökünü kurutmakla görevli sayılan oryantalist söylemler, kendi kültürel yapısını hiçe sayan Amerikanvari yaşam tarzını modernlik gören, sığ beyinler,her şey paradır diyerek, insani ilişkileri,katledenler,boş bilinçle ne olduğunu, kim olduğunu, bilmeyen,değerlerini,hiçe sayan, sözüm ona çağdaşlaşmış(!) insanları görünce, güzel ülkemin güzel,insanındaki bu ataleti kırmanın tek koşulunun “ben” olabilmekten geçtiğini düşünüyorum,gözlerim ve ruhum ufka dalarken……
 
Çocukklarımız bağırıyor: "ben olmak istiyorum." Ama duymuyoruz onları. Kimbilir belki de bizlere "ben" olma şansı verilmediğindendir; tanımıyoruz onlara bu şansı.

Güzel yazılar, Elinize sağlık. Psikolojiye ilgi meslekten mi geliyor? Nickinizin Freud olması da ilgimi çekti de.
 
Evet meslekden kişisel gelişim uzmanı,yazarım.
 
DOĞUM ANI GELMİŞ KELİMELER...

Doğum anı gelmiş kelimeler

“Ceketimi yağmurlara astığımdan beri, tehlikeli şiirler yazar, dünyaya sataşırım.” Ne güzel ifade etmiş şair,ceketi yağmura asmak,yani gemileri yakmak,geri dönüş biletini nerede,nasıl bir yerde, olduğuna bakmaksızın, param parça edebilmek.Gemileri yakmak, deyiminin,nereden geldiğine bakarsak,sıradan bir argüman olmadığını görecek ne kadar manidar olduğunun farkına varacak, düşünmeye hedeflerinize ulaşmak için hayallerinize inanmanız gerektiğini, kaybetmeyi luğatınızdan silmeniz hatta bu sözcüğün geçtiği sayfayı paramparça etmeniz zamanın gelip geçtiğinin farkına varacaksınız.

Berberiler Batı Afrika’da yaşayan göçebe bir toplumdur. Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmaları sonraları müslüman olmuştur. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nuseyr oğlu Musa idi. Avrupa’ya yayılmak için Berberi askerlerden oluşan bir ordu hazırlaması için, gene bu halktan olan kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı görevlendirdi. Tarık oniki bin kişilik bir ordu hazırlayıp, gemilere bindirerek, karşı sahildeki bir dağa ulaştı ve oraya Tarık Dağı adını verdi (Cebelitarık)


O dönemlerde o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan , Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayıca daha üstün olan ordularını onların üzerine doğru sürdü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek için, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine “artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın”. Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine “ Kahramanlar nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, hasmını öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Ancak Musa, Tarık’ın başarılarını kıskanarak, Tarık’a kaçanları kovalamamasını bildirdi. Ancak böyle davranmak büyük bir hata olacaktı. Tarık mantıklı olanı yaptı ve düşmanı kovaladı. Gotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hakimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekizyüz yıl sürecek farklı bir uygarlık dönemi başlayacaktı.

Zamanı gelmiş kelimeleri, engelleyemeye çalışmak, cebilitarık boğazında gemileri yaktıktan sonra halen oradan geçmeyi,kaçmayı düşlemek gibi,en olmadık mali hülyalara dalmaktan başka bir şey değildir. O tıpkı 9 ay 10 gün uslu, uslu anne karnında bekleyen bebeğin bu süre sonunda bir salise dahi içerde kalmaya tahammülü olmaması gibidir.

Tıpkı güneş gibidir, bu olgunlaşan kabuğuna sığmayan kelimeler,geceler ne kadar,zalim,karanlık olursa, olsun onun hükmü sadece tan vakti, güneşin bir anlık yüzünü gösterinceye kadardır.Düşünmek, insani özelliklerden en önemli,en vazgeçilmez olan bir idedir.Sorgulamak,neden, niçin sorularını,sormak, diyalektik süreci düşünsel anlamda da olsa harekete geçirmek,ancak;bilgi ile mümkündür.Bilgi,bir nevi güneş gibidir,karanlığın hükmü sadece,aydınlık, yüzünü gösterinceye kadardır.”Bilgi güçtür” demiş Bacon yıllar önce evet bilgi,güçtür üstelik her şeyin pazar ekonomisiyle geliştiği bu düzende, bedava bir güç.Sadece sizin ona bir adım atmanızı beklemekte üstelik hava gibi, güneş gibi sınırsız ve bedava(su diyecektim ama kulakları çınlasın üniversitede ekonomik sistemler dersine giren hocam bir gün şöyle demişti;”görüyor musunuz arkadaşlar şu kapitalistlerin yaptıklarını Allahın suyunu da parayla satmaya başladılar.” Demişti o zaman pet sular şimdiki gibi pek yaygın değildi.Evet sayın hocam doğru söylüyordu parayla satılıyordu Allahın suyu. Platonun mağara mitosunda verilmek istenen mesajda ideanın bilgisine sahip olmanın önemine vurgu yapmaktadır.Bilgi,güneşin insanın içini ısıtan gücü gibidir,yeter ki dünyadan bihaber olamayasınız ona bir adım atınız öğrenmeye aç olunuz inanın ultra dahil açık büfe olarak 365 gün size en güzel menülerini hem de bedava bir şekilde sunacaktır insanlığın hizmetine,karşılığında ne istiyor biliyor musunuz sadece ona bir adım atmak onu aramaya koyulmak…..

Bilen insan mutsuzdur der filozofun biri,bilmek ve mutsuzluk ilk bakışta tezat bir durummuş gibi gelse de aslında bilen insan,daha doğrusu bilginin emekçisi olan, ona aşkla bağlı olan içten içe mutsuzdur çünkü; o artık kendi yaşamının dümenine kendi oturmuş rotasını da kendine de doğru çevirmiştir. Kendine doğru yol almaya koyulmuştur artık onunla tanışık olanlar, farkındalığının, farkına varmaya giden bir sürece doğru bir yolculuk başlamıştır artık.Ne mutlu bu yolculuğa çıkıp da gemileri yakabilene………
 
Ne güzel. İsminiz nedir? Tanıyor olabilirim. Kişisel gelişim kitapları, okuduğum bölüm nedeniyle ilgi alanımda şu an.
 
ŞARAP VE KADIN....

ŞARAP VE KADIN....

Şarap ve kadın bana farklı çağrışımlar da bulunur her ikisi de şarap dediysem öğle sıradan bir şarap değil ayı şekilde kadında sıradan olmamalı çünkü ben kadına eşittir cinsellik olarak bakmıyorum, bakamıyorum.Her ikisinin de kalitesinden anlarım her ne kadar iyi bir şarap tiryakisi olsam da kalitesizini asla sürmem ağzıma.Kadın içinde aynı şey geçerli sadece bedenini verecek bir kadın benim için boş bir küfeden farksızdır ruhum sevişmeli onunla her şeyden önce ruhumu eritmeli içten içe gerisi gayri önemli değil şarap ve kadın Hayam’ın dediği gibi tanrının tek iyiliği bu olsa gerek,şarap gibi şarap ve kadın gibi kadın….Düşünen sorgulayan kendi olabilen,tıpkı yıllanmış şarabın dile vermiş olduğu o mayhoşluk gibi düşünceme ruhuma,bedenime can katacak kadın....
 
Ben de çok beğendimm....

Paylaşımınız için teşekkürler...

Lütfen devam edin... :wink:
 
kırlara kar yağmış görmediniz mi......

kırlara kar yağmış görmediniz mi...

Doğadaki devinime koşut olarak baharın gelişi ile beraber insanın yüreğinde de çiçekler açıveriyor bir anda! Kırlara kar yağmıştır her taraf bembeyazdır son zamanlarda beyaz ve yeşili garip bir şekilde çok sever oldum.Evet kırlarda kar vardı.(kırlardaki papatyaları görünce aaa kırlara kar yağmış derim hep)

Daha bir farklıdır,gün,doğan güneş,soluduğum hava bambaşka bir haz vermekdedir şimdi bana. Hele birde sol yanınızda sizi yalnız bırakmayan o sesi duyduğunuzda değmeyiverin keyfinize.Aldığınız hazzı hiçbir şeyle ölçemezsiniz artık!Aşk insanı olduğunuz her halinizden bellidir artık. Ama baharı beklemek için 10 koca ayı devirmişsinizdir ve kısacık sürer bitiveriri hemencecik….Bir şeyler yapmalı yüreği hep böyle dolu, dolu yaşatmanın bir yolu olmalı yeni bir mevsim evet, evet yeni bir mevsim 5. mevsim aşkın mevsimi olabilir bu 365 gün üzerinde hiç güneşin batmadığı bir mevsim üstelik buraya girmek ücretsiz yüreği sevgiden,aşkın olan aşktan geçen herkese açıktır buranın kapısı sonuna kadar…Umutsuzluğu yoldaş edilmiş aşkın kıymetini bilmeyen duygu katilleri hariç istisnasız herkes girebilir buraya üstelik her şey dahil burada ve ücretsiz aşk insanları birbirlerini ağırlıyor burada gönüllerini sonuna kadar açarak,buyurmaz mıydınız….Bakın burada doğada her mevsim kar var…..
 
çalışmaların harika çok beğendim eline yüreğine sağlık.
 
Teşekkür ederim saolasınız. Yazmaya çalışıyorum elimden yüreğimden geldiğince sağlıcakla kalınız.
 
mutluluk mavi çocuk

Renkler içerisinde favorileirmden biridir mavi. Onda denizin engin durulmaz halini anımsarım her seferinde.Bereklığı,saadeti,erdemi görürüm tüm çıplaklığıyla birer birer.....



Tıpkı gözleri masmavi afacan mı afacan,sanki100 metre uzakdan sev beni diye bakan minik bir çocuk gibidir mutluluk..Ne kadar natureldir bir başını okşasanız dünyalar onun olur,siz ona bir giderseniz o size yüz gelir koşulsuz.Hiçbir şey korkmaz onu, o mutsuz bakan bir çift gözden gayri...Mutsuzluğu,yanına yaklaştırmak istemez,kovar atar yanından ona kem gözle bakan bir çift gözden kaçar amansızca.Kendi mutluluğunu gölgelemek isteyen bu negatif bakışlardan uzaklaşır gider gider,ta ki mutlu bir çift göze rastlayana kadar.....
 
Re: mutluluk mavi çocuk

freud33' Alıntı:
ben doğan güneşim dünyanın tepelerine
bir prens değilim,dilenciyim,hırsızım,düş çalarım
karanlık uykusuzluğumda.Batan bir geminin elinde kalan son eşyayım değerim yok, paha biçilmezim.

Söylenebilecekleri sen söylemişsin zaten Tebrik Ederim . .
 
5. mevsim....

5. mevsim....

Evet seninle beraber beşinci mevsimi yaşıyorum.Durun, nasıl olur saçmalama demeyin hemen.Dört mevsim var beşinciyi de nereden çıkardın başımıza diyorsunuz değil mi?Aslında doğanın dengesiyle oynaya oynaya,mevsimeleri de üçe indirdiler hoş ya!İlkbahar nerdeyse yaşanmıyor artık birden yaza giriveriyoruz.

Nereden çıktı bu beşinci mevsim,bu mevsim aşkın mevsimi desem çok mu egoistlik yapıyor olurum acaba?Ee ne var sizin bu beşinci mevsimde ne farkı var bunun bakalım diyorsunuz değil mi.Ne mi var.Ne yok ki.Bir kere o hiç sevmediğim kar, buz, çamur,ayaz yok,bizim mevsimimizde.365 gün güneş açar bizim mevsimimizde hemde hiç mi hiç batmaz geceye inat!

Bu mevsimde aşk var, sevgi var,paylaşım var hemde en hasından,dostluk var ama sadece sözsel değil,özde yürekde hissedilen dostluk var.Bizim mevsimizde olmayan ne var;hüzne yer yok,umutsuzluğa hiç mi hiç yer yok,çünkü bizim oksijenimiz umutsuzlara karbindioksit etkisi yapıyor bir anda.

Yüreği aşkı,aşk gibi yaşayacak herkese açık bizim mevsimimiz.Buyurmaz mıydınız......
 
hayır diyebilmek....

Hayır, Diyebilmenin Gücü

Gözlerindeki kini dudaklarının gülümsemesiyle kapatmaya çalışan, birisi ne kadar zavallıdır! Nereye kadar yanından eksik etmediği edemediği, onun bir parçası haline gelmiş olan maskeleri, takmaya daha devam edecek ki…

Herkes den kaçsa da kendinden de mi kaçacağını sanıyor acaba? Hep birilerine göre mi kuracak yaşamını, ne zaman kendi olabilecek, işte ben buyum diyebilecek cesurca! D. Hume der ki; “ben bir yerde düşünsel anlamda eleştirilmiyor, herkes tarafından övgülerle karşılanıyorsam, kara kara düşünmeye başlarım. Ben nerede yanlış yaptım diye.Çükü; nasıl olurda herkes benim aynı fikirde diye” Hayır diyebilmeli insan,inanmadığı, aklına, mantığına, hissiyatına ters gelen, içinden asla dediğine, sözsel olarak da hayır diyebilmeli. Kalp ayrı dil ayrı şeyleri söylüyorsa, her bir davranış beraberinde, kendinden de bir şeyleri alıp götürmek de hoyratça…Bana kırılır mı acaba? Aman canım sende bir kez de, bana göre doğru olmasa da, onun için katlanayım dememeli insan. Böyle derse ne olur; bir müddet sonra yana yakıla kendini armaya koyulur, çünkü; törpüleye törpüleye kendinden eser kalmamış yeni yarattığı tipe kendi de yabancı kalmış tanıyamamaktadır onu artık.


Hayır, kelimesinin yerini lugatda bulamadığı gibi, ne anlama geldiğini de unutmuş, hafıza kaybına uğramıştır bir anda! İnanmadığı, mantıksız bulduğu şeylere hayır diyebilmek yaşam karşında sağlam bir duruşla mümkündür ancak! Bu duruş, “kendin” olabilmeyi getirir beraberinde, “kendin olmak” ne demek? Boyu, posu, kaşı,gözü endamı olmasa gerek bu “kendin olmak”!Çünkü; tüm bunlarda insanın en küçük bir katkısı yoktur, bunlar verilmiş olan özelliklerdir. Kişiye birey kimliğine büründüren “kendin olmak” onun düşünsel bakış açısıyla, dünyayı algılayışıyla, işte ben birey olarak buyum diyebildiği konumdur. Ve bu konum elde edilmiş bir statüsel konumdur.

Bir karar alıp, bunu eyleme döktüğünde, birileri karşı çıkabilir sana. Bu demektir ki, insanların bir yerlerine dokunuyorsundur. Şayet yaptığın içine siniyorsa durma devam et doğru bildiğin yolda… Kim ne derse desin, Unutma ki; seni sen yapan bu süreç, öyle düz bir yol değil öyle olsaydı herkes kendi olur etrafımızdaki bin yüzlüleri görüp kusasımız gelmezdi. Hayat kısadır ve kendi kuralları vardır. Eğer sen kendi kurallarını koyup, başkalarına göre değil, kendine, kendi varoluşuna uygun yaşıyorsan, kendi yaşamını yaşıyorsun demektir. Endişelenme sakın, bazılarına yanlış gelse de sen, doğru yoldasın, hem yanlışsa bile buna sen deneyerek karar vermelisin, öyle değil mi! Aksi halde bi dünya insan görürsün ahmakça senin sınırlarına tecavüz etmeye kalkıp, kendi kurallarını sana dayatan. Kendi kuralları olmayanlara mutlaka bir kural koyucu bulunur bunu unutma.

Bakmakla görmek arasındaki o ince çizgiyi hiçbir zaman es geçme sakın. Çünkü; senin baktığın şeye herkes, bakıyordur, önemli olan baktığın şeyde senin ne gördüğündür. Unutulmaması gereken bir şey daha var ki, o da madalyonun tersi vardır. İnsan, ne yaparsa yapsın kaçamayacağı bir gerçeklik vardır ki “ölüm” sözcük olarak bile insana ne kadar soğuk geliyor değil mi? Ancak ne yaparsak yapalım, kaçamayacağımız üstelik nerede ne zaman geleceği belli olmayan yüzsüz bir misafir beklemekte bizi imkanı yok, mutlaka tüm canlılara bunu tattıracağım diye üstelik. Her an ensemizde nefesini hissettiğimiz ölüm. Madem, böyle bir gerçeklik var ve de bundan kurtuluş yok, mutlaka geleceğim diyor ve gelecek, dövünmenin bir anlamı yok.Yaşıyorken kendimiz olalım bari değil mi…
Ölüm, ancak şu iki şeyi içselleştirmiş insana bir şey yapamaz, onu sadece fiziksel anlamda bu dünyadan almaktan başka; Ya ölümün bile unutturamayacağı bir hayatı yaşayana, ya da; uğruna ölebileceği bir ideali olana…Kendi olabilmeyi başarabilmişlere bin selam….
 
YÜREĞİNE SAĞLIK FREUD . DEVAMINI BEKLİYORUZ..
 
BİTKİYE SU VERDİKÇE YEŞERECEKTİR.

FREUT 33 NE GÜZEK YAZMIŞSIN YAAAAAAAA. YÜREĞİNE SAĞLIK.KADINA CİNCEL OBJE OLARAK BAKARSAN O KADININ BÜTÜN İŞLEVLERİNİ YOK ETMİŞ OLURSUN ZATEN.NE KENDİNE FAYDASI OLUR NE EŞİNE NEDE ÇEVRESİNE.BİR BİTKİYE SU VERDİKÇE YEŞERİR,KADINDA BUNA BENZER.
 
bedava yaşıyoruz bedava...

Bedava yaşıyoruz bedava

Bedava yaşıyoruz bedava
Hava bedava, bulut bedava
Dere tepe bedava
Yağmur çamur bedava
Otomobillerin dışı
Sinemaların kapısı
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava
Kelle fiyatına hürriyet
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz bedava…


Orhan Veli, yukarıdaki şiirinde, hayat pahallığına, ironik bir dille sözcüklerle, tercümanlık ediyor. Yalnız yaşadığı dönemde, hava, su bedavaydı ama şimdi; hava da su da parayla nasıl mı? Sağlıklı gönül rahatlığıyla çoluğunuza çocuğunuza içerebileceğiz su, artık köy çeşmesinden akmıyor eskisi gibi. Aman huzurla bir su içeyim diyorsanız, şaşal şişe su almaktan başka bir çareniz yok demektir. Bu da kişilik bir aile iseniz varın maliyetini siz hesap edin hani su bedavaydı. Kulakları çınlasın üniversitede, bir hocam vardı bir gün şöyle demişti; “bakın şu kapitalistlerin yaptığına, Orhan Veli’nin kemiklerini sızlatıyorlar, suyu da parayla satıyorlar.Yok yok arkadaşlar, kim ne derse desin, bunlar akıllı adamlar üstadım, su ya su Allahın suyu işte doldur şişelere sat “ Gelelim havaya, şehrin o ekzos dumanı kokan, kirli havasından kurtulup, ciğerlerinizi oksijenle doldurmakla artık, öyle Orhan Veli’nin sandığı gibi parasız değil. Bunun için evvala doğayla baş başa ormanlık alanlara gitmeniz orada hiç olmazsa bir yazlığınızın olması gerek ki buralarda değil dübleks, triplex bir yere sahip olmak derme çatma bir yer bile elde edemezsiniz arazi mafyasını görmezseniz. Hava da su da, eğitim de, sağlık da parayla iken nasıl oluyor da bedava yaşıyoruz be ehh Orhan Veli yani…Doğuyoruz parayla, ki; hastanede paranız yoksa nasıl doğum yapacaksınız, ölüyoruz parayla, mezar yerlerin parası dudak uçuklatacak düzeyde. Bedava yaşıyoruz bedava nankörlüğün lüzumu yok şimdi(!) Paran varsa özel hastanelerde dünyaya gözlerini açar, özel okullarda okur, öss falan zırıltısıyla gençliğini çürütmez, ölürken de en şatafatlısından mezara sahip olursun. Olursun olursan da orada seni ne bekliyor işte bunu bilemeyiz. Bunları bu dünyada iken bastırdın parayı aldın ama orada ne yapacaksın bakalım paran seni ayrıcalıklı kılacak mı bakalım(!) Bedava yaşadın bedava…
 
Anlatım tarzınız hoş ve akıcı.
Gerçekten beğendim ve okumaktan zevk aldım.
İleride daha iyi olacağına eminim.
Başarılar.
 
Normalliğin Deliliği

Normalliğin deliliği


Toplumumuzda, düşünmekle ilgili, bir yığın deyim vardır.Bunlardan bir çırpıda aklıma gelenleri; düşün, düşün b….. … işin, ne düşünüyorsun öyle hindiler gibi, ne oldu be Karadeniz de, gemilerin mi battı vs çok nahoş deyimlerdir. İnsana özgü, onu eti, kemiği, fizyolojik görünümü dışında “ben” sıfatına büründüren, birey yapan, düşünsel, entelektüel birikimi değil de nedir? Hadi canım sen de, düşünüp de hindi mi olalım yoksa ,düşün düşün b……işin olsun, öyle değil mi!…

Düşünen insan, okuyan, sorgulayan, değiştirmeye, dönüştürmeye çalışan insandır. Ancak düşünmekle ilgili bu kadar olumsuz anlamlar yüklenmiş iken gel de ağız tadında düşün düşünebilirsen… Hele , hele bu kadar izlemeye, gözetlemeye meraklı bir toplum olduktan sonra, bas televizyonun düğmesine kim kiminle ne yapmış izle. Benim çocukluğumda, mahallede öbek öbek kadınlar toplanır, ,dedikodu yaparlardı. Şimdi artık, ne gerek sokakta toplanmaya, eve kadar girdi dedikodu makinesi, bas düğmesine izle oturduğun yerden, öyle değil mi yani… TV kanallarında BBG evlerinden tutun da pop starlara varıncaya kadar her gün bir pop starın çıktığı ülkede bir de yarışmayla star aranıyor(!)Üç gün sonra da esemesi okunmuyor ne garip bu starların. Ya da kaynana Semra, olmadı Caner Tülin aşkı ,olmadı bilmem kim, o da olmadı Afrodit hanımefendinin uzatmalı sevgilisi…. İşte sana bir dünya düşünecek konu, daha ne istiyorsun Allahtan belanı mı istiyorsun, otur oturduğun yerde! Üstelik bunları düşünmek için beynini kullanmaya yormaya da gerek yok ki. Sanırım ben tam Mazhar Osmanlık bir adamım da haberim yok. Biliyorsunuz Bakırköy’ de hastanenin önünde, düşünen bir adamın heykeli var. Elini çenesinin altına koymuş, düşünüyor, sanki gizliden bir mesaj veriliyor ,onun gibi olursun bak daha fazla düşünme içeride bunlardan çok var der gibi. İlla düşünmek mi istiyorsun, aç TV un düğmesini sabahtan akşama kadar izle, beynini bir güzel uyuştur bakalım bir şey düşünecek halin kalacak mı deli misin nesin, ya anlaşılan sen o heykel gibi olmak istiyorsun deniliyor sanki aba altında sopa gösterilerek.


Düş-ünmek de neymiş ya, hem neyine senin, böyle gelmiş böyle gider, sen mi düzelteceksin Allah aşkına, öyle değil mi…Bir de sık sık duyduğumuz ve artık kanıksadığımız, şu söz vardır ki; bu toplumdan hiçbir nane olmaz düzelmez, düzelmez yok abi, yok ya bunlardan hiçbir şey olmaz işte buraya yazıyorum derler bilmiş bilmiş,pişkince. Eee sen ne yapıyorsun arkadaş sen de bu toplumun bir mensubusun, eğer ithal edilmedinse bir yerlerden, bu zincirin halkalarından birisin, düşünmeyen, sorgulamayan, sen ne hakla bunları fütursuzca söyleyebiliyorsun diyen olmadığı için ağızlarının dolusunca konuşurlar böyleleri.

Bunları duyunca artık insanın kusası geliyor, midesi kaldırmıyor. Bu hazır formül kendi geriliğini halkın sırtına atıp kaçmaktan başka bir anlama gelmiyor. Aslında, aydın sorumluluğu gerektiren sosyolojik konularda bizde maşallah herkes her şeyi bildiği için ahkam kesmede değme hatiplere taş çıkartanlar konuşur da konuşurlar, bu bazen bir ağaç altı gölgesi, bazen camii duvarı, bazen de kahvehane köşelerinde olur. Konuşması gerekenler de susar garip şekilde…Bir de şöyle bir paradoksumuz vardır, ki bir şey ya siyah olmalı ya da beyaz, ara renklere tahammülümüz yoktur. Ya bizdensin ya değil, bizden isen sorun değil bizden ol da ne olursan ol sorun değil mantığı. Ötekine hiç mi hiç yer yoktur doğru söylese bile, çünkü;ne söylediğine değil kimin söylediğine bakıyor ya sadece. Bu konuda Habermas’ ın çok güzel bir sözü var; “bir toplumda gelişmişliğin ölçütlerinden birisi de öteki kendim gibi olmayan benim gibi düşünmeyenlerle beraberce, birtakım saçma sapan yaftalarla etiketlemeyerek, yaşayabilmek den geçmektedir” der.


2500 yıl önce yaşamış olan Sokrates in Atina mahkemesi tarafından sırf kendi mevcut statükocu bakışlarına uygun basmakalıp düşünmediği için idam edilmesi ötekine kendi gibi düşünmeyene binlerce yıl önce verilen cezayla ortadadır. Yazımı, konumuzla ilgili aklıma geldikçe hem gülüp hem de düşündüğüm bir fıkrayla noktalayayım; Bakırköy’de tam tımarhanenin önünde, hani şu bizim meşhur düşünen adamın önünde, bir aracın lastiği patlıyor, adamcağız zorla sağa kaldırımın oraya yanaşabiliyor, sonrası malum…Kriko,stepne, bijon anahtarı derken birde bunların yanında talihsizlik ya, 4 adet bijon anahtarı mazgala düşmesin mi. Mazgal açılacak gibi değil uğraşıyor uğraşıyor nafile, yok mazgalı kaldıramıyor, talihsiz sürücü bir sağına, bir soluna bakar, çaresiz duygular içinde kaderiyle baş başa kaldırıma çöker. Olayı başından beri tımarhanenin penceresinden izleyen deli, çaresiz adamın halini bir süre izledikten sonra;

- Ulaaan, salak ne yapıyorsun orda öyle?
- Sorma birader,lastik patladı bijonlar da mazgala düştü.
- Düşündüğün şeye bak; sök diğerlerinden birer tane hepsi üçerli olur biter. Adam bir lastiğe bir deliğe bakar ve hemen işe koyulur, her şeyini tamamlayıp bagajı da kapadıktan sonra, aklı deliye takılır. Arabaya binmeden döner dikkatli dikkatli adama bakar. Tımarhanedeki adama seslenir;
- Senin ne işin var tımarhanede? Diye sorar. Deli;
- Biz burada delilikten yatıyoruz salaklıktan değil…
 
"size ait şiir,öykü,hikaye ve yazılar" bu bölüme şimdiye kadar göz atmadım niye atmadım bir kere şiirden anlamadığımı düşünürüm ama yeri gelir herkesten çok duygusal,şiirsel anlarım,hayallerim olur
veya şiir deyince hep ütopik dünyadan ruhumuza gelen nağmeler aklıma gelir ne kadar etkileyebilir beni :?: evet güzel ama hayali derim ne dinlerim ne okurum(bunu böyle itiraf edincede ruhsuzlukla suçlanabiliyorum ama değilim biliyorum)
haftanın bu dördüncü iş gününde hadi birde bu bölüme bakayım dedim ve sevgili freudun yazılarına kaptırdım gittim hepsi çok güzel ve derin teşekkürler paylaşımınız için :D
 
Üst Alt