Bir QAD hikayesi.
Günlerdir yağan kar o sabah biraz durulur gibi olunca kararını vermiş Mehmet ağa.
..Elinde biriken yumurtaları kasabada satıp, karşılığında gaz, tuz, şeker falan almayı düşünmektedir.
..Kasabaya giden yol ormandan geçiyor..
Uzun bir yol.. erkenden kalkmış sabah olduğunda, sıkıca giyinip koyulmuş yola. Ormanın içinden geçen derenin kenarına gelince bakmış köprü yerinde yok. Sel götürmüş, yel üfürmüş.
Sıvamış paçalarını, dereyi yürüyerek geçmeyi denemiş ki olacak gibi değil.
Su çok güçlü akıyormuş , iliklerini donduracak kadar da soğukmuş.
Derenin kıyısında sağa sola koşturup karşıya geçebileceği bir yer aramaya başlamış, bulamamış.
Duaya başlamış: Allahım ne olur bana yardım et, bi yol göster de karşıya geçeyim..
Daha duası biter bitmez bi eşkıya belirmiş ense kökünde. Tepeden tırnağa silahlı.
Keskin bi bıçakla köylünün gırtlağını dürterek:
- Soyun ulan demiş..çıkar ayakkaplarını sıyır pantolonunu..!
Köylü titreyerek yapmış denilenleri. Eşkıya binmiş köylünün sırtına ve:
- Şimdi beni karşı kıyıya geçir demiş. Eğer düşürürsen deşerim gırtlağını.
Can aziz, can tatlı, can kıymetli.
Korkudan üşümesi de geçmiş ağamın. Ecel terleriyle eritmiş suyun buzunu.
Karşı kıyıya adres teslim taşımış eşkıyayı.
Eşkıya da karşıya geçince şöyle bi düzeltip üstünü başını, ormana doğru yürüyerek gözden kaybolmuş.
Sağol, mersi, sana da zahmet oldu bile dememiş.
Ölüm korkusunu atlatan Mehmet ağa soğuktan titreyerek açmış avuçlarını yukarıya.
- Be hey tanrım "karşıya geçmeme yardım et bi yol göster derken bunu kastetmemiştim.
- Sen mi yanlış anladın..yoksa ben mi yanlış anlattım.
***
Yirmili yaşlarda üç delikanlı...yoksul değiller ama dar gelirli ailenin çocukları.. üçü de üniversiteye kapağı atmış bi şekilde.. hafta sonları, akşamları bi yerlerde bi işlerde çalışıyorlar..ailelerine yük olmak sözcüğü hiç var olmamış kitaplarında. Gerçi ailelerinin de onların yükünü taşıyacak güçleri yok ya.
Bi yerde mecburlar çalışıp okumaya.
Üçü de aynı mahallenin sokaklarında volta vururmuş sabah akşam.
..İstanbul fırlaması üç kişi. İçinde yaşadıkları koşullar, köşeyi dönecek kadar değil ama yetecek kadar para kazanmanın yolunu daha on yaşındayken öğretmiş onlara.
Seneler sonra bu para kazanmayı bilen kişilerden ikisi, köşe dönmenin ötesinde, dönülmesi gereken köşeleri tapulu arazisi ilan edecektir. Üçüncünün döndüğü köşe ise 180 derece olduğundan bitişi yeni bir başlangıçtır artık. Kim bunlar..?
Biri ben
Biri Esen
Biri Recep
Yıl bindokuzyüz yetmişlerin sonu. Yakın tarihçilerin anarşi ve terör ortamı dedikleri zaman dilimi..
Netekim paşa henüz gözükmeye başlamamış tek kanal siyah beyaz ekranda.
Günde yirmiye yakın insanın sağcı solcu, komünist faşist diye birbirini vurduğu kurşunladığı dönem.
Grup konuşmalarının tamamı memleket meseleleri üzerine. İdeolojik ve siyasi tartışmalar üzerine.
Yani memleketin kurtuluşu yok bizden, illa da kurtarcaz onu.
Başka konu konuşulmaz, yasak..yoksa yatacak yer bulamazsın evinde bile. Dışlanırsın, dışkılanırsın.
Yirmili yaşlar..hormonlar “bendime sığmam taşarım” diyen sel misali akar damardan.
Testesterona kaç yazar devrim.
Kızlardan kadınlardan bahsetmeden, konuşmadan geçer mi hiç bu gençlik.
Bir ben
Bir Esen
Bir de Recep...
Yanlız kaldığımızda boş veriyoruz memleketi. Kızlardan konuşup..kadınları özlüyoruz.
..Ve diyoruz ki bir arabamız olsaydı daha kolay olurdu işimiz. Araba dediğin üstü kapalı bi mekan,
yürüyen ev ve gidebildiğin kadar uzak bi köşe. Devrimin canı cehenneme.
Zaman, maltepe sigarasının bile karaborsada satıldığı zaman.
Eşşek tepmiş gaz tenekesi görünümündeki murat 124 ler bile kızlardan Mercedes iltifatı görmekte.
Lakin araba sahibi olmak zor iş.. pahallı iş..
Yafu diyoruz dört tekeri olsun, bizi şurdan şuraya taşısın da nasıl olursa olsun..!
Oto tamir hanelerinde hurdacılarda arayışa geçiyoruz. Çalıntı arabalar var satılık, ama bize ters, bizi bozar.
Üç delikanlının parası yetmiyor bi dört teker almaya.
Vaz geçiyoruz . Ya da diyelim,erteliyoruz.
***
Bu sevk edildiğim kaçıncı hastaneydi...
Dur bi sayayım..önce Numune, Okmeydanı SSK, Hacettepe ve burası yani rehabilitasyon merkezi..
Bir yıla yakın burada kalıp sonra Kartal SSK ya sevk edilecektim. Böylece eve hiç gelmeden üç yılım hastanelerde geçmiş olacaktı.
Dördüncü durağım olan rehabilitasyon merkezine gelene kadar hep sedyeyle taşınmıştım.
Yani bu vücüt tam iki yıldır düşey vaziyete gelmemişti.
Çok zor oldu oturur vaziyete gelebilmek. Tansiyon ikiye düşer..gözler kararır..baygınlık geçiririm oturur duruma geçtiğimde.
Neyse bu değil anlatmak istediğim. Özel yöntemlerle tamir ettiler beni.
Ve seneler sonra bulanık da olsa dünyayı dikey açıdan görmeyi başardım.
kurtuldum sedyeyle seyahatten .
Bilmezsiniz dostlar ne büyük mutluluktur yirmidört saat tavan seyretmekten kurtulmak.
***
Koğuşun kapısı gürültüyle açıldı.
Ahmet Çimen..hastabakıcım ve benim ilk makam şöförüm.
İlk arabamı ilk kullanan...
Patinaj çektirerek daldı içeri.
- Ağbi bak dedi bu sıfır kilometre..gıcır gıcır. Senin için özel ayarladım.
Hakikaten nikelajlı cantları ayna gibiydi. Deri taklidi plastik döşemesinin koruyucu kılıfı bile henüz çıkarılmamıştı.
Sedyeden tekerlekli sandalyeye geçebilmek için altı aya yakın tilt teybıl tedavisi görmeme rağmen pek sevindiğim söylenemez.
Ne midir bu tilt teybı? Hadi anlatayım da öğrenin.
Benim gibi seneleri aşan bi süre yatınca insan, birden oturur vaziyete gelemiyor. Kalp ritmi ve kan basıncı ölümcül ölçüde düşüyor. Bunun için hastayı bi masaya bağlıyorlar..masatenisindekine çok benzeyen bir masa.
Ve masanın başıma rast gelen ucunu her gün biraz biraz belli bir açıyla ,bi dişli çark vasıtasıyla kaldırıyorlar.
Kolda tansiyon aleti takılı, tansiyon düşünce hemen eğim azalıyor.
Yani özetle alıştıra alıştıra doksan dereceye getirmeye çalışıyorlar vücudu.
Benim güzel ve sevimli kalbimin 90 dereceyi tolore edebilmesi altı ay sürüyor.
Hiç edemeyebilirmişte..yani ömrümün bundan sonrasını tamamen yatarak geçirmek zorunda kalabilirmişim.
9O derecede de bir hafta kaldım nolur nolmaz diye. Kalp tak diye durabilirmiş.
Ne bu yaaa yerli yapım pancar motor mu?
Neyse ki durmadı. Durmadı da bunları yazabiliyorum .
Ha ne diyordum dostlar, konu dağıldı.
Sıfır kilometre çelik cant deri döşeme arabamı yanıma getirince makam şöförüm Ahmet Çimen..
-Be hey tanrım dedim, dört tekerlekli olsun, beni bi yerden bi yere taşısın da nasıl olursa olsun derken bunu kastetmemiştim..!
- Sen mi yanlış anladın..yoksa ben mi yanlış anlattım.
***
Bi kişi koltuk altlarımdan tuttu, bi kişi diz altlarımdan..tulumba karga oturttular beni sıfır kilometre çelik cant, deri döşeme arabama...Makam şöförüm Ahmet Çimen, eskortlarda Müjgan ve Hatçe hemşire...
ıığnn..ığnnn ııığnnn...tam gaz koridora çıktık. Kim tutar beni.
Yakıştı bu araba sana be abi beea dedi makam şöförüm Ahmet Çimen..!
-Hasiktir lan dedim hastanenin kapısını kafamla işaret ederek. Bu kapıdan sedyeyle girdim yürüyerek çıkıcam...
Sağ elimin kavrama yeteneği olmadığı için sıfır kilometre, çelik cant, deri döşeme arabamı makam şöförüm Ahmet Çimen olmadan kullanamıyordum.
Kısa zamanda çözdüm sorunu. Sağ tekerleğin cant kısımlarına çubuklar yaptırdım. Şimdi avuç içimle itip tek başıma kullanabiliyordum arabamı. Sıfır tazminatla son verdim şöförün işine.
Devlet malı..demirbaş diye yağlı boyayla yazmadılar arabamın arkasını. Ben de tebeşirle yazdırdım.
“Tek rakibim Törkiş eyirlayns …”
Uzun koridorlar sankim Bağdat caddesi…egzoz patlatıp pati çekerek yanaşıyorum poposu karpuz hemşirelere.
Diyorum çekinmeyin atlayın..hemen bırakayım sizi gideceğiniz yere.
İşte böyle gırgır şamata dolanırken koridorlarda bi olay yaşadım ki yazmasam olmaz.
Nöbetçi doktor salak ibraam bey koridorda beni çevirip törkiş eyirlayns ööle yazılmas, sen okumuş adamsın ayıp oluyo demez mi?
- Eğil dedim, eğildi
- Uzat kulanı dedim uzattı
- Yerim ulan senin gramerini dedim…kaçtı.
Hala düşünürüm espri mi yapmıştı yoksa ciddi miydi diye. Espri idiyse ayıp ettik doktor abiye be.
Ama böyle bi herif çalıştığım şirkettede vardı. Sabahleyin sekreterimiz Nuran hanıma seslenirdim.
- Nuran yaa bu gün ayın kaçı? (diyelim ki ) 18 i.. Nuran seslenirdi
- 18 i…
- Kız saçını kim ördü? Derdim. Böyle bi geyik yaparak başlardık güne.
Bi seferinde genel müdür ordan geçerken seslenmez mi…
- Onu öyle demezler “ bugün ayın ondördü kız saçını kim ördü” derler.
Hani bi insanın aksırası gelir, gözlerini bayar, ağzını havaya dikip bekler..fakat aksırık geri kaçar..ööle salak salak baka kalırsın. Hah biz de işte öyle kalakaldık. Kesin biliyoruz adam bizi uyarırken ciddiydi. Otorite manyağı bi tipti.
Yine mi dağıttık dostlar. Dönelim konumuza o zaman.
..O kapıdan yürüyerek çıkıcam dediğimde;
- Bu iş çok zor be koçum diyen baş hekim amcaya inat 14 ay sonra yürüyerek çıktım o kapıdan.
Yani, tamam, evet iki 70 lik rakıyı susuz devirmiş berduş gibi sallanarak, yıkıldı yıkılcak, düştü düşecek makamında mehteran ritmiyle yürüyordum.. ama yürüyordum işte. Yemin etsem başım ağrımaz.
Çıkarken bin-me-ye-ce-ğim dediğim dört tekerlekliye binmemiştim ve on beş yıl da binmedim.
BayKe
(bilmeyene not: QAD=qadropleji ..terapistler bize öyle derlerdi de)
Günlerdir yağan kar o sabah biraz durulur gibi olunca kararını vermiş Mehmet ağa.
..Elinde biriken yumurtaları kasabada satıp, karşılığında gaz, tuz, şeker falan almayı düşünmektedir.
..Kasabaya giden yol ormandan geçiyor..
Uzun bir yol.. erkenden kalkmış sabah olduğunda, sıkıca giyinip koyulmuş yola. Ormanın içinden geçen derenin kenarına gelince bakmış köprü yerinde yok. Sel götürmüş, yel üfürmüş.
Sıvamış paçalarını, dereyi yürüyerek geçmeyi denemiş ki olacak gibi değil.
Su çok güçlü akıyormuş , iliklerini donduracak kadar da soğukmuş.
Derenin kıyısında sağa sola koşturup karşıya geçebileceği bir yer aramaya başlamış, bulamamış.
Duaya başlamış: Allahım ne olur bana yardım et, bi yol göster de karşıya geçeyim..
Daha duası biter bitmez bi eşkıya belirmiş ense kökünde. Tepeden tırnağa silahlı.
Keskin bi bıçakla köylünün gırtlağını dürterek:
- Soyun ulan demiş..çıkar ayakkaplarını sıyır pantolonunu..!
Köylü titreyerek yapmış denilenleri. Eşkıya binmiş köylünün sırtına ve:
- Şimdi beni karşı kıyıya geçir demiş. Eğer düşürürsen deşerim gırtlağını.
Can aziz, can tatlı, can kıymetli.
Korkudan üşümesi de geçmiş ağamın. Ecel terleriyle eritmiş suyun buzunu.
Karşı kıyıya adres teslim taşımış eşkıyayı.
Eşkıya da karşıya geçince şöyle bi düzeltip üstünü başını, ormana doğru yürüyerek gözden kaybolmuş.
Sağol, mersi, sana da zahmet oldu bile dememiş.
Ölüm korkusunu atlatan Mehmet ağa soğuktan titreyerek açmış avuçlarını yukarıya.
- Be hey tanrım "karşıya geçmeme yardım et bi yol göster derken bunu kastetmemiştim.
- Sen mi yanlış anladın..yoksa ben mi yanlış anlattım.
***
Yirmili yaşlarda üç delikanlı...yoksul değiller ama dar gelirli ailenin çocukları.. üçü de üniversiteye kapağı atmış bi şekilde.. hafta sonları, akşamları bi yerlerde bi işlerde çalışıyorlar..ailelerine yük olmak sözcüğü hiç var olmamış kitaplarında. Gerçi ailelerinin de onların yükünü taşıyacak güçleri yok ya.
Bi yerde mecburlar çalışıp okumaya.
Üçü de aynı mahallenin sokaklarında volta vururmuş sabah akşam.
..İstanbul fırlaması üç kişi. İçinde yaşadıkları koşullar, köşeyi dönecek kadar değil ama yetecek kadar para kazanmanın yolunu daha on yaşındayken öğretmiş onlara.
Seneler sonra bu para kazanmayı bilen kişilerden ikisi, köşe dönmenin ötesinde, dönülmesi gereken köşeleri tapulu arazisi ilan edecektir. Üçüncünün döndüğü köşe ise 180 derece olduğundan bitişi yeni bir başlangıçtır artık. Kim bunlar..?
Biri ben
Biri Esen
Biri Recep
Yıl bindokuzyüz yetmişlerin sonu. Yakın tarihçilerin anarşi ve terör ortamı dedikleri zaman dilimi..
Netekim paşa henüz gözükmeye başlamamış tek kanal siyah beyaz ekranda.
Günde yirmiye yakın insanın sağcı solcu, komünist faşist diye birbirini vurduğu kurşunladığı dönem.
Grup konuşmalarının tamamı memleket meseleleri üzerine. İdeolojik ve siyasi tartışmalar üzerine.
Yani memleketin kurtuluşu yok bizden, illa da kurtarcaz onu.
Başka konu konuşulmaz, yasak..yoksa yatacak yer bulamazsın evinde bile. Dışlanırsın, dışkılanırsın.
Yirmili yaşlar..hormonlar “bendime sığmam taşarım” diyen sel misali akar damardan.
Testesterona kaç yazar devrim.
Kızlardan kadınlardan bahsetmeden, konuşmadan geçer mi hiç bu gençlik.
Bir ben
Bir Esen
Bir de Recep...
Yanlız kaldığımızda boş veriyoruz memleketi. Kızlardan konuşup..kadınları özlüyoruz.
..Ve diyoruz ki bir arabamız olsaydı daha kolay olurdu işimiz. Araba dediğin üstü kapalı bi mekan,
yürüyen ev ve gidebildiğin kadar uzak bi köşe. Devrimin canı cehenneme.
Zaman, maltepe sigarasının bile karaborsada satıldığı zaman.
Eşşek tepmiş gaz tenekesi görünümündeki murat 124 ler bile kızlardan Mercedes iltifatı görmekte.
Lakin araba sahibi olmak zor iş.. pahallı iş..
Yafu diyoruz dört tekeri olsun, bizi şurdan şuraya taşısın da nasıl olursa olsun..!
Oto tamir hanelerinde hurdacılarda arayışa geçiyoruz. Çalıntı arabalar var satılık, ama bize ters, bizi bozar.
Üç delikanlının parası yetmiyor bi dört teker almaya.
Vaz geçiyoruz . Ya da diyelim,erteliyoruz.
***
Bu sevk edildiğim kaçıncı hastaneydi...
Dur bi sayayım..önce Numune, Okmeydanı SSK, Hacettepe ve burası yani rehabilitasyon merkezi..
Bir yıla yakın burada kalıp sonra Kartal SSK ya sevk edilecektim. Böylece eve hiç gelmeden üç yılım hastanelerde geçmiş olacaktı.
Dördüncü durağım olan rehabilitasyon merkezine gelene kadar hep sedyeyle taşınmıştım.
Yani bu vücüt tam iki yıldır düşey vaziyete gelmemişti.
Çok zor oldu oturur vaziyete gelebilmek. Tansiyon ikiye düşer..gözler kararır..baygınlık geçiririm oturur duruma geçtiğimde.
Neyse bu değil anlatmak istediğim. Özel yöntemlerle tamir ettiler beni.
Ve seneler sonra bulanık da olsa dünyayı dikey açıdan görmeyi başardım.
kurtuldum sedyeyle seyahatten .
Bilmezsiniz dostlar ne büyük mutluluktur yirmidört saat tavan seyretmekten kurtulmak.
***
Koğuşun kapısı gürültüyle açıldı.
Ahmet Çimen..hastabakıcım ve benim ilk makam şöförüm.
İlk arabamı ilk kullanan...
Patinaj çektirerek daldı içeri.
- Ağbi bak dedi bu sıfır kilometre..gıcır gıcır. Senin için özel ayarladım.
Hakikaten nikelajlı cantları ayna gibiydi. Deri taklidi plastik döşemesinin koruyucu kılıfı bile henüz çıkarılmamıştı.
Sedyeden tekerlekli sandalyeye geçebilmek için altı aya yakın tilt teybıl tedavisi görmeme rağmen pek sevindiğim söylenemez.
Ne midir bu tilt teybı? Hadi anlatayım da öğrenin.
Benim gibi seneleri aşan bi süre yatınca insan, birden oturur vaziyete gelemiyor. Kalp ritmi ve kan basıncı ölümcül ölçüde düşüyor. Bunun için hastayı bi masaya bağlıyorlar..masatenisindekine çok benzeyen bir masa.
Ve masanın başıma rast gelen ucunu her gün biraz biraz belli bir açıyla ,bi dişli çark vasıtasıyla kaldırıyorlar.
Kolda tansiyon aleti takılı, tansiyon düşünce hemen eğim azalıyor.
Yani özetle alıştıra alıştıra doksan dereceye getirmeye çalışıyorlar vücudu.
Benim güzel ve sevimli kalbimin 90 dereceyi tolore edebilmesi altı ay sürüyor.
Hiç edemeyebilirmişte..yani ömrümün bundan sonrasını tamamen yatarak geçirmek zorunda kalabilirmişim.
9O derecede de bir hafta kaldım nolur nolmaz diye. Kalp tak diye durabilirmiş.
Ne bu yaaa yerli yapım pancar motor mu?
Neyse ki durmadı. Durmadı da bunları yazabiliyorum .
Ha ne diyordum dostlar, konu dağıldı.
Sıfır kilometre çelik cant deri döşeme arabamı yanıma getirince makam şöförüm Ahmet Çimen..
-Be hey tanrım dedim, dört tekerlekli olsun, beni bi yerden bi yere taşısın da nasıl olursa olsun derken bunu kastetmemiştim..!
- Sen mi yanlış anladın..yoksa ben mi yanlış anlattım.
***
Bi kişi koltuk altlarımdan tuttu, bi kişi diz altlarımdan..tulumba karga oturttular beni sıfır kilometre çelik cant, deri döşeme arabama...Makam şöförüm Ahmet Çimen, eskortlarda Müjgan ve Hatçe hemşire...
ıığnn..ığnnn ııığnnn...tam gaz koridora çıktık. Kim tutar beni.
Yakıştı bu araba sana be abi beea dedi makam şöförüm Ahmet Çimen..!
-Hasiktir lan dedim hastanenin kapısını kafamla işaret ederek. Bu kapıdan sedyeyle girdim yürüyerek çıkıcam...
Sağ elimin kavrama yeteneği olmadığı için sıfır kilometre, çelik cant, deri döşeme arabamı makam şöförüm Ahmet Çimen olmadan kullanamıyordum.
Kısa zamanda çözdüm sorunu. Sağ tekerleğin cant kısımlarına çubuklar yaptırdım. Şimdi avuç içimle itip tek başıma kullanabiliyordum arabamı. Sıfır tazminatla son verdim şöförün işine.
Devlet malı..demirbaş diye yağlı boyayla yazmadılar arabamın arkasını. Ben de tebeşirle yazdırdım.
“Tek rakibim Törkiş eyirlayns …”
Uzun koridorlar sankim Bağdat caddesi…egzoz patlatıp pati çekerek yanaşıyorum poposu karpuz hemşirelere.
Diyorum çekinmeyin atlayın..hemen bırakayım sizi gideceğiniz yere.
İşte böyle gırgır şamata dolanırken koridorlarda bi olay yaşadım ki yazmasam olmaz.
Nöbetçi doktor salak ibraam bey koridorda beni çevirip törkiş eyirlayns ööle yazılmas, sen okumuş adamsın ayıp oluyo demez mi?
- Eğil dedim, eğildi
- Uzat kulanı dedim uzattı
- Yerim ulan senin gramerini dedim…kaçtı.
Hala düşünürüm espri mi yapmıştı yoksa ciddi miydi diye. Espri idiyse ayıp ettik doktor abiye be.
Ama böyle bi herif çalıştığım şirkettede vardı. Sabahleyin sekreterimiz Nuran hanıma seslenirdim.
- Nuran yaa bu gün ayın kaçı? (diyelim ki ) 18 i.. Nuran seslenirdi
- 18 i…
- Kız saçını kim ördü? Derdim. Böyle bi geyik yaparak başlardık güne.
Bi seferinde genel müdür ordan geçerken seslenmez mi…
- Onu öyle demezler “ bugün ayın ondördü kız saçını kim ördü” derler.
Hani bi insanın aksırası gelir, gözlerini bayar, ağzını havaya dikip bekler..fakat aksırık geri kaçar..ööle salak salak baka kalırsın. Hah biz de işte öyle kalakaldık. Kesin biliyoruz adam bizi uyarırken ciddiydi. Otorite manyağı bi tipti.
Yine mi dağıttık dostlar. Dönelim konumuza o zaman.
..O kapıdan yürüyerek çıkıcam dediğimde;
- Bu iş çok zor be koçum diyen baş hekim amcaya inat 14 ay sonra yürüyerek çıktım o kapıdan.
Yani, tamam, evet iki 70 lik rakıyı susuz devirmiş berduş gibi sallanarak, yıkıldı yıkılcak, düştü düşecek makamında mehteran ritmiyle yürüyordum.. ama yürüyordum işte. Yemin etsem başım ağrımaz.
Çıkarken bin-me-ye-ce-ğim dediğim dört tekerlekliye binmemiştim ve on beş yıl da binmedim.
BayKe
(bilmeyene not: QAD=qadropleji ..terapistler bize öyle derlerdi de)