Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Bir güz günü, Cumartesi sabahı, saat 08:45 [O An]

Mr Forehand

Yeni Üye
Üyelik
10 Kas 2004
Konular
4
Mesajlar
47
Reaksiyonlar
1
Biraz uzun bir yazı oldu ama ben "o an'a" çok kestirmeden dalmak istemedim.

BİR GÜZ GÜNÜ, CUMARTESİ SABAHI SAAT 08:45

Üzerimdeki tişörtün kolunda VTB (Veteran Tenisçiler Birliği) amblemi vardı. Buna baktığımda ne kadar erken bir veteran tenisçi olduğumu düşündüm. Hem de ne veteranlık, tenis kortunda oradan oraya uçarken, paraşütsüz bir şekilde tekerlekli sandalyeye.. ve geride kısa ama tenisle dolu dolu geçmiş bir tenis ömrü.
Kısaydı diyorum çünkü; Bu güzel ülkenin hiç de güzel olmayan şartları yüzünden tenise çok geç başlayabilmiştim.Televizyondan takip ettiğim tenise başlamak ancak Askerliğimi yaparken nasip olmuştu. 1993 yılıydı, Askerliğimi yaptığım yerdeki tenis kortlarını gördüğümde içim gitmişti. İlk fırsatta Spor salonundan emanet bir raket bulup kortlardaki duvara gitmiş ve acaba bu işi başarabilecek miyim diye ilk denememi duvarda yapmıştım. Ve böylece kısa tenis kariyerimin başlangıcı duvarda ve tek başıma olmuştu. Birkaç defa daha duvara gittikten sonra arkadaşım Ahmet’e tenisi sevip sevmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca gidip kendimize birer raket almıştık. Aldığımız ilk bir kutu topun içinden bir tanesini ayırmış ve terhis olacağımız zaman yapacağımız maçı kim kazanırsa bu topu hatıra olarak onun almasına karar vermiştik.
İşte tenis hayatım böyle başlamıştı. Terhis olmadan önce o son maçı yapmaya fırsat bulamamıştık. Fakat Ahmet topun üzerine “eğer oynasak da sen kazanacaktın zaten sevgili arkadaşım” diye yazıp imzalamıştı.
Sonraları bütün bunları hatırladığımda, bir er olarak hiç çekinmeden (kimseden izin almamıştık çünkü..) kortları kullanmamızın iyi cesaret olduğunu düşündüm hep.
Beş-on defa tenis oynamakla iyi bir tenisçi olduğumu sanmıştım. Kısa dönem gelen askerlerden birisinin iyi bir tenisçi olduğunu öğrenmiştim. Sonraları aramızın da çok iyi olmasına rağmen bir türlü onunla oynayamamıştık. Belli ki acemilerle oynamak istemiyordu..
Birgün Gürsel yüzbaşı beni bilgisayar merkezine göndermişti . Orada başka Birlikten gelen bir askerle tanışmıştık. Saçları epeyce dökülmüş olan bu asker ODTÜ tenis takımındaymış.(askere gelmeden önce) Şimdi tam olarak hatırlayamamakla birlikte sanırım o zamanlar takım deplasmanlı ligde de oynamış. Hemen hepsi yarım saat konuşmuştuk ve ben onu imrenerek dinlemiştim. Keşke ben de onun gibi iyi bir tenisçi olsam diyordum. ( 21 yaşında ancak tenise başlayabilmiş birisi ne kadar iyi bir tenisçi olabilirse işte..) Birbirimizin adını bile öğrenmemiştik. Çoğumuzun başına gelmiştir böyle şeyler. Mesela bir otobüs yolculuğunda yan koltukta oturan kişiyle uzun süren bir sohbet yapmış ama birbirimize adımızı sormak aklımıza gelmemiştir…
O günden sonra ODTÜ’lü arkadaşla bir daha da görüşemedik. Ta ki dört yıl sonra Bursa’da karşılaşıncaya kadar…Uludağ Üniversitesinin düzenlediği bir turnuvada 2. Tur maçına çıktığımda karşımdaki rakip hiç de yabancı gelmiyordu, mutlaka bir yerlerde görmüştüm ama nerde? Maça başladık,ilk seti aldım, ikinci seti kaybettim. Final setini oynuyorken ayağına kramp girmişti. Ve ben içimden “maçı bırak işte niye zorluyorsun ki?” diyordum” ama o inatla maça devam ediyordu. Neyse ki final setini de almıştım. Tabi ben bu arada hala onu nerede gördüğümü çıkartamamıştım.Sonra onun arabasıyla korttan ayrıldık. Şehre geldiğimizde haberleşelim diyerek ben arabadan indim. Henüz 20-30 metre kadar uzaklaşmamıştım ki kafamda bir şimşek çaktı. “Tabi yaa..”dedim. Biraz önce elediğim o kişi askerdeyken tanıştığım ODTÜ’lü arkadaştı. Evet o zaman imrenerek dinlediğim kişiyi elemiştim.Gerçi bir zamanlar kayak yaparken (tek ayak üzerinde kaymaya kalkışmış da) kolu kırılmış ve bir müddet tenis oynayamamışmış. Ama olsun bana ne, bir zamanlar imrenerek dinlediğim o kişiyi yenmiştim. Sonraları birkaç defa daha öylesine oynadık Ergün'le..
Askerliğim bittikten sonra eski görevime tekrar döndüm. Gümüşhane’de buradan tayinim çıkana kadar bir yıl daha çalıştım. Bu zaman zarfında hep tenis oynamak istememe rağmen yakın beride tenis kortu yoktu.
Bu bir yıldan sonra Bodrum’a tayinim oldu. Ve aynı yıl Üniversiteye başladım. Hem işime devam ediyordum hem de üniversiteye..İlk iki yılı gelip gitmeler ve kısa izinlerle tamamlamıştım. Hatta bir ara dört gece üst üste aynı yerde kalamamıştım. Buna rağmen alttan dersim kalmadığı gibi iki ders haricinde bütünlemeye de kalmamıştım. (Biraz övünmek herkesin hakkıdır sanırım) Üniversitenin dört tane kortu olduğunu gördüğümde çok sevinmiştim. Sonraları bunlara dört tane de toprak kort eklendi. Önceki dört sert zemin korttan da ikisinin üzeri kapatıldı. Ancak o kapalı kortlarda oynamak hiç nasip olmadı.
İlk yıl okulun tenis takımına seçilmeyi bile hayal etmiştim (ne saflık) Çünkü kendimi iyi bir oyuncu olarak görüyordum. Şimdi aklıma geldikçe gülüyorum. Sonraları fırsat buldukça hatta fırsatlar yaratarak demek daha doğru olur belki, epeyce bir zamanımı tenis kortunda geçirmeye başladım. Orada yeni arkadaşlarla tanışıyor, duvarda oynuyor, oynayanları seyrediyordum. Deplasmanlı lig maçlarının olduğu bir günde Alaattin Karagöz ile tanışıp sohbet etmiştik.
1996 yılının bahar aylarındaki bir gündü, bütün kortlar doluydu. Tribün sıralarının en önünde oturmuş maç yapanlara, duvarda oynayanlara, oraya buraya bakarken; elinde duvarda patlattığı topla tanımadığım birisi geldi ve “gördün mü? Top iflas etti” dedi. Sonra başka bir topla duvara devam etti. Biraz sonra yanına gidip onunla tanıştım. Adı İlker’di. Beraber oynayabilir miyiz dediğimde ; “kaç yıldır oynuyorsun? iyi oynayabiliyor musun?” gibi sorular sordu. Sanırım acemi birisiyle zaman kaybetmek niyetinde değildi. Bir saat sonra okul takımının maçları bittiğinde ve hoca korttan ayrıldığında oynamaya başladık.
Hocanın gitmesini özellikle bekliyordu. Aralarında kötü bir diyalog geçtiğini söylemişti. Olay şöyle: İlker okula kaydını yaptırdıktan sonra tenis takımının hocasına giderek geldiği takımın (METİK) adını söylemiş ve birisinin de selamını iletmiş, bonservisinin buraya alınabileceğini, takıma girmek istediğini söylemiş. Hoca da ona karşıyı göstererek “ birazdan oraya kızlar gelir sen git onlarla oyna” demiş. Olay buna yakın bir şey işte. İlker de buna çok bozulmuş. Tabi bu durum benim işime yaradı. İlker’le tanışmam ve onunla oynamaya başlamam benim için dönüm noktası oldu.
Yine bir hafta sonu haberleşip kampüse korta gittik. Şehirdeyken hava iyiydi ama kampüse yaklaştıkça kapatıyordu. Saat 10:00 civarlarında korta ulaştığımız vakit hiç kimse yoktu. Sanırım yağmur yağacak diye kimse gelmemişti. Her yer bomboştu. Gelmeyenlerin bir bildikleri yokmuş da değilmiş hani..Yağmur yağmaya başladı. Biz de orada bir saçak altında yağmur dininceye kadar bekledikten sonra iki tane paspası kaptığımız gibi kortun üzerindeki suları kenarlara çektik. Epeyce uğraştıktan sonra kort oynanmaya uygun hale gelmişti. Dört-beş saat kadar oynamıştık. Zaten diğer zamanlarda da sabah saat 08:00 de gidip akşama kadar kortlarda kaldığım oluyordu. Orada tanıştığım Hakan hoca “sen burada bir gün ölüp kalacaksın” diye takılırdı. Haziran-temmuzda sıcak falan dinlemiyordum. Bir gün İlker’le sabahtan akşama kadar oynamıştık. Çok yüksek tempoda değildi ama yine de her 15-20 dakikada bir çeşmeye gidip kafamızı suyun altına tutuyorduk. Dizimin üst kısmıyla çoraplar arasında kalan kısmı ıslatıyordum ama hemen kuruyordu ve deri daha bir felaket geriliyordu.
Şimdi iyi ki de bunları yapmışım diyorum. Zamanımı uyumakla, tv izleyerek (bunu şimdilerde bolca yapıyorum zaten) ve bilimum lüzumsuz işlerle harcamış da olabilirdim. İyi ki de sabah 07:00 lerde kalkıp korta gitmişim.
DSİ Nilüfer spor kulübünün düzenlediği bir turnuva vardı. Mustafa, Deniz ve Levent beni izlemeye gelmişlerdi. O da ne? Rakibim 13 müydü-14 müydü? O yaşlarda bir çocuk. DSİ Nilüfer Spor altyapısından. Ben kendi kendime ne kadar iyi bile olsa neticede bir çocuk diyordum.Gücü ne kadar olabilirdi ki..Öyleydi de. Maça başladık ve çok kolay bir şekilde maçı almak üzereydim.Bu arada kazandığım puanlardan sonra beni alkışlayan arkadaşlarıma “ Alkışlamayın ulen, altı üstü küçük bir çocuk karşısında alıyorum puanları” diyordum. Rakibime bakıp “yazık oluyor buna,karşıma bir çocuk çıkmak zorunda mıydı” falan demeye başlamıştım. Derken işler tersine dönmeye başladı. Bir pozisyonda da omzumdaki sakatlığım ortaya çıkınca,çok trajik bir şekilde ve hatta komik şekilde maçı kaybettim. (“O-HA falan oldum yaaani” demedim çünkü konuşma dilimize henüz böyle bir virüs bulaşmamıştı. Hoş, yerleşmiş olsaydı bile bunu kullanmazdım zaten.)
1997 yazında Bodrum’da kendime tenis oynayacak bir yer bulmam gerekiyordu. Okul zamanında üniversitenin kortları vardı.Bodrum’da da otellerde, tatil köylerinde çok kort vardı. Vardı var olmasına da kapılarını açmış beni beklemiyorlardı. Bir tatil köyünde önceki yıl 20 günlük bir tenis kursu düzenlendiğini duymuştum. Demek ki bu konuda pek de katı değiller diye düşündüm. Kendim gitmek yerine, onları tanıyan bir arkadaşımdan bu durumu onlara iletmesini,müşterilerden arta kalan zamanda kullanıp kullanamayacağımı sormasını istedim. Hemen o gün öğle arasında bir banka şubesinde karşılaşmışlar ve arkadaşım bu durumu ilettiğinde,”tabi ne demek, hemen bugün gelsin, ben de tenis oynayacak birisini arıyorum zaten “demiş. Bunu duyunca havalara uçmuştum.
Ertesi gündü sanırım gittiğimde, gayet çekingendim. Tanıştık. Adaşmışız meğer. Mehmet bey de bana karşı resmiydi. İkinci üçüncü gün derken birbirimize (“hocam”)diye hitap etmeye başladık. Sonra da O “Mehmet abi” oldu, Ben de Mehmet. İşte bizim abi-kardeşliğimiz böyle başlamış, üzerine hep koyarak devam etmişti.
1999 yılının Eylülünde bir turnuvaya katılmıştım. Bir çok kişi beni şampiyon olarak görüyordu. Şampiyon kelimesini de pek kullanmak istemiyorum aslında. Çok iddialı bir kelime çünkü, ancak ciddi turnuvalarda büyük sporcular bu ünvanı almalılar diye düşünüyorum. Kendim için olsa olsa bu turnuvanın birincisi denilebilirdi. Beni çok başarılı buluyorlar yere göre sığdıramıyorlardı. İlk maçı çok zor kazanmıştım.Büyük bir stres altındaydım çünkü. Eğer ilk maçta elenirsem itibarımın büyük ölçüde zedeleneceğini biliyordum. Ama ben böyle peşin bir itibar istememiştim ki. Maç ve turnuva tecrübem de yok denecek kadar azdı..Bursa’da İlker’le, Bodrum’da Mehmet abimle hep öylesine oynardık. Hele hele Mehmet abi maç yapmayı hiç sevmezdi ve bütün yaz biz onunla oynuyorduk.
Turnuva esnasında birkaç tane özel seyircim olmuştu. Maçtan sonra bazı tanımadığım insanlar gelip beni kutluyorlardı ve bu çok hoşuma gidiyordu. (Buradan benim de az buçuk egomun olduğu anlaşılıyor). Turnuva oynamanın, tur geçmenin,kazanmanın zevkini o zaman çok iyi anlamıştım. Ve ben finale yükseldim. Finaldeki rakibim Bodrum’a yerleşmiş bir İngiliz’di ve yaşı da bayağı büyüktü.Ben finali kaybettim. Böylelikle ikinci trajik maçımı da kaybetmiş oldum. İlki bir çocuğa karşıydı, ikincisi bir dedeye karşı oldu..Demek ki ben kendi yaşıtlarımla oynamalıymışım..
Turnuvanın başında final oynasam derken o finali oynayıp da kazanamayınca, final oynamanın hiç de yeterli olmadığını çok iyi anlamıştım. Kazanmak bir başka şeymiş meğer…
Kupa töreni ve Kokteylden sonra havuz başında yemek vardı. İkinci olmuştum ama yine de bana olan teveccüh azalmamıştı. Yemekten sonra sinemaya gitmeye karar verdik. Saat 23:00 de sinemadaydık. Yazlık sinema sonraki yıl bir daha açıldı mı bilmiyorum. Bildiğim; bu yıl açık olmadığı. O zaman gittiğimizde Matrix’i izlemiştik.Gece bittiğinde, evde kendi kendimle kaldığımda ikincilik de olsa, kaybedilmiş bir maçın kupası da olsa, bir kupa sahibiydim. Bu benim tenis hayatımın ilk kupasıydı. Aynı zamanda da son kupasıymış. Ama bunu o gece bilmiyordum tabi. Hiç yanımdan ayırmadığım, bazen onsuz bir yere gittiğimde sanki bir şey eksikmiş gibi hissettiğim çantamın içinde, raketlerimin, terli tişörtlerimin ve diğer eşyalarımın yanında bir de kupa vardı. Şimdi de kupa alıyorum ama maç yaparak değil; onur ödülü, şeref plaketi.. Eh buna da şükür…Ve beni unutmayanlara da teşekkür…Geçen gün tenis kortuna gittiğimde, korttan çıkan bir bayan "maç yaparken çok heyecanlı olduğunu, benim de eskiden öyle olup olmadığımı, bunu nasıl yenebileceğini" sordu bana. Ben onu tanımıyorum ama halen hatırlanıyor olmak ne güzel ..)

Belediyeden bir teklif almıştım.
Açacakları tenis kursunda hocalık yapmamı istemişlerdi. Yaz boyunca bu konuda planlar yapmıştık. Ben üniversiteye gidip kalan üç derse kayıt yaptırıp gelecek ve kursa başlayacaktık. Final maçından bir hafta sonrasıydı. Beni yeni bir turnuvaya davet ettiler. Bu turnuva lig usulü olacaktı. Bir kaç hafta programımın çok yoğun olmasına rağmen kabul etim. Final maçını kaybettiğim kişiyle bir daha oynama fırsatını kaçıramazdım. Ertesi gün (cumartesi) sabah 10:00’a ilk maçımı koydular. Sabah işyerime gidecek, oraya bıraktığım çantamı alacak, maçımı yapacak maçtan sonra koşturmaca otogara gelecek ve Balıkesir’e gitmek üzere otobüse yetişecektim. Cumartesi akşamı Balıkesir’de kalacak, ertesi gün Bursa’ya gidip Pazartesi üniversiteye ders kaydımı yaptırıp iki gün sonra Bodrum’a dönecektim.
Turnuva direktörü, Cumartesi sabahı maça gelmeye çalışmamı eğer gelemeyecek olursam mutlaka haber vermemi istemişti. Ne o maç ne de başka bir maç hiçbir zaman yapılamadı. O maça gelemeyeceğimi cep telefonumdan haber verdiğimde, hastanenin acil servisinde, neler olduğunu şimdi bile doğru dürüst hatırlayamadığım yarı baygın bir haldeydim.

Cumartesi sabahı, her zaman işe gidip geldiğim arabayı kaçırınca ve elimde de bir çanta olunca babam beni araba bekleyebileceğim daha uygun bir yere bıraktı. Az sonra bir araba gelip durdu. Bizim köyden bir çocuktu. Daha yeni askere gidecekti. Arabası da yoktu ve ben daha önce onu araba kullanırken hiç görmemiştim. Araba bir başkasınınmış. Beni götürebileceğini söyledi. Bu benim işime geliyordu. “Tamam” dedim. Bindikten sonra, onu daha önce araba kullanırken hiç görmediğimi, ehliyeti olup olmadığını sordum. Olduğunu söyleyince de “eh iyi o zaman hadi bakalım yavaş yavaş gidelim” dedim. Biraz gitmiştik ki araba yolda kaldı. Benzin bitmiş. Benim cep telefonumla onun eniştesini aradık, çırağını motosikletle gönderdi. Çocuk petrol istasyonuna gidip bir miktar benzin alıp geldi. Biz de arabadan inmiş yol kenarındaydık. Ayaklarımın üzerine sağlam olarak en son o zaman basıyormuşum meğer.. Bunu o zaman bilmiyordum tabii. İşte orada beklerken yarım saattan fazla zaman kaybetmiştim ve bu zaman zarfında gidebileceğim bir-iki araç geçmesine rağmen onlarla gitmedim. Yola beraber çıktığım kişiyi yarı yolda bırakmak gibi geliyordu bu bana. Geç kalıyor olsam da yola kimle çıkmışsam onla devam etmeliydim. Bu kadar düşünceli olmak zorunda mıydım sanki!

Tekrar yola çıktık. Petrol istasyonundan bir miktar daha benzin alıp devam ettik. Daha 8-10 dakika kadar gitmiştik ki (hatırladığım kadarıyla benim gözlerim uykulu uykuluydu) bir çarpma sesiyle kendime geldim. Benim olduğum taraftaki kapıya yol kenarındaki belli aralıklarla dikilen, (yaklaşık 75 cm yüksekliğinde ve üzerinde fosforlu levhalar bulunan) adına her ne deniyorsa işte onlardan birinin çarptığını hatırlıyorum. Sonrasında da gözlerimi yolun karşı tarafındaki tarlanın içinde açmıştım. Az ötede yolun kenarında yan yana duran 3-5 kişiyi görüyordum. Anlayabildiğim kadarıyla arabadan dışarıya fırlamıştım. Camdan mı yoksa kapıdan mı olduğunu bilmiyorum. Bunu hiç sormadım, merak da etmedim.. Her zaman kurallara uyan bir kişi olmuştum. Hatta bazen bu arkadaşlarım arasında alay konusu bile olmuştur. Ama o anda emniyet kemeri takılı değildi. Maalesef…

Bütün bunlara rağmen yanıma gelenlere “bana dokunmayın, ambulans çağırın” demiştim. Yazık ki bu kararımın ardında duramamış ve ne kadar süre sonra olduğunu hatırlayamıyorum ama sanırım kısa bir zaman sonraydı, bu kararımdan vazgeçmiştim. İki gün önce yaşlı biri evinde düşmüş ve ambulans çağırılmıştı. Daha acil durumlar için gerekebilir diye göndermeyi reddetmişlerdi. Sonra ne olmuştu bilmiyorum. Bu olay da aklıma gelince ve de ciddi bir durum olabilir belki gibi sebeplerle beni hastaneye götürmelerini söyledim. Belki de birileri gidelim demiştir ve ben de onaylamışımdır. Bunları net olarak hatırlayamıyorum. Malum şekilde tutarak beni arabaya taşıdılar. İşte o an en yapılmaması gerekenler yapılmaya başlanmıştı. Beni bir arabanın arka koltuğuna yatırdılar, yanımda da arabayı kullanan çocuk vardı. Onun hiçbir şeyi yoktu. Burnu bile kanamamıştı. Benim de hiçbir yerimde kan yoktu. Sadece sağ dirseğimde küçücük bir yaralanma vardı. Hasara uğrayan tek yer omurgaymış. Bunu o an bilmiyordum tabi. Normal şartlarda bile bir insanın yatarak zor sığacağı arka koltukta giderken, geride kalan her metrede, arabanın tekerleğinin kasise düştüğü her seferde omurgadaki hasarın biraz daha büyüdüğünü ve omuriliğe zararının arttığını bilmiyordum. Ölebilirim gibi bir düşünce hiç aklıma gelmemişti. Ancak sık sık “bir daha tenis oynayamayacağım” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Öyle de oldu… Hastaneye vardıktan sonrası ise bir başka ilginçti…

İşte Veteranlığa geçtiğim gün, o gündü…Bir başkasının kullandığı ama kullanana ait olmayan, yolda benzini biten, devam etmek için benzinini dahi benim getirttiğim bir arabayla, kurgulanmış bir oyunun içine doğru ısrarla çekiliyormuşum sanki..
Bir güz günü, Cumartesi sabahı saat 08.45 -2 Ekim 1999
 
İnsan sonradan dönüp baktığında, sanki bişeylerin üstüne üstüne gitmiş olduğu hissine kapılıyor.
Taksi tut, git;
Acemi soför olduğunu hissettiğinde, bahane bul, bırak git;
Benzin bitti, bırak git;
Minibüs geldi, bırak git...

Bırakıp gitmeyi ve korkmayı bilmek gerek.
Öğreneceğiz... :)
 
Uzun ama yaşantınızın en önemli anlarını hissettirerek yazmış olduğunuz bu yazıyı nefesimi tutarak okudum, tenis konusunda ki mücadelenize hayran kaldım....
Dilerim hayatınızın geri kalan kısmında da bu azmi hiç kaybetmezsiniz...
 
Kader ağlarını örmeye başlayınca, maalesef keşkeler engel olamıyor.
 
Hikayeni baştan sona okuduğumu bilmeni istedim.
Saygı ve sevgilerimle.
 
Aklında "keşke" varsa hemen sil dostum. İyi niyetinden dolayı başına gelen bu şeylerin mükafatını birgün mutlaka alacaksın. Buna inan olur mu? Yine de yaşamak güzel öyle değil mi? Ben sizleri tanıdığım için çok mutluyum. Rüzgarın yüzümdeki dansı, yaprakların ağaçta salınışı, doğanın harikulade rengi ve çevremin sevgisi yaşamı güzel kılıyor. Doğanın mucizelerine bizler daha iyi tanıklık ediyoruz bence. Yaşamın değerini anlıyoruz. Bu bence es geçilmemesi gereken önemli bir husus.

Yaşamın değerini bizler daha iyi anlıyoruz.

Yaşamak çok güzel be!
 
HÜRRİYETE DOĞRU

Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin;
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden,
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin,kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları,teller,duvaklar, donanmalar mı?
Heeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekleyenin varmış,aldırma:
Yelken ol, kürek ol,dümen ol, balık ol,su ol;
Git gidebildiğin yere.

1947 - Orhan Veli KANIK

İnsanı coşturan bir şiir..Ne güzel söylemiş.

Yaşamak tabi ki güzel...
Her sabah tekrar uyanıp kuşların cıvıltısını dinlemek,
Baharda;
pencerenin önündeki ağacın yapraklarının hergün biraz daha büyüdüğünü görmek...
yaz sıcağında,kendini denize atmak.. :p :p
 
Cok cok gecmis olsun,kaderin onune malesef gecilemiyor.
 
çok çok geçmiş olsun abi
 
bazen insanın basireti bağlanıyor demek ki işte.... gerçi benim "o an"ımı hatırlamam mümkün değil, çünkü doğum hatası. Oksijensiz kalmışım hemşire hatası yüzünden ve bir miktar da annemin basireti senin gibi bağlandığından sanırım.. neyse o başka bir hikaye :) olabilir herzaman...

söylemek istediğim; kısa bir süre diyorsun ama görünüşe göre istediğini dolu dolu yapmışsın. bu çok güzel... ve darısı başımıza :)
 
Üst Alt