Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Görüş] Belçika <==> Türkiye karşılaştırması

Neptune beni Kant gibi olmakla eleştirmen sanırım Kant eleştiri metodunun felsefedeki önemini tam özümseyememenden kaynaklanıyor. Kendisi gerçekliklerin sorgulanmasında oldukça etkin bir metot oluşturmaya çalışmıştır. Kendinden önceki, düşüncelerin üstüne yükselerek onların eksik veya doğrularını takdir edebilecek bir metot oluşturmak örneğin bana sorarsan Hegel in diyalektik sistemini oluşturmaktan daha az önemli bir şey değildir. Kaldıki kendisi ahlak felsefesinde ‘Ödev ahlakı’ denen bir ahlaki sistemin yaratıcısıdır. Epistemolojik eleştirelciliği her alanda eleştirmekle kalmamıştır yani…

Bu bağlamda doğruyu ya da yanlışı değerlendirebilmenin önemine yönelik gülümsemen yazılarından da açıkça sezilebiliyor. Zira yazılarında eleştiri getirdiğini ifade ettiğin söylemleri bile, olduklarından ya çok farklı anlamışsın ya da sırf cevap vermiş olmak için özellikle saptırmışsın. Örneğin “burjuvanın Fransız ihtilaliyle çıktığını söylediğimi” ifade edip kendince cevaplar vermeye çalışıyorsun ama böyle bir cümlenin sarfedilmemiş olmasını umursamıyorsun. Burjuva kavramının coğrafi keşiflerin ardından ortaya çıkan birikmiş sermayenin ürünü oldugunu- coğrafi keşifler 15.yy da başladı- söylememe rağmen yüzyıllar sonra ortaya çıkan bir ihtilal ile bağıntı kurduğumu öne sürebiliyorsun. (Bunu yaparken art niyetli değilsin belki ama annesi karnını doyurmak isterken ısrarla yemek kaşığını sağa sola sallayan yaramaz bir afacan gibi davranıp bir de karnımı doyur diyebiliyorsun)  Aynı şekilde kendince bir emperyalizm tanımı yapıyorsun ve bu tanımlamaların yanlışlığını umursamadan devam ediyor ve bunların üstüne fikir inşa etmekten de hiç çekinmiyorsun. Bu düşüncelerini temellendirmek için de gariptir Osmanlının savaş çıkardığı gerçeğini –ne alakaysa- öne sürerek aklınca beni şu ne dediğini bilmeden milliyetçilik yapan safların kümesine yerleştirme stratejisi güdüyorsun. Oysa senin körü körüne tarihsel perspektiften yoksun söylemlerin maalesef seni beni yerleştirmeye çalıştığın kitlelerin arasından çıkarmamızı zorlaştırıyor. (seni oralarda görmek istemiyor olmama rağmen) İşte beğenmediğin kant eleştirisi her şeyden önce bu şekilde felsefe yapmamayı savunduğu için bence sen Kant ı yeniden dikkatle okumalısın…

Sana öncelikle bir emperyalizm tanımı yapmak gerektiğini görüyorum. Ama bundan önce “hiçbir şekilde biz Türkler emperyalist olmadık, yaşasın biz, kahrolsun ötekiler” gibi bir basit sığlıkta bulunmayacağım gibi oksidentalist bir eğilimle tüm sorunlarımızın kaynağını batıda arayan bir yaklaşımım olmadığını da belirteyim. Ancak bunların yanında objektif değerlendirmeler yapabilme, daha önemlisi nesnel fikirler oluşturabilmek adına batıyı kutsayan, onları insanlık aleminin melekleri sanan, onların önce demokrat olduklarını ve sırf demokrat oldukları içinde gelişebildiklerini savunan, Fransız ihtilalini özgür dünyanın merkezine ısrarla koyan ve bunu yaparak oryantalist kafanın en güzide örneklerinden biri olduğunu açıkça sergileyen yurdum tatlı su sazanlarından da değilim. Yani bu anlamda Kant gibi taraf tutmayıp dogmatik bir amaç gütmeksizin doğruyu aradığım söylenebilir…

Yazındaki bir çok manipulasyonu söylemeyeceğim. Çünkü sırf muhabbet devam etsin diye bildiklerini paylaşmanı istiyorum. Utandığın için küsüp yazmaman işime gelmez. ;) Ama Hitler in propaganda bakanı Gobbels e benzer özellikler sergilediğini eklemeliyim. Biliyorsun o'da tartışmada "Yalanı ne kadar büyük söylersen kitlelerin inanması o denli kolay olur" diyordu. :) Yani yazılarında neredeyse beni neo-osmanlı ilan ettiğini görünce hatırlatayım dedim :)

Emperyalizm kelimesinin etimolojik kökenine dair yaptığın sondaj günümüz siyasi terminolojisinde algılanan emperyalizm kavramını yakalamaktan oldukça uzak. Siyasi metinlerde daha çok sömürgeci sistem olarak geçen eski düzenin aksine emperyalizmin günümüzde aldığı form bambaşka boyutlar içeriyor. Yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi (Burada iplerin kimin elinde olduğu önemli), Sovyetlerin dağılmasıyla artık rakip tanımadan tüm dünyada inanılmaz örgütlenmeler yapabilen uluslar arası neo-liberal ekonomik oluşumlar, çokuluslu! Şirketlerin giderek çoğalması ve çokulusluluk ilizyonu altında sömürgecilik dönemindeki sızmaların çok daha etkin formlarının geliştirilmesi, kamu politikalarında devletin rolünün küçülebildiği kadar küçülmesi(Hatta mümkünse devletin yokolması), Sınırlar aşan sivil! Toplum örgütlerinin devletler politikalarını yönlendirebilme kudretine eriştirilmesi, borsa yoluyla üretimden spekulasyona kayan ekonomik oluşumlar, uluslar arası finans kurumları, vb…Bunlar çoğaltılabilir..Yani eskiden bizim ataların allah allah nidalarıyla at üstünde seğirtip talan etmelerinden ya da eski yunandan beri Romalılarla gelişerek batılıların yaptıkları çapuldan bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz şey özellikle bilimin gelişimiyle birlikte son derece trajik bir forma bürünen sömürgeci -senin deyiminle emperyalist- kafanın ikinci dünya savaşından sonra bu mücadelenin varacağı trajik sonuçları görüp çok daha enterasan ve daha çok kültürel alanda yoğunlaşarak ortaya çıkardıkları yeni formdur. Buna göre tarihin hiçbir döneminde soyulan milletler kendilerini soyanlara şiirler düzmemişlerdi. Bir ulusun kendinden güçlüler karşısında ezilmesi tarihin her döneminde bir gerçeklik olagelmiştir ama bir ulusun kendini ezenler karşısında öncelikle kendi aydınlarından başlayan bir tür mankurtlaşmayla çaresiz kalması ve bu ezilmeyi öncelikle kendi bilincinde meşrulaştırması...İşte bu tarihin hiçbir döneminde olamamış bir gelişmeydi ve çağdaş emperyalizmin en güçlü silahıda işte bu mankurtlaşmadır...Ama asıl mesele basit çığlıklar atarak bu gerçek karşısında ağlaşmak değil. Önemli olan öncelikle bu oluşumu tam olarak teşhis etmek. Ardından -eğer becerilebilecekse- belki ona arşı bazı adımlar atılabilir. İşte bu nedenle bu süreci tam olarak çözümeyecek bir kuramsal duruş önem kazanıyor.

Sana yaptığın değerlendirmelerdeki temel hatayı daha önce internette okuduğum uzunca bir makaleden ilgili bölümü kopyalayarak göstermek istiyorum. Eğer dikkatle okursan AB yada Batıya yönelik değerlendirmelerindeki temel hatan nerede rahatlıkla görebileceksin sanıyorum.


Başta siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlardaki birçok değişimin sorumlusu olarak tanıtılan, dolayısıyla günlük hayatımızın her safhasına nüfuz etmiş küreselleşme gibi bir kavramın, akademik çevrelerce nasıl ve ne ölçüde ele alındığının incelenmesi, sosyal bilimlerin akademik yapılanmasında bazı sorunlar olduğu hakkında şüpheler yaratmaktadır. Küreselleşme örneğinde karşılaşılan akademik basiretsizliğin nedenlerinin anlaşılabilmesi, ancak bugünkü şekliyle sosyal bilimler yapısının tarihsel olarak nasıl oluştuğunun incelenmesiyle mümkündür. Ayrıca bu inceleme, söz konusu tıkanıklıkları aşacak türden alternatif bir yöntem tespit edilmesi yolunda da anlamlı ipuçları verecektir.

Günümüz bilim dünyasının akademik yapılanması kökenleri Aydınlanmaya kadar geri giden Avrupa merkezli bir toplumsal gelişimin sonucudur. [9] Batıda Aydınlanma ile birlikte toplumun, geçmiştekinin aksine doğaüstü güçlere değil, gelişimini belirleyen yasalardan başka bir şeye bağımlı olmadığı fikri önem kazanmaya başlamıştı. Bu fikirsel dönüşüm doğa bilimlerindeki ilerlemenin sonucunda gerçekleşmişti. Doğa bilimlerindeki hızlı ilerlemeler sayesinde öyle bir aşamaya varılmıştı ki, dünyanın o döneme kadar karanlıkta kalmış pek çok cephesi artık aydınlanmış bulunuyordu; kimyasal maddelerin bileşimi, atom, molekül, canlı hücresi ve türlerin evrimine ilişkin keşifler, o döneme kadar ancak mekanikte uygulama alanı bulan bilgiyi kat kat zenginleştirmişti. Doğa bilimlerindeki bu ilerlemeler sosyal bilimlerin yapılanmasında etkili oldu ve 19. yüzyılın ortalarında, toplumsal bir bilimin hedefini doğa bilimlerine göre tanımlamak eğilimi ağırlık kazanmaya başladı. İnsanoğlu ve toplum canlı varlıklar olarak görülüyor, dolayısıyla doğa bilimlerinin yeni dallarında geliştirilen yöntemlerle çözümlenebilecekleri düşünülüyordu. [10]

“Bu durumda 19. yüzyıla egemen olan zihniyetin, insan ve toplum bilimlerinin de zamanla en az doğa bilimleri kadar ‘sağın’ (yetkin) olabileceklerine, çünkü nasıl doğanın bağlı olduğu doğa yasaları varsa, insan ve toplumun da bağlı olduğu benzer yasaların bulunduğuna inanması şaşırtıcı değildi” [11]. Bu pozitivist düşünsel gelişmenin doğal bir sonucu olarak da sosyal bilimlerde, doğa bilimlerininkine benzer bir yapılanmanın temelleri atılmış ve iktisat, siyaset, sosyoloji, antropoloji, vs. gibi alt disiplinler belirginleşerek aralarındaki sınırlar çizilmiştir. Ancak doğa bilimleri disiplinlerinin -aralarındaki sınırlar çok iyi belirlenmiş olmalarına rağmen- geliştirdikleri disiplinlerarası yardımlaşma ve dayanışma geleneği, sosyal bilimler yapılanmasında gerçekleştirilememiş, ‘rekabet’ olgusu daha ön plana çıkmıştır.

Bu arada sosyal bilimlerdeki kopukluğun kapitalizmin gelişimiyle olan diyalektik ilişkisi de unutulmamalıdır: Sosyal bilimlerde akademik yapılanma kapitalizmin iç dinamiklerine ve kapitalist gelişmenin gereklerine uygun bir şekilde oluşmuştur. Aydınlanma sonrası Avrupa’sında, kapitalizmin itici gücü olan ‘işlevsellik’, ‘verimlilik’, ‘kârlılık’ ve ‘araçsal akılcılık’ gibi temel prensipler en ön plana çıkmışlardı [12]. Toplumsal ilişkiler ve yapılar bu prensiplere göre yeniden şekillendi; siyasal alanda modern devlet ve ekonomik alanda özel teşebbüs gibi kurumlar yaygınlaştı. Eğitim de bu prensipler ve kapitalist gelişmenin sonucunda ortaya çıkan yeni kurumların ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. Sosyal bilimler kapsamında yer alan disiplinler bu dönüşümden -doğal olarak- nasibini aldılar ve uzmanlaşma adı altında birbirleri arasındaki sınırları kalınlaştırdılar.

Uzmanlaşmış akademinin bölünmüş yapısı, Robert Cox’un da belirttiği gibi, kendisine büyük bir avantaj sağlar: Bölümler (yani disiplinler) sınırlı değişkenleri değerlendirmeye alarak ceteris paribus prensibiyle hareket ettikleri için çözüm üretebiliyor gözükmektedirler [13]. Ancak bu yanıltıcıdır, çünkü çözüm önerileri tek boyutludur: Ekonomik sorunlara yönelik çözümler sosyal sonuçları, sosyal sorunlara yönelik çözümler siyasal sonuçları, siyasal sorunlara yönelik çözümler kültürel sonuçları, vs. göz önüne alınmadan formülize edilmektedir. Bu tek boyutlu yaklaşımların amacı toplumsal ilişkiler düzenini tehdit eden sorunların, düzenin yapısını değiştirmeksizin, en az zararla atlatılmasını sağlayacak türden çözüm yollarını bulmaktır.

Sonuç olarak -bugünkü haliyle- sosyal bilimler toplumsal gelişmeleri ve gerçeklikleri açıklayabilen ‘bütünselci’ analizler yapılmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir ve ‘yoksulluğun yaygınlaşması’, ‘açlık’, ‘küresel ekolojik sorunlar’, ‘etnik çatışmalar’, ‘organize suç’, ‘uluslararası terörizm’, gibi insanlığı birinci dereceden ilgilendiren temelli sorunlar hakkında ne açıklayıcı olabilmek ne de alternatif çözüm yolları üretebilmek aşamasında başarılı olmaktadır. Ancak bu noktada bu yapılanmanın tamamen terk edilmesini, yerine yeni bir yapının kurulmasını önermek safdillilikten öteye geçmez. Bu yapılanma -her ne kadar zafiyetlerle dolu da olsa- tarihi temelleri olan toplumsal bir gelişmenin sonucunda oluşmuş bir gerçekliktir. Temelli toplumsal sorunlara çözüm yine bu akademik yapılanmanın içerisinden çıkmak durumundadır. Yukarıda sadece birkaç örneği verilen sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verdiği düşünülen yöntemin temel özelliği ‘disiplinlerarası’ olmasıdır.
Disiplinlerarası yaklaşım, doğası gereği, karşılaşılan sorunlara teknik bir aksaklık gözüyle bakmaz. Bu yaklaşım toplumsal ilişkilerin ekonomik, siyasal, kültürel boyutlarıyla bir bütün olduğunu kabul eder ve bu çerçevede karşılaşılan sorunları bütün boyutlarını göz önüne almaya çalışır. Uzmanlaşmaya karşı değildir; rekabete ve rekabet sonucu oluşan kopukluğa karşıdır. Ancak ve ancak disiplinlerarası bir yöntem, her disiplinin kendi içerisinde ürettiği atomistik analizlerin ötesine geçerek incelenen gerçekliğin ‘bütünselci’ bir portresini sağlayabilir. Bunun içindir ki, sosyal bilimlerde disiplinler arası yardımlaşma ve dayanışma tesis edilmeli ve ‘ortak yöntem’, ‘ortak dil’ oluşturulmalıdır [14].
Sosyal bilimler arasındaki kopukluk, karşı karşıya bulunulan sorunsalların ele alınmasını kolaylaştıracak ortak bir dilin yaratılmasını engellemektedir. Örneğin küreselleşme vakasında sosyal bilimler disiplinlerinin birbirlerinden kopuk olmaları ve yardımlaşmamaları sadece bütünsel bir analiz yapılamamasına sebep olmamakta, aynı zamanda sağlıklı bir analize ulaşılmasını sağlayacak tartışma ortamına ulaşılmasını engelleyecek türden korkunç bir kavram kargaşasını da doğurmaktadır [15]. Ancak, bilimsel faaliyet açısından ortak bir dilin bulunması, en azından kavramların ne bağlamda ve ne için kullanıldığının açık olması gerekmektedir. Bu ortak dil ‘tarihselcilik’ boyutu ile kurulabilir.

Fransız tarihçi Fernand Braudel geniş perspektifli bir tarihselciliği sosyal bilimler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak dilin oluşması yolunda bir çıkış noktası olarak görmektedir. Sosyal bilimler geleneğinde çeşitli sebeplerden dolayı tarihsel açıklamalardan uzak durma eğilimi olduğunu vurgulayan Braudel’e göre zaman kavramın üç boyutu vardır [16]. Birinci boyut birey olarak bizleri direkt etkileyen gün be gün yaşanan değişimleri kapsayan olaylar dünyasını kapsayan ‘güncel zaman’dır. İkincisi on, yirmi veya en fazla elli yıla yayılan ‘konjonktürel değişimleri’ kapsayan ‘kısa vade’li süreçlerdir. Üçüncü boyut ise, ilk ikisinden çok daha gerilere giden, birkaç yüzyıla yayılabilen ve toplumsal dönüşümlerin ve yeni yapılanmaların oluşumunu ve gelişimini kapsayan uzun dönem, Braudel’in deyimiyle ‘uzun sureç’dir.
Braudel’e göre sosyal bilimcilerin ve -çoğu- tarihçilerin odak noktası yukarıda tanımlanan zamanın ilk iki boyutu üzerine olmuştur. Ancak güncel olaylara ya da kısa vadeli konjonktürel gelişmelere odaklanan tarihselcilik anlayışı ‘yanıltıcıdır’ [17]. ‘Uzun süreç’ sosyal olguları anlamak yolunda yeni bir bakış açısı getirmektedir. Olguları anlık ya da kısa vadeli zaman perspektiflerinin ötesinde ele alan bu yöntem, bir süreci hazırlayan temel sosyal, ekonomik, siyasal, vs. yapıların oluşum ve gelişmelerini tespit etmeye çalışarak, ‘şimdiki duruma nasıl gelindiği’ hakkında tutarlı bir analiz yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bu anlayışa göre hızlı hareket eden ‘güncel olaylar’ ve ‘konjonktürel olaylar’ çok daha yavaş hareket eden köklü gelişmelerin uzantısıdır. Olayların anlık ya da kısa vadeli algılanmalarının yanıltıcılığı, ancak ve ancak bu yavaş hareket eden gelişmelerin tespit edilmesiyle, Braudel’in deyimiyle ‘uzun süreç’ içerisinde ele alınmalarıyla aşılabilir. Sonuç olarak Braudel’in ‘uzun süreç’ kavramı çerçevesinde yapılanan bir tarihselcilik anlayışının disiplinler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak bir dilin oluşması açısından yararlı bir yöntemsel araç olabileceği ve bu ortak dilin insanlığı ilgilendiren temelli sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verebileceği düşünülmektedir.

Temelli sorunların ele alınmasında kullanılacak yöntem sadece geniş perspektifli tarihselcilik ve disiplinler arası dayanışma ve yardımlaşmanın getirdiği bütünselcilik anlayışları ile sınırlı kalmamalı, ayni zamanda ‘eleştirel’ olma yönünde de adım atmalıdır. Eleştirel yöntem tarihsel oluşumları ve yapıları olduğu gibi kabul ederek onlara tarihüstü nitelikler atfeden muhafazakar bir çizginin aksine, söz konusu oluşum ve yapıların nasıl oluşageldiklerini sorgular. [18] Bu eleştirel sorgulama, Antonio Gramsci’nin de belirttiği gibi ‘daha önceki düşünüşü aşma şeklinde’ yeni çözüm yolları üretebilecek açılımları sağlayabilecektir [19] . Eleştirellik, insanların sadece ‘dünyayı anlamak’la kalmayıp, onu ‘değiştirecek’ duruma gelecekleri bir fikir dünyası oluşturabilme yolunda temel bir ilke olarak düşünülmektedir [20].
Bundan sonraki bölümde yukarıda çok temel hatlarıyla özetlenmeye çalışılan bütünselcilik, tarihselcilik ve eleştirellik ilkeleri ışığında küreselleşme üzerine kısa bir analiz yapılmaya çalışılacaktır. Kanımızca bu analiz için başlangıç noktası küreselleşmenin ‘uzun süreç’ içerisindeki anlamının sorgulanmasıdır.
 
neptune' Alıntı:
[size=4]Tarihi söylediğin gibi burjuvaziye değil ama çok daha eskiye dayanan emperyalizm bu dünya oyununda bırak kazanmayı, ayakta kalmak için bile bir kural.][/size]

"Emperyalizm: Kapitalizmin son aşaması"dır. Ya da başka bir deyişle; "Geberen Kapitalizm"dir. Emperyalizmi tarihe yaymaya çalışmak ya da kapitalizmden de öncesine dayandığını iddia etmek, tarihî bir yanılgıdır! Tarih affetmez sonra bizi.. ;)

Çünkü; kapitalizmde "artı-değer sömürüsü" olarak sömürü biçimi "nitel" olarak değişime uğramıştır. Emperyalizm aşamasında bu, uluslar arası boyuta taşınmıştır!

"Emperyalizm, burjuva öncesinde de vardı" denilirse, Nasrettin Hoca'nın fıkrasındaki gibi sorarız: Eğer bu emperyalizmse, "artı-değer sömürüsü" nerede? Eğer "artı-değer" sömürüsü" yoksa "emperyalizm" nasıl oluyor?

OturanBoğa' Alıntı:
[size=4] Emperyalizm:
Burada bu terimden ne anlaşılıyor bilmiyorum ama, emperyalizm olabilmesi için bir askeri işgal/savaş olmalı. Bu unsuru çıkarıp, sadece "sömürmek" olarak bakarsanız, bunun adı emperyalizm değil -modern ifadeyle- kapitalizm/sömürü olur. Emperyalizm nereden doğar? Hammadde ihracı, pazar arayışı, sermaye ihracı, nüfus ihracı. Ama, bunları ancak askerî işgal yoluyla çözmeye kalkışırsanız emperyalizm oluşur. Bu bakışla ABD/İngiltere/İsrail emperyalistin babası oluyor. Diğer ülkelerse (ekonomik gelişmişliklerine bağlı olarak) kapitalist oluyor. [/size]

Bülentçim, Türkiye'mizde bir "askeri işgal/savaş" yok ama yıllardır Nestle'sinden Windows'una, Mc Donald'sından HSBC'sine, emperyalist sömürünün Allah'ı var! O yüzden, askeri işgal/savaş şartı aramak anlamsızdır.. Kapitalizm ise ulusal boyuttadır! G8 ülkelerine rahatlıkla "emperyalizmin ağa babaları" diyebiliriz. İsrail sadece "azgın bir kuçu kuçu"dur. ;)

"Emperyalist kültür" ise bambaşka bir olaydır! Sadece sömüren ülke/lerin, sömürülen ülke/lere "kültür ihracı" gözüyle bakarsak yanılırız! Oradan sömürdüğü artı-değer ile kendi ülkesinde geliştirdiği kültür de bu kavrama dâhildir.

Bir başka forumda:
PReNS' Alıntı:
[size=4]Kitap okuma; hava gibi, su gibi, yemek gibi günlük hayatımızın bir parçası olmadıkça kültürel gelişmemizi tamamlamamız ve bilgi çağını yakalamamız mümkün değildir. Ekonomik kalkınmanın temel yatırımı eğitim ise kitaplar da eğitimin temel aracıdır. Okumayı öğrenenlere neyi, nerede, nasıl okuyacakları gösterilmez, okunacak yeterli malzeme ve rahat ortamlar sağlanmazsa, kazanılan okuma becerileri yok olur. Bir ömür boyu sürecek öğrenme kesilirse iyi öğrenmiş olmak neye yarar. Okunacak bir şeyin yoksa iyi okuma bilmenin ve yüksek yerlerden diploma almanın ne faydası vardır. Unutmamalıyız ki okulda öğrendiklerimizi, yeni bilgilerle beslemezsek bir süre sonra başlangıca döneriz.

Kitap okumak beyini ve bedeni genç tutar. Hayatları boyunca devamlı kitap okuyup bulmaca çözenler, 75-80 yaşlarına gelseler de en karmaşık zihinsel faaliyetleri yapabilirler. Mesela dünyaca ünlü tıp profesörü Gazi Yaşargil 79 yaşında olmasına rağmen en karmaşık beyin ameliyatlarını başarı ile yapabilmektedir. Bunun sırrını soranlara ise “Bol bol kitap okurum ve bulmaca çözerim” demiştir.
Bu bölümde bazı istatistikler vererek, olayı rakamlarla vurgulamak istiyorum; Milli Eğitim Bakanlığı’nın gençler arasında yaptığı araştırmaya göre; son bir ay içinde kitap okuma oranları şöyledir: % 61 hiç kitap okumamıştır, % 13.4 bir kitap okumuştur. Kültür Bakanlığınca yapılan istatistiklere göre ise;

***
Bir yılda basılan kitapların çeşidi ülkelere göre şöyledir:
ABD 85.121
Japonya 42.217
İngiltere 64.761
Almanya 64.761
Türkiye 6.151


***
Gazete okuyanların nüfusa oranları şöyledir:
Japonya % 62
Almanya % 48
Türkiye % 5

***
Türkiye'deki kahvehane ve kütüphane sayılarının kıyaslaması ise şöyledir:
Kütüphane sayısı 1412
Kahvehane sayısı 570.000
Buna göre: 49.500 kişiye bir kütüphane düşerken, 122 kişiye bir kahvehane düşmektedir.

***
Gallup firmasının yaptığı bir araştırmaya göre bazı ülkelerdeki kitap okuyanların nüfusa oranları şöyledir:
Japonya % 14
ABD % 12
Almanya % 11
İngiltere % 11
Türkiye % 0,01 [/size]

Bu sadece kitap-gazete bölümü! Kültürü oluşturan diğer öğeleri de bir karşılaştırın bakalım!


OturanBoğa' Alıntı:
[size=4] Fakat orada baba diyalektik icabı bu tarihten alınan bazı dersler olmuş ve insan hakları vb. kavramlar ortaya çıkmış. [/size]

Elbette.. "Hak-hukuk" deyince, "gak-guguk" diye dalgasını geçen, kitap okuyanların nüfusa oranı binde bir olan bir ülkede "engelli hakları"nın niye gelişmediğini sormaya getirmek biraz komik olmuyor mu? ;)

Eğer hâlâ "ısrarla yemek kaşığını sağa sola sallayan yaramaz bir afacan"lığa devam etmiyorsan afiyet olsun!! ;)
 
O halde, İran'da Turkcell'le ya da dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli Türk şirketleriyle aldığımız ihaleler bizi de emperyalist mi yapıyor!? :)
Ya da Arap ülkelerinden biri gelip Dubai Center'ı kurunca, Araplar emperyalist mi oluyor?! :) Yunanlılar mesela bir banka satın aldılar Türkiye'de, onlar da mı emperyalist!? :)
Kimin haddine yahu!
Evet, emperyalizm Batı'dan gelir ama, Batıdan her gelen şey de emperyalizm değildir...
 
OturanBoğa' Alıntı:
O halde, İran'da Turkcell'le ya da dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli Türk şirketleriyle aldığımız ihaleler bizi de emperyalist mi yapıyor!? :)
Ya da Arap ülkelerinden biri gelip Dubai Center'ı kurunca, Araplar emperyalist mi oluyor?! :) Yunanlılar mesela bir banka satın aldılar Türkiye'de, onlar da mı emperyalist!? :)
Kimin haddine yahu!
Evet, emperyalizm Batı'dan gelir ama, Batıdan her gelen her şey emperyalizm değildir...

Elbette!! Finansal sömürü söz konusu olduğunda "emperyalizm" söz konusudur!! Ama bunun da ağa babalığı, çömezliği vardır!! Hem sömürülen hem sömüren bir ülke olabilirsin!! Satın alarak para ödediğin bir malı, üzerine fahiş fiyat koyarak bir başkasına satmak gibi. ;)
 
Bülentcim cevap vereyim. Evet tamda o dur! Ama henüz zigot aşamasında olduğundan bizimki oldukça şirin görünüyor. Yusyumak bir kaplan yavrusu gibi henüz şirin olduğundan büyüyünce nasıl bir katile dönüşeceğinin farkına varılamıyor.

Burada mesele başkaları emperyalist biz değiliz sloganları değil. Ülkemizin girdiği süreçte işte budur, yani batılı emperyalistler gibi olmak. Burada mesele bize bu pastadan pay verecekler mi vermeyecekler mi? Bu sistemi ülkemizde oluşturanlar batılıların bu tavizi çaresiz vereceği inancında. Elde ettikleri bir kaç mevzi onları haklıymış gibi gösteriyor. Ama genelde bu oyuna bu denli zayıf girenleri işte 2001 krizinde olduğu gibi silkeleyip arada bir oyunun dışına atabiliyorlar.

Yani ne sanıyorsunuz bizim ülkemiz iyice semirip bölgesinde emperyalistlik oynayacak kudrete sahip olursa bunu yapmayacak mı? Tabiki yapacak, zira bizim girdiğimiz yolda artık tam olarak budur.

Biz burda onlar emperyalist biz değiliz demiyoruzki. Zaten 12 eylülden sonra Türkiye nin, doksanlardan sonra Rusya dahil neredeyse tüm dünyanın oynadığı adına demokrasi denilen tiyatronun gerçek niteliği de budur. Bu tiyatroda kim daha güçlüyse o kadar "demokrat" dır.

Burada derdimiz birilerini melekleştirmek değil. Bu biz bile olsak böyle. Derdimiz sistemi anlatmak. Ve bu yolla kendine şeytan başkalarına melek olarak bakan yurdum "aydın" larının gözünü açmak.

Babenin okuma konusundaki bilgilerine katılmıyorum. Aslında kütüphane konusundaki verilerin aksine Türk insanı sanılandan dah fazla okuyor. Yani örneğin nufus oranı ve basılan kitap, okunan gazete sayısına göre Türkiye bir çok Avrupa ülkesinden aslında çok çok önde. Bu kadar kendimize haksızlık etmeyelim. Ama sorun bu okur yazar kitlenin tıpkı ekonomideki gibi eşit bir dağılımı olmamasıdır. Yoksa okur yazar kitlesi olmayanlar ucundanda olsa emperyalist oyuna zaten dahil olamazlar. Bakın bizim firmalarda sağda solda artık boy göstermeye başladı. Büyük abileri izin verdiği kadar tabi...

Dur bir ekleme yapayım. İranda mesela 30 milyon Türk yaşıyor. Öz be öz Türk olan bu insanlar şii lik nedeniyle İran a bağlılar. Ama gelecekte Türkiye firmalarıyla İran da etkin bir hale geldiğinde sen emperyalizm nasıl taklalar atıyor görürsün.
 
O zaman kimseye emperyalist diye kızmayın bundan sonra arkadaşlar. Ve dahası, birileri "emperyalist ... defol" dediğinde de :) Haaa, bi de "sen otur yerine küçüğüm" dediklerinde de kızmamak lazım tabii :)
 
Kesinlikle haklısın. Benim kabul etmediğim birilerini aklamak, yoksa eger bu tartışmads biri çıkıp Avrupalılar emperyalist ama biz değiliz deseydi ona da karşı çıkardım. Tabi bizim yaptıgımız hiç br zaman onlarınki gibi gelişmiş ve sömürdükleri insanlara dahi kendilerine sevgi nakaratları düzdürecek aşamada olamadı. Araplar hala nefret ediyor bizden, avrupadakiler ise ilk fırsatta defettiler bizi. Ama mesela bir Tunus da insanlar Fransızca konuşurken Türkçe konuşmuyor. İşte temel fark bu ;)
 
Pegasus' Alıntı:
Babenin okuma konusundaki bilgilerine katılmıyorum. Aslında kütüphane konusundaki verilerin aksine Türk insanı sanılandan dah fazla okuyor. Yani örneğin nufus oranı ve basılan kitap, okunan gazete sayısına göre Türkiye bir çok Avrupa ülkesinden aslında çok çok önde. Bu kadar kendimize haksızlık etmeyelim. Ama sorun bu okur yazar kitlenin tıpkı ekonomideki gibi eşit bir dağılımı olmamasıdır. Yoksa okur yazar kitlesi olmayanlar ucundanda olsa emperyalist oyuna zaten dahil olamazlar. Bakın bizim firmalarda sağda solda artık boy göstermeye başladı. Büyük abileri izin verdiği kadar tabi...

Rakamlar aslında o kadar önemli değil!!.. ;) Bir fikir vermesi bakımından ele alınabilir.. Üniversite düzeyindeki eğitim-öğretim biliniyor! Her ile Lise düzeyinde üniversite açarsan, "AB'ye girceem, onlar okumuş adam oranının artmasını istiyorlar, sınıf geçme notunu düşürürsem bu işi kotarırım" türü gündelik politikalardan öteye gidemiyorsan, kitap okuyan sayısı fazla olsa kaç yazar!

OturanBoğa' Alıntı:
O zaman kimseye emperyalist diye kızmayın bundan sonra arkadaşlar. Ve dahası, birileri "emperyalist ... defol" dediğinde de :) Haaa, bi de "sen otur yerine küçüğüm" dediklerinde de kızmamak lazım tabii :)

Pegasus' Alıntı:
Kesinlikle haklısın. ..

Ben de burada size katılmıyorum! ;)

Tam tersine, eğer yönetime muhalifsek emperyalizme de muhalifiz, demektir. Büyüklüğü, küçüklüğü ise onların derdi.. Benim değil. ;)
 
Sevgili Pegasus, bir kısmını alıntıladığın makaleyi okudum. Sanırım Burak Ülman beni değil seni eleştirmiş: :) :)
Eleştirel yöntem tarihsel oluşumları ve yapıları olduğu gibi kabul ederek onlara tarihüstü nitelikler atfeden muhafazakar bir çizginin aksine, söz konusu oluşum ve yapıların nasıl oluşageldiklerini sorgular. [18] Bu eleştirel sorgulama, Antonio Gramsci’nin de belirttiği gibi ‘daha önceki düşünüşü aşma şeklinde’ yeni çözüm yolları üretebilecek açılımları sağlayabilecektir

Baben' Alıntı:
"Emperyalizm: Kapitalizmin son aşaması"dır. Ya da başka bir deyişle; "Geberen Kapitalizm"dir. Emperyalizmi tarihe yaymaya çalışmak ya da kapitalizmden de öncesine dayandığını iddia etmek, tarihî bir yanılgıdır! Tarih affetmez sonra bizi..
Çünkü; kapitalizmde "artı-değer sömürüsü" olarak sömürü biçimi "nitel" olarak değişime uğramıştır. Emperyalizm aşamasında bu, uluslar arası boyuta taşınmıştır!

Ah Baben, Beni suçladığın skolastik bakış açısının tam da içinde olduğunu fark edemiyor musun? Lütfen bu kalıpları sorgula. Eğer Marx'ın her dediği doğru olsaydı (Aslında bunu Marx adına Lenin bu şekilde dile getirmiştir - Pegasus, kötülediğin adamın felsefesinden gitmesene :p :) ) ne 1.enternasyonal kendini fesh etmek zorunda kalırdı ne de İngiltere gibi daha sanayileşmiş ülkelerdeki işçiler diğer ülkelerin işçilerinden daha fazla para kazanır ve böylelikle de sosyalistleri "Catastrophe Final"in gerçekleşmemesinin hayal kırıklığına uğratırlardı. Kendi doğrularını bulmalısın; eğer sağduyu ile bakarsan zaten aynı yere geliriz. Üstelik işin ilginç tarafı yukarıda alıntıladığım yazının içinde bile doğruyu yazmışsın ama farketmiyorsun:

Emperyalizm Kapitalizmin son aşaması değildir; aslında bugünkü tanımıyla Kapitalizm Emperyalizmin - şimdilik- son aşamasıdır. Bugünkü silah Kapitalizm. (Zaten kapitalizm ile kastettiğin çağdaş emperyalizmin adına bile emperyalizm değil, neo-emperyalizm denir ve İkisinin birbirinden çok farklı şeyler olduğu da özellikle söylenir, ama istersen bir ara bunun tartışmasını da yaparız)

Sevgili Pegasus, beni utandırmamayı düşünme inceliğin için teşekkür ediyorum. :) Ama bu inceliğinin altındaki az da olsa "ava giden avlanmasın" kaygısını da farketmedim sanma. :) :)
Sevgili Pegasus,sana bir sır vereyim; bilginin sandığın kadar önemi yok; hele ki bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu MC Luhan'ın :) internet çağında. Asıl önemli olan - alıntıladığın Ülman'ın yazısında da farkedebileceğin gibi - o bilgiyi yorumlayıp kullanabilmek. Olaylara geniş açılı bakıp, verileri sentezleyerek altında yatanları görmek.
Bu yüzden yazılarımı daha tarafsız gözle okursan beni çoğu zaman hatalı düşüncelerle suçladığını da farkedeceksin.

Arkadaşlar ben yemek tarifimi yukarıdaki yazılarımda vermiştim. Ama özetleyerek ve topiğin gelişen kavramları ışığında yeniden yazayım;
Bildiğiniz gibi yazılarımda moral değerlere saygılı emperyalizmin mutlaka kötü olduğunu söylemedim. Aksine bunun kimi zaman gerekli olduğunu ve Osmanlı'nın bunu Kanuni'nin son dönemlerine kadar oldukça iyi yürüttüğünü de söyledim. Eğer global bir dünyada yaşıyorsak, üstelik artık fiziksel sınırların bile bir önemi kalmamışsa şu an hiç olmadığı kadar bile önemli. Daha önce de dediğim gibi oyunun kuralı bu. Bazı ülkelerin uyguladığı vahşi emperyalizm tabii ki hiç bir şekilde mazur görülemez, üstelik güçlülük yanında özellikle saygın bir devlet olmak için gereken emperyalizm aslında tam da tersi vahşi olmamak zorunda. (Önce öpmek gerekiyor yani. :) :) Kötü bir espri miydi?? :? ) Ama asıl söylediğim, engelli hakları için gereken şeyin emperyalizm olmadığı.

Hem müreffeh hem de engelli haklarına saygılı bir toplum isteniyorsa içeride sosyal, liberal ve nasyonalist, ama dışarıya karşı emperyalist olmak gerekir. İlk üçü Fransız Devriminin doğurduğu üç kavramdır(Baben, Pegasus, buna itirazınız var mı?). Aslında amacı büyük olasılıkla bu kavramları yerleştirmek değil de kullanmak olan Napoleon, başlattığı zincirleme reaksiyon sonrası özellikle Avrupa'ya bu kavramların yerleşmesine neden olmuştur. Sonuncusu ise ne yazık ki insanın doğası ve global oyunun kuralı.
Eğer dışarıya karşı kapitalist olmassanız toplumunuzu müreffeh yapamassınız. Eğer nasyonalist olmassanız hem toplumu ve sınırları bir arada tutamaz hem de dış dünyanın emperyalizmine maksimum oranda açarsınız. Ama en önemlisi, eğer birey-vatandaş temelinde sosyal ve liberal olmassanız istediğiniz kadar müreffeh olun, hem toplum emperyalizmi kendi içinde yaşar (OturanBoğa'nın dikkat çektiği nokta), hem de engelli hakları kimsenin aklına gelmez bile.

Sevgili Pegasus, menü giderek daha da zenginleşiyor ama hala ne senin ne de Baben'in yemeği yok ortada. Nasıl gelişmiş batılı ülkelerdekine eşdeğer engelli haklarına sahip olacağız? Beni çok güzel eleştiriyorsunuz ama kendi tarifinizi hala göremiyorum. Hadi getirin de biraz da ben Kant'cılık oynayayım. :)

Sevgiler. :)
 
:evil: :evil: :evil: :evil: :evil: :evil: maalesef Rabbim yardımcımız olsun
 
Neptune, bir kaç konuda sisleri dağıttığın için teşekkür ederim. Bunlardan biri asla "saf" olmadığın konusudur ki Güney kıbrıs lideri Papadopulos gibi çözümün adı bile tüylerini diken diken ederken sanki çözümsüzlük karşıdan geliyormuş gibi görünmeyi bu denli sabırla becerebiliyorsun. E bunu beceren biri saf olamaz tabi:)

İkincisi senin rasyonaliteyle temellendirilmesi mümkün olmayan bir takım çıkarımlar yapabilmekteki inanılmaz yetin. Bunu alıntı yaptığım metinde seni destekleyen bir yön oldugunu vurgulayarak net bir şekilde ortaya koydun. İnanıyorumki sen Karl Marx ın Das Kapitalinde liberalizmin temellerini yada Darvin in Türlerin kökeni adlı eserinde yaratılışı destekleyen unsurlar olduğunuda rahatlıkla ileri dürebilirsin. :)

O makalede olayları anlayabilmek için herşeyden önce tarihsel bir perspektif oluşturulması gerektiğine yönelik bir vurgu var. bu tartışmayı başlatan ilk söylemlerinde ve hatta son yazında dahi farkında olmadan benim söylediklerimi tekrarlıyor ama hemen bunun farkına varmış olacaksınki 'tavuk yumurtadan çıkar' tarzı bir paradoksu kuyruguna iliştiriveriyorsun.

Benden yemek isteyip duruyorsun, benim derdim ahçılık değilki. Senden de bırak yemeği şöyle aparatif niyetine zırnık görmemişken bu ne açgözlülüktür dost. :D Biz burda önümüze neden tuzsuz çorba sürüldüğünüde sorgulamıyoruz. Zira bu çorbaya mecbur bırakıldığımız sistemin farkındayız. Bizim itiraz ettiğimiz ve seninde her nedense atılıp aydınlatmak zorunda hissettiğin ama basaramadıgın konumuz, aslında bize sunulan bu tuzsuz çorbanın böylesine somut gerçekliği olmasına rağmen birilerinin bu çorbayı kızarmış soslu tavuk olarak yutturmak istemesine dair tepkimizdi. Hatta bu tuzsuz çorbanın soslu kızarmış güzel bir keklik, daha sonra sülün olduğu şeklinde sürekli iddialar öne sürülmesi ve bu uyduruk yapay gerçekliği kabul etmeden suratını ekşiterek çorbayı içmeye çalışan bizlerin zekasına bir hakaret görmemizden ibaret bir itirazımız vardı. Hatırlarsan konumuz Avrupanın engellileri ne kadar sevdiği ve haklar verdiği yönündeki bir söyleme karşı bizimde bu hakların emperyalist kazanımlar sonucu elde edildiklerini ve öyle şiirler düzülecek yanları olmadıgını söylemişdik. yoksa biz olsak yapmayız değil...Bizim bu sofrada -helede bu tuzsuz çorbayı içmek zorunda kalmış bir milletin evladı olarak- ortaya süreceğimiz kızarmış bir kazımız var mı diye soruyorsan cevabımız tabiki olmadığı yönündedir. Zira böyle bir şey ortaya sunabilmek için öncelikle muttfakta oolmak lazım gelir. Ha mutfağındada ne malzeme varsa o kadar yemek yaparsın demiş büyükler.

Israrla açlığını belirttiğin, aklında sürekli manipülasyonlarla mesgul oldugu için midenle muhatap olayım dedim. Umarım o anlamıştır. :)

Özetle batının uyguladıgı hak hukuk cart curt mevcut sistemini devam ettirme kaygısının bir yansımasıdır. Bu sistemin adına demokrasi denmesi, belkide tarihin en büyük yalanıdır. Bu sistem dışındaki oluşumlar da iç organları farklı olmakla birlikte aynı şekilde davranmışlardır. -yani sovyetlerde emperyalistdi-

Sonuç itibariyle sistem tartışmasına girmeden batıya ulviyet atfetme eğilimlerine bir karşı çıkışımız vardı yoksa yaramaz çocuklara annelik yapmak değil. :)

Sevgiyle.
 
Anlaşılan, herkes sofraya "tok oturdu, aç kalkacak!" Kimse kimsenin yemeğini beğenmiyor! :p

neptune' Alıntı:
Emperyalizm Kapitalizmin son aşaması değildir; aslında bugünkü tanımıyla Kapitalizm Emperyalizmin - şimdilik- son aşamasıdır. Bugünkü silah Kapitalizm. (Zaten kapitalizm ile kastettiğin çağdaş emperyalizmin adına bile emperyalizm değil, neo-emperyalizm denir ve İkisinin birbirinden çok farklı şeyler olduğu da özellikle söylenir,

:shock: :shock: :shock:
(Böyle garip bir tanımı ilk kez duydum. Efektler onun için. :p )
Haliyle bir takım soru işaretleri de peşinden geldi:

- Ulusal olunmadan uluslar arası nasıl olunuyor? Başka bir deyişle, uluslar arasından sonra ulusal olmak; 'atın önüne arabayı sürmek' değil midir?
- Yukarıda işaret ettiğim gibi, artı değersiz emperyalist sömürü, nasıl gerçekleşti?
- Referans vermek ne zamandan beri 'skolâstik bakış açısının içinde olmak' oldu?
- Elbette, Marks da, Lenin de her şeyden önce insandırlar! Yanılmış oldukları şeylerin olması mümkündür. Ama bunu ifade etmek için, Maks'tan Lenin'e gidip, 1.enternasyonal'e geri dönüp, İngiltere işçilerine değinip "Catastrophe Final"le bitirmek, biraz fazla 'zorlama' ve 'sapla samanı birbirine karıştırma' olmamış mı?
- Marks'ın her dediğinin doğru olmadığına kanaat getirebildiğin halde "Emperyalizm Kapitalizmin son aşaması değildir." diyenlerin her dediğinin doğru olduğuna neye dayanarak inanıyorsun?
- Tamamen soyut "emperyalizm" konusunu açtığıma bin pişman oldum. :evil: Şurada 4 kişiyiz 4 ayrı tanım çıktı! Daha kalabalık olsaydık kim bilir ne olurdu.. Oysa ben, "emperyalist kültür"ün sömürülen ülke kültüründen her aşamada güçlü olacağını vurgulamak için, açmıştım konuyu..

Yemek konusuna da değineyim biraz!

Aslında yukarıda dediğim gibi; sofraya tok oturup, aç kalkmamız mümkün. :twisted:

"Nasıl gelişmiş batılı ülkelerdekine eşdeğer engelli haklarına sahip olacağız" anlamsız bir sorunun cevabını yukarıda
"Hak-hukuk" deyince, "gak-guguk" diye dalgasını geçen, kitap okuyanların nüfusa oranı binde bir olan bir ülkede "engelli hakları"nın niye gelişmediğini sormaya getirmek biraz komik olmuyor mu? ;)
ve burada:
Üniversite düzeyindeki eğitim-öğretim biliniyor! Her ile Lise düzeyinde üniversite açarsan, "AB'ye girceem, onlar okumuş adam oranının artmasını istiyorlar, sınıf geçme notunu düşürürsem bu işi kotarırım" türü gündelik politikalardan öteye gidemiyorsan, kitap okuyan sayısı fazla olsa kaç yazar!
satır aralarında vermeye çalışmıştım. Anlaşılan okunmamış! "Israrla yemek kaşığını sağa sola sallayan yaramaz bir afacan"lığa devam ediliyor galiba ;)
 
Ya arkadaşlar ya, bir sürü işim var ama oturup bana yazı yazdıracaktınız neredeyse yine kaç gündür olduğu gibi. Ama bu sefer bir iki gün erteleyeceğim, kusura bakmassanız önce yapmam gereken işleri yapacağım. Küsüp gittim :) sanmayın diye kısa bir iki şey yazayım dedim. Daha sonra kaldığımız yerden devam ederiz. Cevabı verilecek çok şey var çünkü.

Pegasus' Alıntı:
Bizim bu sofrada ortaya süreceğimiz kızarmış bir kazımız var mı diye soruyorsan cevabımız tabiki olmadığı yönündedir.

Yakalandın :) , satır aralarına gizlemişsin ama kaşığın boş olduğunu nihayet söyledin. :) :) Demek ki ben itelemiyormuşum kaşığı. :)

Pegasus' Alıntı:
Senden de bırak yemeği şöyle aparatif niyetine zırnık görmemişken bu ne açgözlülüktür dost. :D

Şaka yapıyorsun değil mi? :shock: :shock: :shock:


Baben' Alıntı:
Sosyo-kültürel kalkınma, ekonomik kalkınma olmadan nasıl olacak, dehşetli merak içerisindeyim! Biri bana anlatsın..

Ekonomi; alt yapıdır, temeldir. Eğitimse bir üst yapı kurumudur. Evin duvarlarıdır. İstediğin kadar; temeli çürük bir binanın, duvarlarını boya, kiremitlerini değiştir.. En ufak bir depremde yıkılacaktır!

"Hak-hukuk" deyince, "gak-guguk" diye dalgasını geçen

kitap okuyanların nüfusa oranı binde bir olan bir ülkede "engelli hakları"nın niye gelişmediğini sormaya getirmek biraz komik olmuyor mu? :wink:

Hiçbirisinin de önceliği yoktur! Eşit olarak gelişmek zorundadırlar.

O halde; bu üç unsurun eşzamanlı büyümesi ya da gelişmesi gerekir.

Üniversite düzeyindeki eğitim-öğretim biliniyor! Her ile Lise düzeyinde üniversite açarsan, "AB'ye girceem, onlar okumuş adam oranının artmasını istiyorlar, sınıf geçme notunu düşürürsem bu işi kotarırım" türü gündelik politikalardan öteye gidemiyorsan, kitap okuyan sayısı fazla olsa kaç yazar!

Sevgili Baben, özür diliyorum gerçekten yemek tarifi yaptığını atlamışım. Ama yukarıdaki yazıların doğrultusunda dolu kaşık uzattığını değil de genel serzenişlerde bulunduğunu sanmıştım. Eğer şimdi gerçekten bir formül verdiğini söylüyorsan bu formülü hazırlarken kendinle ne kadar çeliştiğini görebiliyor musun? Ya da kendi deyiminle labirente girdiğini. :) İstersen ben yazana kadar durumu toparla biraz. :) Ama olumlu yönden de bakarsak kısacık bir topikte nasıl değişip de benim düşünceme yaklaştığına da sevindim. Biraz daha gayret, sonunda kalıplarını yıkacaksın. :)

(Pegasus, sakın! :) :) )

Sevgiler. :)

Not: Takılmalarıma kızmadığınızı umuyorum, eğer öyleyse üslubumu değiştirebilirim, aksi halde gerilimli bir tartışma oluyor demektir ve öyle gerilimli tartışmalardan zevk almıyorum.
 
neptune' Alıntı:
Eğer şimdi gerçekten bir formül verdiğini söylüyorsan bu formülü hazırlarken kendinle ne kadar çeliştiğini görebiliyor musun? Ya da kendi deyiminle labirente girdiğini.İstersen ben yazana kadar durumu toparla biraz. Ama olumlu yönden de bakarsak kısacık bir topikte nasıl değişip de benim düşünceme yaklaştığına da sevindim. Biraz daha gayret, sonunda kalıplarını yıkacaksın.

• Valla hiç birimiz teorisyen, değiliz..
• Bu konuda doktora yapıp, tez falan da veriyor değiliz..
• Herkesin düşüncesi zaman içerisinde değişebilir.
• Senin düşünceni henüz anlayabilmiş değilim ki :oops: yaklaşıp yaklaşmadığımı anlayayım.
• Kendimle çeliştiğimi sanmıyorum!
• 'Bu anlamsız topiği takip etmeyi' bırakıyorum. Sorularıma cevap almasam da olur! Daha verimli tartışmalarda görüşmek üzere ;)
 
Vergi düzensizliğinde son durum...

Yabancı yatırımcıya %15 lik stopajı sıfırla yerli yatırımcıdan %10 al (mevduat ve repoda halen %15) Ondan sonra vatandaş bir sıkıntısını dile getirdiğinde "Efendim kaynak sorunu" HADİ CANIM SENDE...

NOT:Engellilerin otomobil alımında "kdv alınmasın" denildiğinde vergi kaybı nedeniyle karşı çıkılmıştı zannederim. Ayrıca halen 1.derece yakınları kullanamıyor. Yabancı yatırımcıya stopajı sıfırladığında vergi kaybı ne olacak acaba?Ayrıca Türkiye de yılda kaç tane engelli, araç alıyor. Çok merak ediyorum.

SON SÖZ:GARİBİN YÜZÜ NE ZAMAN GÜLMÜŞ.
 
Üst Alt