
Türkiye'de Ruh Sağlığı Sistemi Üzerine
Yazının kapanışını yapmaya hazırlanırken, ruh sağlığı hastanelerinde hangi yaklaşımın benimsendiğini özetlemeye yardımcı olacak bir alıntı yapmalıyım. Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında devletin resmi ruh sağlığı politikalarının belirlenmesinde belki de en çok etkisi olan kişi Prof.Dr. Mazhar Osman şöyle söylüyor:
"Delilik de bir hastalıktır; zatürre gibi, sarılık gibi, apandisit gibi bir hastalıktır. Nasıl birinde bir akciğer iltihaplanmıştır; o yüzden göğüs ağrır, güçlükle nefes alır, kanlı, kirli balgam çıkarır, ateşler içinde yanar. (...) Zeka ve seciye makarrı olan beyin rahatsızlığından insan doğru düşünemez, huyunu değiştirir: mesela çok neşeli veya çok kederli, çok cesur veya çok korkak, çok cömert veya tamahkar olur. Bunların peri ile cin ile münasebeti yok; dimağ hasta... Bunlar da ne adakla, nefesle, ne büyü ile olur, ne de yoluna gelir. Hastaya bakmak hekim işi olduğu gibi mecnunları iyi etmek, onların hastalık icabı mazarratını tahdit etmek hekimin vazifesidir(...) Deliliğin diğer hastalıklardan başka tarzda düşünüş, hekimlerden değil hocalardan, papazlardan, şeyhlerden, sihirbazlardan yardım bekleyiş en budala kafaların, en ham beyinlerin işidir. Nasıl dua ile tayyare uçmuyor, sihirle gemiler yürümüyorsa, hastalıklar da onlar gibidir; dünyaya hakim olan ancak fendir; bugün fen sırf görgü ve bilgiye dayanarak diyor ki: delilik beynin dış kıt'asında, kabuğunda, bilhassa beynin alna uygun yerinde bulunan hücrelerin bozulmasıdır. Bunu düzeltecek yine hekimliktir."[7]
1884'1951 arasında yaşamış, 20. yüzyılın başında Almanya'da Kraepelin ya da Alzheimer gibi pozitivist bilimin öncüleri sayılabilecek kişilerin yanında eğitimini tamamlamış ve ülkesinde tartışılmaz bir otorite haline gelmiş Mazhar Osman'ın meseleye yaklaşımının böyle olması şaşırtıcı değil. Biyolojik psikiyatrinin bütün Batı dünyasında ağırlığını hissettirdiği bir dönemde yüzünü batıya çevirmeye çalışan bir ülkenin sağlık politikasına bu şekilde yön vermesi de anlaşılabilir. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bir ülkenin resmi ruh sağlığı politikasının hala aynı şekilde devam etmesini anlayabilmek oldukça güç.
Yardım almak talebiyle gelmiş ya da zorla getirilmiş insanların sadece ilaçlarla ya da EKT gibi kesin sonuç almaya yönelik müdahalelerle iyileştirilmeye çalışılması sahip olduğumuz birikimin çok gerisinde. Askeri disiplinin iyileştirici olduğu varsayımının nereden beslendiğini anlamak güç. Mesela şu ana kadar insanların sabah 06:00 gibi uyanıp, 21:00 gibi uyutulmasının iyileştirici bir müdahale olduğuyla ilgili tek bir satır okumuş değilim. Ya da günde en fazla 1 saat bahçede kalmanın, başka bir açıdan bakarsak 23 saat kapalı bir yerde olmanın iyileşmeyle nasıl bir bağlantısı olabileceğini de anlamakta zorlanıyorum. Kendimizi kötü hissettiğimiz zaman bize iyi gelen şey yatak kıyafetlerimizle günlerce eve kapanmak mıdır? Bir arkadaşımız yardım talep ettiğinde ona, evindeki kitapları, müzik sistemini, kişisel eşyalarını çöpe atmasını, sosyal çevresiyle olan bağını koparmasını ve evinden neredeyse hiç çıkmadan televizyon izleyip uyumasını mı öneriyoruz? İnsanların iradesi olmadığını (bunu her kademeden hastane personeli defalarca kez söyledi) varsayarak onlara istediği tıbbi uygulamayı yapan bir sistem, bu insanların hastaneden çıktığında inisiyatif kullanmasını, karşılaştığı problemleri çözmesini, ilişki kurabilmesini nasıl bekleyebiliyor? Eğer böyle bir beklentisi yoksa uyguladığı şeyin hangi kısmına tedavi diyor?
Adana Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi'nde karşılaştığımız Suriyeli mülteciler sistemin nasıl işlediği hakkında fikir edinmemize yardımcı oluyor. Dilimizi bilmeyen bu insanlar, hastanedeki hiçbir çalışanla sözlü iletişim kuramıyorsa nasıl tedavi edilebilirler? Cevap oldukça basit: Dilimizi bilen insanlar ne şekilde tedavi ediliyorlarsa öyle. Başından sonuna kadar her aşaması programlanmış günlük yaşam, birkaç farklı ilaç ve EKT. Bunun dışında neredeyse hiçbir şey olmadan...Türkiye'deki bir ruh sağlığı hastanesinde tedavi olursanız kullanılan dili bilip bilmemeniz sonucu değiştirmez. Uyanmanız gereken saatte uyanır, size verilen ilaçları içer, koridorlarda gezinir, verilen yemekleri yer, kıyafetleri giyer, sınırlı zamanlarda bahçeye çıkar, belirlenen saatlerde uyursunuz. Kim olduğunuz ya da hangi sorunla oraya geldiğiniz fark etmez. Çünkü hastanedeki otorite size neyin iyi geldiğini bilmektedir ve sizin bu konuda ne düşündüğünüzün neredeyse hiçbir önemi yoktur. Sorunlarınızla başa çıkamayacak kadar zayıf, iradesiz ve kontrolsüzsünüzdür. Dolayısıyla sizin için en iyisini bilen uzmanlar hayatınızı programlar, gösterdiğiniz belirtileri (semptom) uygun kimyasallarla baskılar ve sizi, başa çıkamadığınız sorunlarla dolu yaşamınıza yolcu eder. Büyük olasılıkla hastaneye tekrar yapacağınız ziyarete kadar sistem için konu olmaktan çıkarsınız.
Mazhar Osman'ın temsilcisi olduğu biyolojik psikiyatri anlayışı, resmi ruh sağlığı sistemini domine etmeye devam ediyor. Ne yazık ki bu anlayış, hastane yönetimleri tarafından da dirençle savunuluyor. Farklı fikirler, imkanların yetersizliği ve güvenlik gibi gerekçelerle yok sayılıyor. Bu bağlam içinde, tedavi gören insanların, hastaneye tekrar yatış oranının yüksek olması (döner kapı sendromu), ilaca olan bağımlılıkları, neredeyse görüşme yaptığımız herkesin bir an önce hastaneden çıkma konusundaki isteği resmi ruh sağlığı sisteminin tıkandığını açıklıkla ortaya koyuyor.
Psikolojik sorunlar yaşayan insanların neye ihtiyacı olduğunu tepeden bakarak açıklayan tüm yaklaşımlar, amaç daha iyi hissetmek, mutlu olmak, yaşamaktan sevinç duymak ise başarısız olmaya mahkum. Alternatif yolları geliştirmeye çalışırken sahip olduğumuz bilgiden daha fazla yol gösterici olacak şey, iradesi olmadığı varsayılan, hasta ya da bozuk olarak etiketlenen insanların duyguları, düşünceleri ve ihtiyaçlarıdır. Ne yapılması gerektiğini bildiğini iddia eden bilim de meseleyi ruhani güçlerle açıklamaya çalışan din de sadece kendini referans noktası olarak gördüğünde dogmadan başka bir şey olamayacaktır. İnsanların ihtiyaçlarını göz ardı ederek merkezi bürokrasi makinesiyle sorunları çözebileceğini düşünen bir sağlık sistemi, doğası gereği ancak "güvenlik" ve "hijyen" temelinde bir yaklaşım geliştirebilir. Bunun ortaya çıkaracağı "tedavi edilmiş insan" da farmakolojinin imkanlarıyla uyuşturulmuş, hastanelerin yönetim anlayışıyla kimliğini yitirmiş, duygularını ifade edebileceği alanları kaybetmiş, adına teşhis denilen kavramlarla etiketlenmiş, sosyal çevresi tarafından tehdit olarak algılanan ya da asla ciddiye alınmayan bireyler olacaktır.
Bir hastane başhekiminin, yapılacak olan yüksek güvenlikli psikiyatri hastanesinden bahsederken gözlerinin nasıl parladığını hatırlıyorum. Hastanedeki tüm sorunların yapılmakta olan yeni hastane binasıyla birlikte çözüleceğine tüm kalbiyle inanıyormuş gibi görünüyordu. Sanki ihtiyaç olan şey daha fazla güvenlik görevlisi, daha kalın ve yüksek duvarlar ve daha sağlam demir parmaklıklarmış gibi. Ne yazık ki "yüksek güvenlikli psikiyatri hastanesi", bu sistemin içinde ancak bir korku filmine isim olabilir. Daha fazlası değil.
______________________
(*) Tolga Erdoğan hakkında: 2001 yılında Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nden mezun oldu. Özellikle yetişkinlerde ve çocuklarda travma, kaygı ve sınav kaygısı, öfke kontrolü, migren ve regl dönemi ağrıları başta olmak üzere kronik ağrılarla ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Performans kaygısı, kronik ağrılar üzerine yaptığı çalışmalar uluslararası kongrelerde sunulmuştur. Pek çok farklı konuda kurumsal eğitimler düzenlemeye devam etmektedir.
(**) Ruh Sağlığı Alanında Sivil İzleme Sistemi Yaratma Projesi: Ruh sağlığı alanında hak temelli yaklaşımla çeşitli çalışmalar yürüten Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi (RUSİHAK), Ruh Sağlığı Alanında Sivil İzleme Sistemi Yaratma Projesi kapsamında İstanbul, Manisa, Samsun, Elazığ ve Adana'da insan hakları savunucuları ve ilgili sivil toplum kuruluşlarından oluşan bir izleme ekibiyle Eylül 2011-Haziran 2014 döneminde bu şehirlerdeki ruh sağlığı hastanelerine ziyaretler yaparak hastane koşullarını insan hakları standartları açısından gözlemledi. Gözlemler neticesinde hazırlanan raporda, kişilerin ihtiyaçlarını merkeze alan, iradelerine ve kişilik onurlarına saygı gösteren, toplum içerisinde yaşam için gerekli destekleri sağlayan yeni bir sisteme geçilmesi gerektiği vurgulanıyor. Proje kapsamında ortaya çıkan DEPO belgeseli de, kapalı kurumlardaki gündelik hayatı belgelerken tecrite ve yok saymaya dayalı sağlık sistemini gözler önüne seriyor.
[1] Proje kapsamında Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi de bulunuyordu. Ancak orada yapılan çalışmaya kişisel nedenlerle katılamadığım için görüşme yapmam da mümkün olmadı.
[2] Bu raporda yer almayan birkaç görüşme kaydı daha bulunuyor. O görüşmelerdeki konuşma akışı sağlıklı veri sunmadığı için rapor kapsamının dışında bıraktım. Ayrıca Adana Şizofreni Dostları Derneği'nin sağladığı olanaklarla daha önce ruh sağlığı hastanelerinde yatarak tedavi görmüş 11 kişiyle tanışma ve görüşme şansım oldu. Görüşmeleri hastane dışında yaptığım için bu rapora dahil etmedim. Daha sonra yapacağım bir çalışmada değerlendireceğim.
[3] Ruh sağlığı hastanelerinde yatmakta olan kadınlarla ilgili çalışmalar, yapılacak farklı projeleri beklemektedir. Teşhis almamış kadınların dahi ne tür zorluklarla karşılaştığını düşündüğümüzde, iradesi olmadığı söylenen, teşhis almış ve sözü yok hükmünde olan kadınların hastane içinde veya dışında ne tür zorluklarla baş etmeye çalıştıkları, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur.
[4] Elektrokonvülsif Tedavi (EKT): Beyine elektrik uyarımı, elektroşok tedavisi.
[5] Tespit: Yalıtım ortamında hastaların hareketlerini kısıtlayan, davranışlarını kontrol altına alan mekanik veya fiziksel müdahaleler "bağlama" ya da tespit olarak nitelendirilmektedir. Psikiyatri kliniklerinde yalıtım ve bağlama uygulamaları
[6] Tecrit: Hastaların, bulundukları ortamı terk etmelerini engelleyecek şekilde, kendi rızaları olmadan bir alanla sınırlandırılmaları "yalıtım" (tecrit) olarak tanımlanmaktadır. Psikiyatri kliniklerinde yalıtım ve bağlama uygulamaları
[7] Artvinli, F. (2013).Toptaşı Bimarhanesi, Delilik, Siyaset ve Toplum (1873'1927), Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.