
Yahudi yıldızını baş köşeye yerleştirmişsin kınıyorum
müslüman mahallesinde salyangoz satmayın
benim saf ve temiz dinim ile o değiştirilmiş dinler kıyas bile olamaz
Hele o en alta koyduğun hangi dinin sembolü japon çizgi filimlerinde vardı eskiden
Türk Dil Kurumu’nda “din”in anlamı: (1)Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren; (2) Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen olarak belirtilmiştir. Dinin temel işlevi tarihsel süreç içinde farklılaşarak toplumsal ilişkiler bağlamında irdelendiğinde özel mülkiyete dayalı bir sistemin kendini yeniden aynen üretmesinin dayanağı olmuştur. Tek tanrılı dinler, ilk çıkışında direnme ve başkaldırma olgularını içermesiyle, ezilen-yoksul kesimlerin siyasal ve ekonomik bunalımdan çıkışı için bir kurtuluş yolu olarak görünmekteydi. Fakat günümüzde dinsel ideolojinin siyasal ve ekonomik yapının bir parçası olarak işlev görmesiyle birlikte, başlangıçtaki ‘’insanın kurtuluşuna’’ dair önermesinden, ezilen yoksul halk kitlelerini uysallaştıran mistik idealist felsefesiyle uzaklaşmıştır. Yani köle emeğine sahip olan bir üretim tarzının bağrından çıkan İsacılık, toplumsal artığı sürekli yeniden üreten özelliğiyle siyasal bir örgütlenme yaratarak, toplumsal artığın kontrolünü sağlamıştır. Aşiret, akraba ilişkilerinin hakim olduğu Arap Çöl toprağından İslam dini ortaya çıkmıştır . İslam , daha adil bir yaşam için fetih yoluyla elde edilen ganimetlerin dağıtılmasında ahlaki değerlerin öncelik kazandığı bir yaşam tarzı geliştirmiştir. Belli bir üretim tarzının varlık koşulu, sürekli-düzenli toplumsal artığın yaratılmasına bağlıdır. Fakat çöl topraklarında sürekli bir toplumsal artığın oluşum koşulları olanaksızdır. Çünkü doğa ve yaşam buna uygun değildir. Belli bir üretim tarzına sahip olmayan siyasal örgütlenmesi amorf olan İslamda ise artığın dengeli dağıtımı için akılcı bir adaletin sağlanmasında, din ve siyasetin bir aradalığı sistemin devamlılığında zorunlu bir koşul olmuştur.
Hristiyan ve İslam dinleri çıktıkları toprakların farklı ekonomik ve kültürel yaşam tarzına göre şekillenmişti. Toplumsal ilişkileri belirleyen örgütlenme yapıları tarihte iki değişik birbirine zıt siyasal örgütlenmeler ortaya çıkarmıştır ve böylece tarihsel süreç içinde evrilerek doğu batı ikilemini yaratmıştır. Batıda, Hristiyanlık mülkiyete dayalı sınıflı bir topluma geçişi sağlamıştır . İslam da ise, din siyasal yapıların ayrılmaz bir parçası olarak devletleşti . Bu örgütlenme tarzı askeri-merkezi otoriteye sahip yönetim şekline dönüşmüştür. Hristiyanlığın doğuşuna neden olan ekonomik ve siyasi bunalım, toplumda umarsızlık umut çelişkileri olarak ortaya çıkarken, İslam’da ise belli bir üretim tarzının yokluğu sınıfsal bir çatışmanın yada bunalımım yokluğu anlamına gelir . Bu nedenle toplumda nesnel gerçekliğin yerine manevi değerler geçerlik kazanır. Toplumsal çelişkilerin varlığından doğan Batı Hristiyanlığı, aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan ilerleme düşüncesiyle modernleşmeyi sağlayarak evrensel bir görünüm kazanmıştır. Siyasal örgütlenmesi de üretim tarzlarının değişmesine bağlı olarak gelişmiştir.
Günümüzde kabul gören dinsel öğretilerin dayandıkları bilgi kuramının ideolojik araçları, üretim ilişkilerine göre yeniden kurgulanmaktadır. Bu bilinçlendirme tarzı kapitalizmde insanın eylemliklerini yok saymasına neden olurken aynı zamanda da mitleştirdiği cennet-cehennem kavramlarıyla yalnızlaşan insanı yarattı. Bu yalnızlaşan insanın yaşamında mutlak güvence araması ve ezilen halk kitlelerini peşinden sürükleyen umudun aşılanmasıyla yeni bir dünya dininin kurgulanmasında, ödül ve ceza mekanizması dinin kendini yeniden üretmesinde temel ilke olmuştur. Dinin, başlarda oynadığı ''düzenleyici'' rol, bir süre sonra çalışan kitlelerin karşısında yer alır. Çünkü düzenin, hiçbir şekilde değişmez yargısı : ''Bu bir yasadır'' diye mutlaklaştırılır. İnsanlar din tarafından özel mülkiyete dayalı üretim tarzının (köleci feodal kapitalist) tanrısal bir töz gibi kutsallığına, dokunulmazlığına inandırılır. Bu durum siyasal, üretim tarzını yeniden üreten ideolojik aygıtların, hep dinsel ideolojik aygıt gibi çalışmasından, direnmesinden ileri gelmektedir.
İslam ve Hristiyanlığın tarihsel gelişim evrelerini yukarıda ele aldık. Tek tanrılı dinlerin toplumsal ilişkilerde düzenleyeci rolünü ve etkilerini sakatlar açısından incelersek; dinin egemenliği altında toplumsal yaşamı belirleyen geleneklerin, adetlerin geçerliliğinin sınandığı sakatlık alanının dışında, dinin bu kadar etkili olduğu başka bir alan azdır.
Devletin ideolojik aygıtı olan din alanı, sakatlıkla ilgili bütün kavramların çıkış kaynağıdır. Ve genellikle de olumlu imgelerin oluşmasını ortadan kaldıran kuralları insanlara kurtuluş yolu olarak sunar. Kutsal kitapların ima ettiği dinsel önermelerin mutlak olma özelliği toplum üzerinde kesin ve asla değişmeyecek bir yargı oluşmasına neden olmuştur. Dinsel öğretilerin yazılı olmayan ahlak kuralları içinde mutlak, mistik ve bilinmeyen olguları içermesi bu alanı sürekli ve kesintisiz kılmaktadır. Dinin biteviye kendi var oluşu dışında diğer unsurları kabul etmeyen olmuş bitmiş bir olayın bir daha asla değişmeyeceği üzerine kurmuş olduğu öğretisi ile toplum üzerinde büyülü olmasının ötesinde yüce bir etkisi olmaktadır. Temel felsefesini ya da sloganını insan kardeşliği/birliği ve farklılıkların reddi üzerine kurguladığı halde, toplumu fark temelli inanan-inanmayan, iyi-doğru, güzel-çirkin gibi kavramlar üzerinden sınıflandırarak böler. Bu kavramsallaştırmalar kader ya da yazgıya boyun eğme noktasında hayat bulur. Sakat, dinsel öğelerin kavramlarıyla erdemli olmayan, korunmaya ve yardıma muhtaç bir kişi olarak tanımlanır. Dini bir “ibadet” olan yardımseverlik ise bireysel haz almayı sağlayan bir araç olarak kullanılır. "Sevgiye ulaşmak, Tanrı'ya yaklaşmak" gibi imgeler, özellikle "iyi-kötü’’ gibi karşıtlıklar içinde tanımlanıp bir arınma (içsel temizlik) problemi olarak ortaya konulduklarında, mutlak bir biçimde, egemen toplumsal ilişkilerinin düzenleyici mekanizmaları bağlamına oturmaktadır.
Ortaçağ boyunca Avrupa’da Hıristiyanlığın egemenlik kavgasında insan karşıtı bir din modeli gelişmiş, insanların engizisyon mahkemelerinde yargılanarak aldıkları ceza nedeniyle toplumda sakat bireylerin sayısı artmıştır. Katolik ve Protestan kiliseleri arasındaki egemenlik mücadelesinde insanları kazanabilmek amacıyla her iki kilise de bir hayırseverlik anlayışı geliştirmiş ve bu tutumlarını zamanla yaygınlaştırmışlardır. 15. yüzyıla kadar olan dönemde sakatlara yardım edilmesi dinsel bir görev olarak kabullenilip, bu alan, işlenen günahlardan dolayı ölümden sonra Tanrının insanlara vereceği cezalardan kurtulmanın yolu olarak istismara açılmış ve hayırseverlik işlerinden kilise ve loncalar sorumlu tutulmuştur. Kilisenin ve dini kurumların toplumsal yaşam üzerindeki etkisi sakatlar için özel koruma alanları kurulmasına yol açmıştır. Hıristiyanlığın dinsel olarak yanındakine yardım anlayışı, sosyal yardım ilişkilerinde insanları karşı karşıya getirmiştir. Bu ise, özellikle sadaka adı altında yapılan bağışların sakatlara verilmesini, dilenciliğin kurumsallaşmasını sağlamıştır ve böylece sakatlar doğal dilenciler olarak toplumsal yaşamda kendileri için açılan yere konumlanmışlardır.
Tarihsel süreç, dinsel alanın sakatlar üzerinde feodal dönemde görülen etkisini değiştirmeden günümüze kadar taşımıştır. Kapitalizmde refah dönemi olarak adlandırdığımız, Keynesyen ekonomik politikaların uygulandığı sosyal devlet anlayışında , sosyal eşitsizliklerin giderilmesinde devlet müdahalesi altında, piyasadaki aktörler kontrol edilmekteydi Fakat günümüzde devletin sosyal yardım alanındaki etkisinin azalmasıyla küresel uygulamalar, sakatları da kapsayan sosyal politikaları sosyal sorumluluk projeleriyle bağdaştırarak ahlaki bir görünümle sosyal hakları hayırseverlik olarak belirlemiştir. Sakatların enformel piyasada çalışmaları gerekçesiyle sosyal haklardan faydalanamamaları sadaka kültürüne yoğun bir şekilde maruz kalmalarına yol açmaktadır. E. Yıldızoğlu hayırseverlik ve sadaka olgusunu şu tümceleriyle çarpıcı bir şekilde vermektedir : “… Gelir politikaları, ahlaki bir gereksinim olarak görülür ve devlet tarafından görev edinilirse, piyasaya müdahale anlamına geleceği için, yoksulları destekleme ve yaşatma, sıkıntılarını azaltma işlevini özel hayır derneklerine, piyasadaki ekonomik öznelerin kendi tercihine, uygun görecekleri bağışlara bırakmak en iyisidir.”
Ülkemizde ise AKP hükümetinin uygulamış olduğu sosyal politikalarla dinsel ideolojinin şekillendirdiği sosyal haklar, iktisadi alanda sadaka olgusuyla ikame edilmektedir. Örneğin; bir hükümet yetkilisinin, süreğen hastalığı olan bir hastaya sorunlarını çözmek yerine cebinden para çıkarıp vermesi gibi. “Sadaka”nın sosyal hakların yerine geçmesi, toplumsal ilişkilerde değerler alanını öznel yaşamın içine konumlandırması, sakatların çaresizliğe düşmesine, kurtuluşu manevi değerlerde aramasına ve kendilerine yabancılaşmalarına yol açar. Son dönemlerde ülkemizde uygulanan sosyal politikalar, sakatların aşağılanmasına neden olmakta ve sakatlığından dolayı kendisinden utanma duygusunu ön plana çıkarmaktadır. Örneğin yetkililerin evde bakım yardımı için kullandığı sözler “bu yardımlar aracılığıyla adam yerine kondunuz” son derece çarpıcıdır. Yine taşeronlaşmaya karşı kör bir işçinin tepkisini, yetkililer, “körsün sana iş verdik daha ne istiyorsun” vb. söylemler toplum tarafından da genel geçer olarak kabul görmektedir. 2000’li yılların başında Isparta’da kör bir öğretmenin veliler tarafından çocuklarına eğitim verilmesinin istenmemesi ve bu konuda eylem yapmaları da egemen düşüncenin dışa vurum göstergesidir.
Sonuç; Kutsal metinlerde bir kurtarıcı kimliğine sahip olan kişilerin mucizeler yaratarak insanlar üzerinde etkin bir gücünün açığa çıkması sakatlar üzerinden verilmektedir. Kutsal metinlerde körlerin, sağır dilsizlerin, yürüyemeyen kişilerin ilahi bir güce sahip olan "peygamberler" aracılığıyla iyileştirildikleri yazılmaktadır. Bu ilahi güç aracılığıyla iyileşen sakatlar yaşamlarında sürekli bu umutlar altında kendileri için bir kurtarıcı beklemekte ve bütün umutlarını bu kurtarıcıya bağlamaktadırlar. Yaşam zorluklarını kendisinden kaynaklı olduğunu içselleştirerek, problem çözmeyi ilahi güçlere havale etmektedirler. Genellikle de sakatların büyük bir bölümü nesnel koşulların getirmiş olduğu sorunları çözmede çaresizlik içinde dini kurumlara başvurmuştur. Sakatlıklarını kader olarak görmekte ve böylelikle çileci bir yaşamı dinin yaptırımları altında sürdürmektedirler. Kısaca dinsel öğreti; dışlanan toplumsal kesimlere “Her şey yolundadır ve iyidir, kötü olan sensin. Sistem içindeki yerini kabullenmeli ve uyum sağlamalısın. Ancak böylece huzura kavuşabilirsin’’ i vaaz eder. Bu anlayış dinin öngörülerini içselleştirmeye neden olur.
Sakatın kendi sakatlığından dolayı çevreye, doğaya ve topluma karşı yabancılaşması aslında toplumsal çelişkilerin sakatlığı üzerindeki bir yansımasıdır. Çünkü bu çelişkilerin kaynağında bunalım ve krizler vardır. Bu bunalımdan çıkış ancak başkaldırma ve direnme yoluyla olur. Çileci bir yaşam çelişkilerin ve bunalımların olmadığı anlamına gelir. Oysa ki sakatlık iç kavgası olan, başlıbaşına bunalımları içinde barındıran bir olgudur. Sakatlığı aşmak dinsel anlayışın getirdiği düşünceleri aşmakla gerçekleşir.
Mağdule Demircioğlu
Yahudi yıldızını baş köşeye yerleştirmişsin kınıyorum
müslüman mahallesinde salyangoz satmayın
benim saf ve temiz dinim ile o değiştirilmiş dinler kıyas bile olamaz
Hele o en alta koyduğun hangi dinin sembolü japon çizgi filimlerinde vardı eskiden
kendinizi sıkmadan daraltmadan hayatnızı yaşayın kim ne yaparsa kendine yapar kalbinde kötütlük yoksa gerisi tefarruat
Sakatlık ve din denilince bu yazı mı yazılmalıydı düşünmüyor değilim.Ne kadar uzaktan ve üstten bakmacı soğuk bir yazı.İnsanların din algısı farklı olabiliyor fakat keşke farklı algılara da yer verilse din deyince bir kere dindar bir insanın yazılarını okusak neyse hayırlısı olsun ...
MEHMET KOSAVALI;
Ne yaptın da yanacaksın ki , onu anlamadım !
Mağdule hanım yazınız güzel ve akıcı olmuş , bilgilendirmeleriniz için sağolun .
teşşükler kaleminize sağlık
çok güzel bi yaklaşlım ve anlatım
....
....
Dinler hiç olmasaydı sakatlar "erdemli olmayan, korunmaya ve yardıma muhtaç kişiler" olarak konumlandırılmaz mıydı? Bugün seküler yaşamı tercih eden kişiler/toplumlar için de sakatlar "erdemli olmayan, korunmaya ve yardıma muhtaç kişiler" değil mi? Benim görüşüm, "sakat" deyince zihinde oluşan imgenin belirleyici sorumlusu dinler midir, sanmıyorum. Ama evet, dinlerin de bu algının oluşmasına katkı sunduğu muhakkak.
Ben insanların olumsuz/kötücül düşünmemeyi ve kötülük etmemeyi öğrenmesi gerektiğini düşünürüm... Sakatların yaşadığımız toplumda mağdur edildikleri muahakkak. Dolayısıyla sakat olmayanların bunu görüp sakatları yardıma muhtaç durumda olan kişiler olarak görmemesi kolay değil. Ama işte bu bakış da sorunlu. Bunu bilmemiz, öğrenmemiz gerek. Çeşitli sosyolojik nedenlerle belleğimize işlenmiş sakat algısından kurtulmayı öğrenmemiz gerek. Adına iane/hayırseverlik denen toplumsal mekanizmanın bu algıyı beslediğini, sakatları hak ettikleri saygın konumundan ettiğini bilmeliyiz. Unutmamlıyız ki veren el her zaman alan elden üstündür! Buradan hareketle toplumsal kurgumuzu kimse "alan el" olmasın diye yapmanın yollarını aramalıyız. Devlet dediğimiz aygıtı bu bağlamda dönüştürmeli, vatandaşlık hakkını temel alan, bölüşümü hak temelli olarak gerçekleştiren, kimseyi kimsenin hayırseverliğine mahkum etmeyen bir düzen tutturmalıyız. Ve tabii bunu sadece sakatlar için değil, sistem sorunu nedeniyle dezavantajlı duruma itilen herkes için istemeli, herkes için etik kaygılar güderek hareket etmeliyiz.
İster referansıznı dinden alsın, ister etikten, isterse başka bir şeylerden, fark etmez... Bırakın insana saygıyı; mahallemizdeki kedinin, ağacın, böceğin de saygıyı hak ettiğini unutmamalıyız. Hayırseverliğin ve kendini tanrı sanan kamu yöneticilerinin/siyasetçilerin yerine dayanışmayı ve kamu hizmetinde çalışanları koymalıyız. Sarman da kedi, tekir de; sen de insansın, ben de. "Hey, sarman, tekir olacaksın" demek ne kadar saçmaysa, sakatların bedenlerini sorun olarak görüp "düzel" demek de o kadar saçma.
Not: Adem, o resmi Mağdule hanım değil, ben koydum. Resimde senin algıladığın gibi bir hiyerarşi söz konusu değil. Google'dan aranıp bulunan bir resim. Ve ayrıca burası Müslüman mahallesi değil. Burası sadece "mahalle". İsteyen istediği düşünceyi dillendirebilir. Yeter ki konu başlığı/yazısı ile ilgili olsun ve şiddete vs. çağrı içermesin.
Dinler değilse de İslamiyet için bu algıların geçerli olduğunu düşünmüyorum.Neden derseniz benim dinimin Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) in engellilere yaklaşımı erdemli olmayan kişi değil aksine onları iyilik ve güzelliklerle yadederek ,onlara değer veren ve onları sosyal topluma kazandırmak için gerek camiye gerek pazara veyahut sohbetlere çağıran, gelemedikleri takdirde de engellileri ziyaret ederek yalnız bırakmayarak toplumdan kopmalarını ve soyutmalarına engel olmuştur.Birkaç engelli sahabeyle yaşanan olaylarda Görme Engelli sahabeye gözleri görmeyen dendiğinde O 'O sizlerden daha iyi görür' diyerek onu engelli oluşundan utandırmayıp maneviyatın onlardan daha güçlü olduğunu belirtmiştir.Ve engelli sahabelerden bazılar ben engelimden dolayı değerli değilim dediğinde hepsine 'Sen ALLAH katında değerlisin' demiş ve onların halkın kötü tavırlarına aldırmayıp önemli olanın Hak katında değerli olan olduğunu söyleyimiştir.Engellilere iş ve görevlerde vererek onları toplumun içine katmıştır.İslamın algısı Kuran'ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v.) hayatından yola çıkılarak algılanabilir.Ayrıca bu dönemden çok sonralarına kadar ortaçağ avrupasında içine şeytan girmiş diye yakılan engellilere karşı İslamiyetin ve Hz. Muhammed (s.a.v.) tavrı çok nettir yanlarında kendilerine engelli oluşunu hatırlatmamıştır bile ...Bence son dönemlerde insanların kapitalizmle ve moderniteyle de sınav olduğunu düşünmeliyiz ve bu iki kavramın engelliye bakış açısı bütün bu kavramlarla muhattap olan insanları da fazlasıyla etkilemektedir malesef...Kapitalizmin genel bakış açısı tek tip insan tüketen ve soru sormadan çalışan insan kavramı maddi ve bedeni değerlere yöneltmiş insanların parası arabası saçı gömleği vb. kadar insan , değerli ve önemli olduğunu söylemiştir.Türkiye toplumunun çoğunun da bu algı karmaşası içerisinde kalıp maddeye olan değeri daha fazla önemsemesi beden eksikliği yaşayan engelliler için de önemli bir problem olmuştur.Zira topluma genel algı olarak sağlam vücut para pul vb. şeylerin değerli olduğunu bildirerek bunun dışındaki maneviyat ve inanan inanmayan bütün insanlar için iyi insan olgusu yavaş yavaş kaybolmaktadır.Lakin din ve tasavvuf,engelliğin hastalığın derdin sıkıntının fakirliğin insanın acziyetini hissettirdiği için ALLAH'a yakınlaştıracağını söylemiş ve bu tarz yollara sabır etmeyi benimsemiş ve bu yollardan geçenlere de saygı göstermeyi bilmiştir.
Yardımlaşma mevzusu bir üstten bakmacı tavır dışında algılanamaz hale gelmiştir.İnsanların toplum halinde yaşamasının sebebi yardımlaşmanın ve beraber yaşamanın insan hayatında gerekli olmasından dolayıdır.Bunun illa üstten bakmacı tavırla yapılmasının yanlış olmasıyla beraber birlikte yaşadığımız insanlarla zaten sürekli yardımlaşma içerisindeyiz.Bunun farklı kişilerden de geliyor olması ve yardımlaşma bilincinde olmak yanlış değil aksine gereklilik ve birbirini düşünme, birbirini düşündükçe de onun imtihanına derdine sıkıntısına saygı duymayı da beraberinde getirir.Zira herhangi bir konuda dert çeken dertle haşır neşir olmuş insan diğer dertlileri de çaresizliği de rahatlıkla anlar ve gerekli saygıyı gösterir.Gelelim alan el veren el konusuna İslamiyet te Mülk yalnız ALLAH'ındır .Veren el ALLAH'ın ona bahşettiğini verir alan el ALLAH'ın ona gönderdiğini alır veren el üstünlük bilinciyle verirse yaptığı hayır değil gösteriş olur çünkü bu mülklerin sahibi ALLAH'tır bize verilen bu mülkler de ALLAH yolunda harcanmak için verilmiştir algısı vardır İslamiyette .Bugünkü toplumun bu algıyı taşımaması bunun doğru olan olduğunu değiştirmez.
Ve son olarak insanların afyon etkisi olarak gördüğü İslamiyetteki kabullenişin değeridir .Kişi kendini fakir hasta engelli vb neyse öyle kabullenir ve sabreder .Engelliden değişmesi istenmez sabretmesi ve İnancını koruması istenir .Ve ona karşı saygı ve sevgiyle yaklaşılır .Bu durumda engelli bedenine üzülmekten vazgeçip aksine hayatına devam etmeye ve bu sınav dünyasında başarılı olmak için sabrederek hayatını yaşamaya devam eder...
Birtan07;
allahin yapin dediklerini yapmazsan yapma dediklerinide yaparsan yanarsin bunda anlamayacak bisey yok
benim kalbim temiz demekle oyle susuz bi kedi bulup su vermekle kurtulamazsin imtihan dunyasi
reiis;
O zaman hristyan doğan bir engelli vatandaş veya daha farklı bir dinden veya hiçbir dine mensup olmayan sizin düşüncenize göre yaradan katında bir hiç mi ???
Birtan07;
engelli engelsiz fark etmez Hz. Peygamber (asm.)'in, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
Allah teala şöyle buyuruyor
(hiç inananla inanmayan bir olur'mu )ayeti kerime
"Rahman”: İnan inanmayan mümin kafir ayırt etmeden rahmet eden. Yani yarattıklarının hepsine merhamet eden manasınadır.
“Rahim”: ise ahirette yalnız mü’minlere merhamet edendir. “Allah mü’minlere karşı çok merhametlidir” buyurur. (Ahzap 43)
Biz insanların şükürlerindeyiz,ibret almak için...
Biz insanların günahlarını azaltanız..
Biz insanların vijdanını rahatlanız...
Kısaca insanlık için çok faydalıyız..
Ve bu dünyda yaşadığımız sıkıntıların karşılığında Cennetle müjdelenmişiz...Hem insanlık için hem de kendimiz için ne kadar faydalı insanlarız..Kim demiş sakatlar işe yaramaz diye![]()
dinle maduriyetin alakası ne din güçsüzleri korumayı emreder güçsüz olan engellide olabilir sağlıklıda dinde kimsenin kimseden fiziksel ve mevki olarak üstünlüğü yoktur sadece takvada vardır oda ahiret hayatını ilgilendirir birde süleyman mührünü yahudiler kendine sembol etti diye biz kullanamazmıyız bu şekilcilik sayesinde barbarosuda mason ilan ettik bu denli şekilci olmayın benim çakmağımın üst kapağında 3 hilal alt kısmında hilal içinde kurt var her gören ülkücümüsün diyor arkadaş 3 hilal osmanlının kurt türkün hilal islamın simgesi mhp bunları kendine sembol yaptı diye ben osmanlıdan türklüğümden dinimdenmi geçecem
Din karşıtlığını ıkına sıkıla evire çevire bir de sakatlar(!) üzerinden kusmanın bir yolu da bu galiba. Üzerine de Akp karşıtlığı sosundan koymak lazım. Aslında "Hıristiyanlık cici, Yahudilik cici, İslam pis" desek mi diye de düşündürmüyor değil insanları. Şimdi bu şahsa birileri aslında İslam diye tek bir din olduğunu, Hıristiyanlıkmış, Yahudilikmiş bunların yoldan sapmalar sonucunda ortaya çıkıp miadını doldurduğunu ve en son olarak Muhammed Peygamber'in Allah'ın son uyarı ve mesajlarını insanlara aktardığını söylesek ne farkedecek ya da din diye ortaya konan bazı şeylerin aslında dinden değil de dini yaşadıklarını düşünenlerin kendi kafalarındaki çarpıklıktan kaynaklandığını söylesek ne farkeder ki. Sonuçta yazıyı yazan olaya farklı pencereden bakıyor.
Eeee o zaman dünyanın tüm sakatları(!) birleşip dine karşı çıkalım da özgürleşelim haydi.