Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Halil İbrahim Baran

öyküekin

Aktif Üye
Üyelik
22 Ağu 2009
Konular
57
Mesajlar
1,264
Reaksiyonlar
0
1981, Urfa -Suruç doğumlu. 2003 yılında Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. Bilkent Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı yüksek lisans programında okudu. Şiir ve yazıları E, Son Kişot , Düzyazı Defteri ve Yom Sanat gibi dergilerde yayımlandı. Şiirleri çeşitli dillere çevrilerek bazı uluslararası seçkilerde yer aldı. Tasarım üzerine çalışmalarıyla da bilinen yazarın iki kitabı bulunuyor: Esmer Tenli Irmak Düşleri (2002), Sular Divanı(2005)

Dumanı Taştan / Bükülü Ev

nârin bir kelebek ölüsüdür sevgilim

yüzümün düşüp düşüp kırıldığı yerde



sokak fenerlerine asılı ömrümde

soylu suların biriktiği havuz delinmiştir



tülden geriye sara ve köpük

kalbimde çalan zorlu bir kış vakti olur:



kır dilimi, eksik bir vedâdır artık/kalbim,

seyrek bir duâ vakti düşüyor / suskun melekler evinde.



bu balk / onları ancak tutuşturmak gerekir

in yüzlerime: sabrını bil su!yun

o gerilmiş çarşaflar içinde:

nice ki sevişme gizlidir

karıncalanan göğsünde / acı çeken atlar için âmîn

gözler ime isabet etmelidir bilinmeyen ne varsa



(değişmedi yüzüm nere’ye baksam

bağışla beni! bütün yüzünler siyah

ama kalbimi soluklayan beceriksiz taksim

çelem çiçekleri kadar siyah.)



(Sular Divanı’ndan)




Herhangi Bir Kadın İçin Gül Baladı

bay Rainer Maria Rilke için


ölüm hepimize bir sevgili ile güldü

rüzgardan gebe kalan kadın

bak üşüdü ellerim

kesildi paslı bir neşterden emdiğim süt

kucakladı beni düşürdüğüm her yıldız

küllenecek bir ateşim yok şimdi

her yanım kan her yanım gül

nişânesiyim ölüm kusan ömrünün


ateş ve tuz kaldı geriye elifba akşamlardan

kül ve ayna oldu her sabah

dokundukça kırılan babam


beni kısraklar getirsin bir kadının titrek göğüslerini öptüğümde

ve belki kısır barbarlar doğursun beni

aksayan yanlarımda kalsın kesik elleri suyun

ki

kusmalar vaktidir şimdi

bense bildim kanayan bıçaklarda gülümseyen sûretini kadının


gül ey saf çelişki!



(Sular Divanı’ndan)

----------

EYES OF ETERNİTY / ÖZLEM MEZARLARI

lâle ve hançer kesiyor yatağımın altındaki kum nehirlerini
ey kalbimi acıtan su, bir daha râm!
kibrimin ehlileştiği meydan bölündü sokaklara
avlularda kendine ayna tutan kuyuya çöl desem
ürkecek dizlerimin avuttuğu an-
ne’den geceler
sızan dudaklarımdan her kavim için bana göç
susmak istemedim. Su!
İçimde ayaklanıyor bir daha fetret!
 
MERİVA

diş taşlarıyla kurulu şehirde
taşınmaz artık göğsümde aşk ve su
yakama iliştirilmiş bir öpücük gibi
bacalar ve beton üzre söylendiklerim
yosun tutuyor ağzımda

şüphedir ki söylenmelidir
yoksa ne bilinir caddelerden aktığım
bir deri parçasına tutunan nehir sanıp kendimi
sol omzumda korkunç bir ağrı taşıdığım gün-
âhlar içinde kendisine yer kalmayan meleği
çizerek kutsal yazılar yazdığım sa-
at hiç durmuyor…

artık her gün
ikindi vakitleri damarlarımda dolaşan zehr
açmalı su mezarlarını
iri bir gölde yüzümden lekeler için/de
kîn çağıran kokusuyla
katledilmiş bir kalp görün

peçelerini indirin suların sözgelimi
sırtımdan cam bardaklara akan siyah suların
tutmayın, bir horoz gibi durmadan yolunan,
fakat içimde pıhtılaşan ellerini zamânın

İbrahim Halil Baran
 
Dotmam

(Aşkın hikâyesi değildir ama aşka dair bir hikâyedir)

I.
isim konulmamış tedirginliklerdeyim,
Fırat’tan, Dicle’den
ve en son Nil’den ıslanmadan geçiyorum...
suskunum ve hep durgun...
gözlerim yuvalarından düşmüş gibi
tebessümlerim,
hep sürgünlerdeydi zaten...

II.
sığmıyorum işte bu kente,
ruhuma dar geliyor bu meydanlar, bu şehir...
ölümün güzelleştirilmiş adındayım,
aşktayım kaç üç yüz altmış beş gündür...
kırık bir surat taşıyorum usanmadan,
pamuk ırgatlarından çaldığım
çocuk ellerimde,
karanlık harflerle seni beklemekteyim...

III.
bu karanlığa,
senden çaldığım bir iki damla ronahi ile,
çöplüklerde
bulduğum bir parça ekmek ile
bir şeyler katmaktayım
ve
sen...
.......yoksun...

IV.

geceye bulaşmıştır saçlarım
her ak düşende
gün doğdu sanıyorlar
ve sen gelmedikçe hep aldanacaklar...

V.
içime bir şair düştü gözlerinden,
mısralara sığınıyorum her gece,
kötürüm bir kadınla sevişir gibi
kambur tutuyorum ruhumu,
bir tutam tüy koparıp yüzümden
mürekkebime düşürüyorum...
her aktıkça vebalı kalemim,
her deşildikçe verem sayfalar
yutkunuyorum acılarımı
ki dotmam,
gelinciklerin sırt çevirdiği bu adam,
her gün mezar taşlarına
senin için ölülerden emanet şiirler biriktiriyor...

VI.
üşüyorum,
erirken bütün buzullar
ve
yanarken yüreğim,
göremediğim için ellerini;
üşüyorum...

VII.
geceler boğazladı beni,
kaldırımlara düştü
acıyla kefenlediğin bu kemik yığını
paslı bakışlar,
yürüyen ayaklar ve elbiseler kesti yolumu.
cebimde
sana yazılmış aşk yemincikleri buldular
çarmıha gerdiler İsa misali,
nefretinden tohumlar ektiler bedenime,
avuçlarımdan bir damla kan akınca
bu şiir defterleri düştü yere...

VIII.
bitip tükenme vakti miydi bu çocuk için,
terlemeden ağarmış bıyıklar,
şakaklara düşen kuyruklu yıldızlar
ne sunacak bu ateşe?
sessiz telefonlarda ömür tüketmek mi
düşmeliydi payıma...
parmak izlerime
adını yazmak mı olmalıydı ilk gençliğim...
döktüğüm dişlerimi
kitapçılara satmak,
kirpiklerimi buket yapıp yoluna serpmek,
çamurlara bulaşmak mı olmalıydı yaşayacaklarım...

IX.
herhangi bir kelimede tükeneceğim işte,
dayanamam bu acıya...
daha söyleyemem hiçbir şey.
dizlerimin çözüldüğünü,
bir sokakta dilendiğimi,
en büyük sadakanın
iki satır şiir olduğunu,
kötürüm kadından
kambur ruhumun artakaldığını anlatamam
acıya düşmeni,
bir şair olmanı isteyemem...
ama yeter ki sesin düşsün geceme,
ellerin dokunsun duvarlarıma
-ki ben dokunurum izlerine-
yeter ki yudumla
bu tek dudak dokunuşlu çay bardağından...
yeter ki anla...

XI.
son saniyelerimi oynuyorum bu aşkın,
sen gelmezsen,
kuruyacak avuçlarımda bütün günebakanlar,
kuruyacak geceye ektiğim dut ağaçlarım...
sen gelmezsen,
sürü sürü
ılgar atlar getirecek sana ölüm haberimi...
mirasım bir kitap,
bedenim birkaç şiir olacak.
gelincikler morgundan alacaklar cesedimi...

XII.
gelmedin işte...,
saklan şimdi dört katlı harabene
atlar geliyor
ılgar atlar getiriyor sana ölüm haberimi...
....

“bu şiir,
gecenin mürekkebiyle
herhangi bir zamanda herhangi bir denize yazıldı...
ay göründü ve deniz kabardı,
yıllar sonra mürekkep
yazılanlardan utanmadan
sadece dağıldı...
kül rengi sayfalara düştüm sonra,
gece onları yaktığımda,
uçurum diplerinde ayyaşlar
parçalanmış cesedimin gözleri önünde
taşları öpüyordu,
sevgili uykudaydı ve ben çıldırmıştım zaten...
sonra,
diriltince beni acılarım
mum alevlerine yazdım her şeyi
ve bir gün
son kelebek olup yandım o ateşte...
‘dotmam’ adını verdiğim sevgili
gelmedi hiçbir zaman.
şairler ondan rivayetler söylediyse de
onu gören, elini tutan,
gözlerinin rengini bilen olmadı asla...
yasını tuttuğum siyahlarım,
kambur gecelerin hatırına;
sığındığım gelincikler
kör olmamı fırsat bilerek sordu bir gün:
‘dotmam var mıydı?’ diye...
kaçak çay içtiğim,
lekeli mektupları okuduğum bir gün
ben de sordum bu soruyu...
‘var mıydı(m), yok muydu(m) bilemiyorum’...
acıdan başka hiçbir şey hatırlamıyorum çünkü...
var ise(m) biliyor(um)dur kendisini,
yok ise(m), onun yokluğu,
ihanetidir kalbime sapladığım hançerin
çünkü abartılı ölümler yaşıyorum şimdi
ve
mısralar tanıktır elbet
ne kendimdeyim ne de kendimdenim...
öyle ki
bu şiir en son
kaybolmasın diye bir kitaba yazıldı..."

Fayrap

yüzünün sarnıçlarından döküldüm / yemîn ederek
hummâ ile bölünmüş rüyâlarda: yeniden bir yüz
bildim ücrâsında yüzümün. bildim. saçlarının son sayfasından
geceme inen felâket bekçilerini: sığınarak yüzündeki
efsûnuna dilsizliğimin / âh! yaktım gözlerimi

geceleridir susmak suçu: azîzeler ile büyüyor saçlarım
rivâyet: çekildim kapılarından kendimin.
sus ettim içimdeki her söze / taşların gölgesinden
geldim adını sayıklayarak: içimdeki çocuk
kendi ölüsünü bekler akrep ağzınla. âh! söndürmeyin bu ateşi.

kilitse vurulan bu mahcup bedduâma: üfle: sûretimi gitmelere
bırak cesedimin de saçları dağınık kalsın.
âh! nedense herkes benzer kendi ülkesine

İbrahim Halil Baran
(Sular Divanı)
 
Su Ölümleri

ağzımda dinmez yaralarla
bir türbeden geçirdiler akşamüstü
ellerimi tuttular sol göğsüme
zemzem içirip mürekkep sürdüler dilime

geçmedi evhâmım!

sanırdım içimdeki vandal kıracak billur kalbimi
tifo çarşılarında yahut çay bardaklarında
kırmızı gömleklerini yırtacaklar çatıların
kollarını damarlarıma gerdikçe yüzüklerimde toplanan ter
sanırdım içimde dilenen büyücü çalacak kalbimi

geçmedim yine de sâkin su bahçelerinden
taş bebekler soluyan
yollardan topladım iri ceylân gözlerini
sevgili sandım
duvarıma asıldıkça, bir halıda donan fincan güzelini

kabuk bağlıyordu evimizden küçük kadın ayakları
ile akan nehir ve durduk yerde çekildi sularımız
hatırlıyorum bir ikindi toplanıp aile mezarlığında
susuyorduk ki
bakır bir tasta iplerle oynayan ruhum
dökülen ceviz yapraklarından anladı değiştiğini mevsimin
kırdım çerçilerin, attarların yüzleriyle çalışan saatimi
kurudu kuyu, babamın gözyaşları doldurmaya yetmedi

ama o gençlik çağımda ben
ne bileydim susuzluktan öldüğünü sakâların
akşamüstleri kuru incirler içinde

Halil İbrahim BARAN
 
Üst Alt