Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

İmtihanda olmak

ertugrul01

Aktif Üye
Üyelik
6 Kas 2010
Konular
387
Mesajlar
1,443
Reaksiyonlar
0
[h=2]Geçenlerde Türkiye Gazetesi'nde bir manşet dikkatimi çekmişti. Ben de o manşet ekseninde, -uzun zamandır zaten değinmek istediğim- İran -Türkiye ilişkilerini tarihi seyri itibarıyla aktarmaya çalıştım.[/h]Doğrudan haber üzerine bina etmedim yazımı. Çünkü manşet beni tam olarak doyurmamıştı.
Bununla birlikte, tam da manşetin temas ettiği konu ile ilgili ciddi iki insandan aldığım duyumlar vardı. İran'ın, çok sayıda kadını casusu Türkiye'ye soktuğu yolunda… Kimi rivayetlerde bunların sayısı 5 bine kadar çıkıyordu…
Sonra duydum ki Türkiye Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni kardeşim Nuh Albayrak, o manşetten dolayı kuruculardan özür dilemiş… Haberi manşetten vermeyi mi hatalı bulmuş yaksa verilen bilgilerin kendisi mi hatalıymış tam anlayamadım… Fakat nedense bu özür, o manşeti daha da önemli kıldı gözümde. Demek ki gazeteye ciddi bir baskı gelmişti… Yoksa manşet konu itibarıyla özür gerektirecek bir haber değildi. Belki eksik çalışılmıştı o kadar!
Ne ise maksadım o manşeti veya onda verilen bilgilerin doğru veya yanlışlığını tartışmak değil. O manşet hatalı da olsa bu, İran'ın, Türkiye üzerinde bir niyeti olmadığını göstermez zira! Zaten ben de Acem Çaşutu yazısını tarihi perspektife oturtmuştum…
…….
Bugünkü yazımda başka bir konuyu; Türkiye medyasının içine düştüğü açmazı yazmak istiyordum. Bilgisayarın başına oturdum. Önce yazacaklarımı destekleyecek cinsten haberler olup olmadığını merak ettim. Bizim siteyi şöyle bir taradıktan sonra Rotahaber'e baktım. Baktım bir başlık: “Hürriyetten Farkı Sadece Fiyatı Olmamalı”
Dikkatimi çekti. Süreyya Önalı'ın yazısı meğerse benim de temas ettiğim o manşetle ilgili imiş… O da medyamızda yaşanan sıkıntıyı bir başka yönüyle ele almış ve Türkiye Gazetesi'nin tutumunu eleştirmiş… İşin başına da hakikaten “insanın bakış açısının her şey” olduğu gerçeğini vurgulayacak bir iki satır yazmış… Değinmek istediğim konu Süreyya Önal'ın başlangıçta temas ettiği ama özünü ıskaladığı mesele idi…
……..
Önce hemen şunu ifade etmeliyim. İnsanların ayrı ayrı fikirlere, görüşlere sapmalarını Yaratıcı kudret murad etmiş ki bu insanlığın yazgısı olmuş. Yani ihtilaf ve çekişme illa da olacak. Siz buna doğası gereği deyin, ben Sünnetullah diyeyim. Çünkü insanlar arasında var olan muhalefetin gerçek banisi Cenab-ı Hak'tır. İnsanlar hayırda yarışsınlar diye…
Çünkü burası imtihan yurdudur. Ahirete inanan da inanmayan da insanın bir takım sınavlara tabi tutulduğunu kabul eder. Ama her birimiz bu gerçeği farklı pencereden değerlendiririz. Evet bu dünya hayatı ‘daru'l-imtihandır' (yani hepimiz sınavdayız)!
Peki, bu ne demek? Bundan ne anlamak gerekir? Ekseriyet şöyle anlıyor: Her insanın başına mutlaka bir takım sıkıntılar, felaketler gelir. İnsanlar bunlara sabretmeli. Çünkü başarıya giden yol çilelidir. Mümin ise bu süreci şöyle değerlendirir: Evet burası imtihan yurdu. Allah kuluna sıkıntılar verir. Kul da ibadet ve namazla ve sabırla bunlara katlanırsa cenneti kazanır…
Yani o başa gelenler neden insanın başına gelir, onlarda insanın iradesini ve aklını doğru kullanıp kullanmamasının yere nedir, sorgulamaz. İnsan kuldur, Allah da kuluna istediğini dayatır!
Müstebidane, dayatmacı bir durum -istibdatçı bir zihin yapısının ta nerelere kadar sirayet ettiğini görüyorsunuz işte-. Oysa Allah sayısız ayetlerde “Ben dayatmacı değilim”, “Ben zulmetmem”, “ Başınıza gelenler sizin yaptıklarınızın sonucudur” diye bize hakikati söylüyor.
Şu sınav anlayışının içinde, bireye düşen, ekstra teyakkuz gerektiren bir taraf yoktur. İyi ve insanlara faydalı davrandığınız takdirde, o sıkıntıların başınıza gelmeyeceği ihtimalinden söz etmek yoktur. İyi de olsanız, kötü de olsanız, Allah herkese bir takım dayatmalarda(?) bulunuyor. O dayatmaların bile bizim hak edişlerimiz sonucu gelip bizi bulduğu üzerinde kimse durmuyor. Daha da önemlisi, olayların veya karşılaşılan hadiselerin kendilerinin iyi veya kötü olmak gibi bir yönleri olmadığını; kötü olanın, insanın onlar karşısındaki duruşu olduğunu hatırlatma da yoktur…
Malum eşya, kendisinden başka bir şey değildir. Onu, şundan veya bundan farklı görmemize neden olan, bizzat o şeyin kendisi değil, bizim ona yöneliş biçimimizdir, algımızdır. Dünya ve içindekiler, bildiğimiz nesnelerdir. Eşya, olay, bela, musibet, kötü, iyi, hastalık, sağlık… Bunlar başlı başına kendi yargıları olan, herkes tarafından aynı şekilde hissedilecek fenomenler değiller. Ama herkese farklı görünürler. Farklı görünmeyi sağlayan o eşyanın tabiatı ve sıfatı değil, bizim ona yönelişteki niyetimizdir; algımız ve dünya görüşümüzdür… İşte asıl imtihan bu. Hadiseleri doğru kullanıp kullanmamak!
Bakışı, duruşu, yaklaşımı ne ise kişinin -yani niyeti-, o hadiseler de o niyeti destekleyecek veya reddettirecek bir tavır içinde tezahür ederler. ‘Hakikat bilgisi' deyip dururuz ya onu dahi, ancak istidatlarımız ve niyetlerimiz belirliyor. ‘Yakîn' -yani bir şeyin gerçeğinin ne olduğu- dahi kişinin kendi yakînidir. Nitekim, Hz. Muhammed'e(asv) “Seni Şanın ne yücedir Rabbim, seni hakkıyla bilemedim” dedirten aynı Şey, Beyazıd-ı Bestami'ye ‘Kendimi tenzih ederim şanım ne yüce oldu” dedirtti. Herkes ancak kendi kabiliyet ve kapasitesiyle bilebildi!
Öyle olmasaydı, gerçek neden birilerinin inanmasına hizmet ederken birilerinin tanrı tanımazlığına hizmet ediyor?
Bir mikrop birçok bünyede bulunabilir. Neden o hasta oluyor da bu olmuyor? Elbette ki, Allah'ın ‘lütuf'ları da vardır. (Esasında o lütuflar olmasaydı, yani insan her hata/yanlış yaptığında onun otomatik ve fıtri sonucu ile karşı karşıya kalsaydı yeryüzünde takdir edilen ömrü tamamlayacak babayiğit kalmazdı). Ama en temelde, insanın niyeti ve yaklaşımı var! Kimse -vicdanına yönelip baksa- “Allah bazı kalpleri kapalı yaratmış benim de kalbim kapalı olduğu için böyleyim” diyemez. Çünkü vicdan, insana, o neticenin, insanın kendi niyeti ve seçimi olduğunu hemen söyler…
Evet, ortada bir sınav var. Evet, ihtilafı yaratan Allah'tır. Yani insanlar şu veya bu tarafta olmak zorundalar. Fakat kimin hangi tarafta yer alacağı Rabbin dayatması değil, kulun seçimidir. Yaratıcı, onu insana bırakmış. İnsan da tarafını kendi menfaatleri doğrultusunda seçer. Neyin menfaat olup olmadığını da nefsimiz belirliyor…
Böyle olunca iman küfür, sağcı solcu, o tarafçı bu tarafçı olmak insana kalmış. Ve işin garibi, insan bir kere tarafını seçti mi, kâinat, hadiseler, kanıtlar hep o niyeti besliyormuş gibi görünürler. “Allah'ın saptırdığına kim hidayet edebilir?” ayeti bunu söyler. Yani insan bir kere bir tarafta yer aldı mı artık, o insan, hep o duruşu destekleyecek kanıtlar arar ve bulur.
Sözü belki çok uzattım ama bizim medeniyetimizin açmazları medyamızın da açmazları haline geldiği için meseleyi basitçe geçmek işitemedim. Nefs hakikatin peşinde değildir, çıkarının peşindedir. Biz de onun peşine düştüğümüz için hakikati değil nefsimizin saltanatını istiyoruz.
Herkes önce kendi tarafını belirliyor, sonra o tarafgirlikle hadiselere bakıyor. Ardından her şeyi o tarafgirliği besleyecek, haklı gösterecek kanıta dönüştürmenin peşine düşüyor. Kendi bulunduğu yeri merkez, diğer her şeyi de çevre kabul ediyor. Asla hakikatin peşinde değildir. Çünkü kendi düşüncesi bizatihi hakikat olmuş onun nazarında.
Oysa insan ve özellikle gazeteci ‘hakikatin peşinde olandır' hakikati yakalamak için tehlikeyi göze alabilendir. O yüzden dünyanın dört bir yanında gazetecilere ayrıcalıklar tanınmış! Hakikatin peşinde olmak daima zordur ve tehlikelidir çünkü. Bu perspektiften baktığımızda denilebilir ki, Türk milleti hiç bir zaman o gerçek gazeteciliği tanımadı. Bundan sonra tanır mı, bilmiyorum?
Bu ülkede televizyonlar, insanlara doğru bilgi vermek, doğru haber yapmak için değil, bir çıkarı, bir dünya görüşünü veya bir ideolojiyi halka dayatmak için kuruluyorlar. İşte görüyorsunuz, herkesin bir iddiası(!) var ve herkes o iddiasını haklı çıkarmak için kanıt arıyor. Haberleri toplarken, habere konu edeceği olayları devşirirken, hep o iddiasına destek bulma niyetindedir. Hakikat, doğruluk, milletin menfaati hiç kimsenin -sağ sol değişmez- hiç kimsenin umurunda değil!
…….
Bu problem, esasında eşyaya bakışımızdaki farklılıktan kaynaklanıyor. Diyelim ki insan bir Yaratıcı'nın var olduğuna, var olması gerektiğine inanıyor. O insan, evrenin tüm gelişmelerinde o Yaratıcı kudretin işaretlerini görür. Bir masanın bile ustasız olamayacağını müdrik bir insan, elbette evrende her hadiseyi Yaratıcıya hamleder. Bediuzzaman insandaki bu mekanizmayı fark etmiş farkı görüşte olmanın kaynağını bakıştaki niyetimize bağlamış. Eşyaya “mana-i harfî” ile veya “Mana-yi ismi” bakmanın bu farklılığı var ettiğini söylemiş. Yani bir insan kâinata “bir harf” olarak bakarsa, kâinat bir ‘Katip'in eseri olur ve Sanii gösterir. Bu da imandır! Eğer eşyaya sadece kendi adıyla ve ismiyle bakarsan o zaman her şey birbirinden ayrı, ilgisiz ve hiç de bir Yaratıcıyı akla getirmeyecek bir hal alır. Bu da küfre götürür. Küfür var olanı görmezlikten gelmektir…
İşte materyalist düşünce, tabiat-perestlik ve inkâr bu bakış açısından doğmuştur. Laplace, Napolyon'a sunduğu Evrenin Sistemi kitabında aynı gerekçe ile bir yaratıcıdan söz etmeye gerek duymamıştı. Çünkü hakikaten âlem, siz onun Yaratıcı ile irtibatını kestiğinizde, o kendi içindeki düzeneklerle sizi kendisine taptırır… Ve sınav tam da burada başlıyor. Yani tarafınızı, niyetiniz belirliyor.
İnsanlar önce nefisleriyle bir tarafı seçiyorlar. Sonra o tarafın haklı çıkması için her imkân ve hadiseyi kullanıyorlar… Hatta imkânsızlıkları dahi… Yalanı, şantajı, zulmü, iffetsizliği, hayâsızlığı, her şey insafsızca kullanıyorlar… Hiç kimse karşıdakinin de halkı olabileceğini, hayıra medar bir hali bulunacağını düşünmüyor bile. Eğer hasmına zarar verecekse hiç tereddüt etmeden en ağır iftirayı yapıştırabiliyor. Hasmının aleyhine olacaksa haberin doğru veya yalan olmasına da bakmıyor. Yeter ki kullanabileceği bir emare bulsun. Bu kelimenin tam anlamıyla zulümdür. Hepimiz zalim olmuşuz. O yüzden de merhamete müstahak olamıyoruz. Oysa İslam, savaş içinde bile adaletle davranmayı, en azılı düşmana karşı bile insaflı olmayı; hakikati duyması için ona bir fırsat vermeyi telkin etmiştir…
Ama hayır... Biz bunu beceremiyoruz. Hatta görüyorum, düne kadar bir beraber olduğu bir insanla veya cemaatle yollarını ayıran bir Müslüman, hemen acımasız bir hasım oluyor. Terk etiği şeyin içinde de bir hakikat bulunabileceğini var saymıyor… Allah yarattı demiyor… İnanın her türlü zillete ve belaya müstahak hale gelmemizin en temel nedeni, nefsimizdeki bu zulüm tutkusudur! Bu adaletten sapmadır. Kardeşimize duyduğumuz hışımdır.
Bir süre önceye kadar şu veya bu cemaatten, şu veya bu partiden olduğunu bildiğim bazı insanlar biliyorum. Ayrıldıkları şeyi en galiz ifadelerle takbih ediyorlar. Bir süre önceye kadar, iktidardan yana olan ama şimdi muhalif olan bazı dostlarım var. Her birinin farklı gerekçesi var tabii ama muhalif olmuşlar. Birçoğu haklı da sayılır. Ben konunun o tarafında değilim. Ama bakıyorum da şimdilerde hep, iktidar-veya cemaat- aleyhine olacak yazılara bakıyorlar veya hep muhalif kalmış gazete, yazar ve sitelerin haberleriyle ilgileniyorlar. Siz buna “tencere yuvarlanır kapağını bulur” diyebilirsiniz ama iş bu kadar basit değil. Çünkü şu tutum, şu huy, başımıza gelen külli belaların membaıdır…
Eskiden her gelişmeyi ‘ustanın başarısı' diye izah ederlerdi. Sonra ne oldu bilmiyorum, şimdi de her şeyi ‘ustanın beceriksizliği' diye sunuyorlar. Ne olmuştu ki, daha önce her hareketini alkışladıkları, hatta ‘hataları bile isabet ediyor' dedikleri ustanın her hareketini ‘yanlış' buluyorlardı?
Onlar ‘ustanın' değiştiğini söylüyorlar şimdi. Oysa kendi bakış açıları değişmiş farkında değiller. Esas olan budur. Her şeyin görüntüsü, bizim bakış açımıza göre anlam kazanıyor yazık ki… Niyetimiz ne ise duruşumuz da ona göre oluyor! Bu normaldir. Peki biraz insaflı olmak gerekmez mi?
Türk medyasının maalesef ‘bâtın'ı batıl! O yüzden hakkı ve hakikati aramak gibi bir derdi yok. Ne o taraf medyasının ne bu taraf medyasının. Kimse, ötekinin de haklı olabilecek yanına bakmıyor. Savaşa tutuşmuş iki düşman gibi. En küçük bir zaaf büyük bir zafer edasıyla kullanılıyor.
Oysa her insanın yüzlerce sıfatı var. Bir kötü sıfat yüzünden bir insanın tüm diğer sıfatlarını yok saymak, bir cani yüzünden yüz kişinin bulunduğu bir gemiyi batırmaktan başka bir şey değildir…
Şimdi yeni bir döneme giriyoruz. Tam bir körler ve sağırlar diyaloğu. Sevgi bizi terk etmiş. Düşmanlığa muhabbet esas olmuş! Kimse bir gün gelip de tüm yaptıklarından sorulacağını aklına bile getirmiyor..
Biliyorken ve yaşıyorken imtihanı kaybetmiş olmak ne acı!
Mehmet Ali Bulut - Haber 7
 
Üst Alt