
SIKILDIM.....
Hımm bu formatı bozmamak icin hic girmedim ama artık yeter
vefa andante nerdesiniz......
ya hic olmadı beni ret edin cekirge... senseı.....
SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500280618050
Soruyorum Usta!
Yaşamak, hayatta kalmak mıdır?
Korkmak, insan olmak mıdır usta?
Yalnızlık, her şeye..
Her şeye kendini katmak mıdır?
Yazmak, çığlık atmak mıdır?
Sesimi duyuyor musun usta?
Gece oldu dışarıda, biliyorum,
Beş parmaklı bir el dolaşıyor üst katta.
Ve cayır cayır yanıyor yıldızlar.
Duyuyor musun?
Yo yo,
Duymuyorsun.
Gece oldu dışarıda, biliyorum,
Yazılıp yazılıp atılan o sayfalarda,
İnsanlar uyanacak buruş buruş.
v.l.
![]()
SIKILDIM.....
Hımm bu formatı bozmamak icin hic girmedim ama artık yeter
vefa andante nerdesiniz......
ya hic olmadı beni ret edin cekirge... senseı.....
Bende hep bu başlığı okuyorum ama ilk defa yazacağım. İkizim sana bir tavsiye vereyim. müsaadenle...
Bende sıkıldım bir çok şeyden ve bu aralar psikolojiyle ilgilenmeye başladım.Şu anda da psikoloji sayfalarının birinde yaşlılık psikolojisini okuyorum ve o psikolojinin bana uymadığına karar verdim. Sadece şurası uyuyor bana " Yaşlılarda Anksiyete Bozuklukları:
Genel olarak geleceği konusunda endişe yaşamaya başlar, çaresizlik duyguları artar. Basit fobiler ve saplantılı düşünceler görülebilir. "
Ama ruhsal durumumu çözeceğime inanıyorum. Sende psikoloji oku, iyi gelir ikizim. Red etmek (edilmek) her zaman çözüm olmuyor. Kimi zaman en iyi çözüm olayların üzerine gitmektir diye düşünüyorum.
Red etmek (edilmek) her zaman çözüm olmuyor. Kimi zaman en iyi çözüm olayların üzerine gitmektir diye düşünüyorum.![]()
![]()
![]()
olayların üzerine gitmek, olayları kabul etmek mi oluyor ki?
alabalıkların nehrin ters istikametinde kilometrelerce mücadele edip, hatta şelalelere karşı koyup, sonunda bir yerde yumurtlamalarındaki mücadele geldi aklıma.
ya bırakın ya bizi, ben sensei ile atıp tutuyorum kendi çapımda.
" Var olmak nedir? " Andante,
Bir bebeğin ilk adım atması mı?
Sevgi dolu bir gülümseyiş mi?
Yüreğini delip geçen bir bakış mı?
İçinin kor ateşler gibi yanması mı?
Yoksa....
Sevdiğinin sıcaklığını duyumsamak mı?
Var olmak nedir?
Kimi zaman var olmanın bahçıvanlığını yapıyorum kendi ellerimle... Kendi aynamın derinliklerine doğru bir bitmeyen yolculuğa çıkıyorum. O yolculukta güneş bin dallı elbise giymiş bir masal kahramanı gibi düşüveriyor düşlerime...
Ve... Ben ne zaman bir kuyunun diplerinde unutulmuş sansam da kendimi dokunuveriyor güneşin sıcaklığı tenime...
Ürperiyorum önce... Tüylerim diken diken oluyor... Sıcakta üşür mü insan? Üşüyorum. Yine kendime sarılıyorum.
Biliyorum, beni ben yapacak olan yine yüreğimin elleridir...
Ve... Yitirdiklerimi yeniden... yeniden... yaratmak için ayağa kalkıyorum.
Acılarımın irinlerini bedenime şırıngalar sokarak çekiyorum.
Acıyla yaşayabilir mi insan?
O acı ki, hergün bedenini parçalara ayırır. Sanki paslı çivilerden oluşan bir yol üzerinde sonsuz bir yolculuğa çıkmışsındır. O yolculuk hiç bitmeyecek gibi gözükür gözüne... Ama gitmek zorundasındır. Acıyı kaslarında duyumsarsın önce. Karın içinde... Tüm hücrelerinde... Dünyayı sırtında taşıyor gibi hissedersin kendini.
Bir ağacın köklerinden çıkıp güneşe yolculuk yapmak ve kendi var oluşunu görmek nasıl bir duygudur Andante?
Kendini aramak... Aynalarla yüzleşmek... O aynalara çırılçıplak bakabilmek...
Ahh! Mayınlar üzerinde yürümek gibidir aynalara maskesiz bakabilmek... Yüreği yeter mi insanın bu kadar cesur olmayı seçebilecek kadar?
Bu yol, parçalayarak, dağıtarak, yeniden parçaları toplayıp birleştirerek çıkılan bir bitmez yolculuktur sanki...
Öyle bir yolculuk ki, midye kabuklarının üstünde yürüyorsundur. Ya da ne bileyim hiç tanımadığın bir ormanın kalbine adım atmışsındır. Veyahut... Heykel bakışlı gözler arasında gezinip durursun.
Hiçlik bu mu? Varlığı var eden hiçlik? Ya da değişim? Kimbilir!
Hiçlik kör bir kuyuya düşmek midir yaşamın çığlıkları arasında? Hiçlik ne? hiçlik her maskeyi kendin sanmak mı? Asıl ben nerede?
Hiçlik... Kopuş... Yitiş... Ayrılış... Unutuş... Parçalanış...
Hiçlik... Kendi beninin gölgeleri mi?
Çürümeye başlayan uzuvların mı?
Ya da....
Kendini bulmak.... Yeniden yitirmek mi?
Olmak... Bulmak...
Olmadan bulunur mu?
Öfkeler...
Tutkular...
Sevmeler...
Acılar...
Yaşama karşı her öfke duyduğumda gitmek istediğim yer neresi?
Hangi güzellikler?
Ne o?
Aradığım ne?
Hiç gidemeyeceğim bir gül ormanı mı?
Var mı öyle bir yer?
Ya da
Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş olmak mı?
Söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş yarım kalan bir söz...
Hep yazılmak istenipte yazılamamış bir mektup...
Görülemeyen şehirler...
Sırları keşfedilmemiş ormanlar...
Hiç gidilmemiş bir okyanus...
Sonu gelmeyen cümleler...
Başlanmamış dostlukların acısı...
Velhasıl...
MIŞ GİBİ GEÇEN BİR YAŞAM...
Yaşıyor muyuz?
Var mıyız?
Var olmak nedir Andante?
Evet sevgili arkadaşlar uzun zamandır yoğun işlerimden dolayı burada bir şeyler yazamadım. Ama birbirinden güzel yazılar yazılmış burda.
Bende katılayım artık.......
Bir konu da sevgili tırtılcığıma katılıyorum, gerçekten burası kendi adıma söyleyecek olursam; nefes alma yerim, yada sığınağım.....
Tamamiyle düşüncelerimi, duygularımı hiç bir engellemeye bırakmadan, doğaçlama bir şekilde yaşadıklarımdan yola çıkarak aktardıklarım.
Kesinlikle öğretici olmak gibi bir amaç gütmeyen, sadece paylaşım üzerine kurulu bir çeşit çeşitlemeler......
Sonuçta var olduğum, var olduğumu hissedebildiğim bir yer.
Var olmanın kesin bir tanımının yapılabileceğine inanmıyorum. En azından benim var olmamın bir tanımı yok. Bazen bir hüzünde, bazen bir acı da, bazen bir neşe de.... İnsana ait ne varsa ordayım.
Birinci dünya savaşı başladığı zaman, insanlara bu savaşın çok kısa süreceği söylenmiş biliyormusunuz? İnanmış o zamanki insanlarda. Ama söylenilen olmadığında, üstelik savaş kıtalar arası bir durum seyretmeye başladığında kafalar iyice karışmış.
Savaşın etkisi dolaylı olarak her yerde kendini belli ettiğinde ise herşeyden önce insanlara verilen sözlerin tutulmadığı, yalan söylendiği gerçeği karşısında o zamanki insanlar hayrete düşmüşler.
O duyguların yerini zamanla her ev için geçerli acılara yer bıraktığında ise; düşünürler dünyanın anlamsızlığını, herşeyin boş olduğunu, var olan tek gerçeğin hiçlik olduğunu kabul ettiklerinde duydukları yalnızlığın serinliğiyle öylesine üşümüşler ki.....
Isınmak ister insan üşüdüğünde, bir şeylere sarılmak, içinin tekrar sıcak olmasını yada en azından ılık olmasını. İç güdüsel bir davranış. Var olma sebebimiz olmasa da var olabilme yöntemlerimizin arasındadır kuşkusuz.
Kendine yabancılaşan, sonuçta toplumuna yabancılaşan insanlar yumağı yoğun yalnızlığında, bir çok şey hissedecektir.
Hayatta kalmış insanların bazıları, yaşamak hayatta kalmak sa, yaşamışlar tırtılım. Öğretilenler gibi yaşamışlar ama, kulaklarına fısıldananlar gibi.
Kulaklarımıza fısıldananları red edenler ise, yaşama anlam katmak isteyenler sadece.Ben dünyanın hala dönme sebebini kulaklarımıza fısıldananları red edenlere bağlıyorum. Herkesten daha çok yalnız belki ama gittikçe büyüyen ve çoğalan yalnızlıklarla var olma sebebinin en trajik melodilerini haykıranlar onlar. Fısıldananlara inananlar için yaşamak bu değil elbette. Onların elinde formuller var ve kolayca yaşıyorlar üstelik yaşamı sadece nefes alarak ve buna yaşam diyerek.
Günümüz insanına baktığımda ise o birinci dünya savaşında ki durumdan etkilenen insanlardan çok daha farklı bir algılayışla nefes almaya devam ediyorlar.
İkincisini de gördü bu dünya, ve arkasından hiç bitmedi bildiğimiz gibi....
Wietnam Savaşının görüntülerini evinin salonunda yada yatak odasında seyredebilen bir insanın o anda düştüğü dehşet durumundan çok daha dehşet durumdayız bugün.
Bilginin hızla evlerimizin en ucra köşelerine girmesi gibi bir sonuçla, gördüğümüz dehşet görüntülerine alıştık. Tam bir şeye üzülmeye karşı harekete geçmişken, öylesine hızla bir başka bilgi geliyor ki artık kulaklarımıza gözlerimize neye üzüleceğimiz, yada ne kadar süre üzüleceğimizi bilemez hali çoktan geçip, kanıksamaya başladık. İşte bu durum tam bir çöküştür insanlık için ama farkındamıyız onu bilmem.
Bu sebeple dışarda gece mi gündüz mü, sesler mi var yoksa duyduğumuz sessizlik mi,bir agacın köklerinden çıkıp güneşe mi yolculuk yapıyoruz yoksa cehenneme mi,herşey öylesine karıştı ki, tanımlarla sınırladığımız dünyamızda artık nefes aldığımızı zannederek , solunum yapıyoruz.
Çok mu felsefik oldu? hadi biraz basitleştireyim gülelim biraz.....
Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımı ziyarete gittim. " Çok komik bir şey oldu Sanem " diye söze başladı. Ve arkasından devam etti; " Biliyormusun geçen gece balkonda hırsızla burun buruna geldim "
İşte böyle başlayan cümleler beni deli eder. Gençlerimizde böyle konuşuyor; " Abi ya, geçen gün tv, bir konser izledim dehşetti !!!"
Şimdi bu cümleyi duyduğumda berbat bir konser geliyor benim aklıma, ama yanıldığımı hemen anlıyorum; " Abi var yaaa, manyak güzellerdi be!!!"
Arkadaşıma öyle bakmışım ki, bu özelliğimi bildiğinden gülmeye başladı " Vallahi Sanem gerçekten çok komikti dinle bak"
Uykusu kaçıyor arkadaşımın bir sağa bir sola dönerken balkondan tıkırtılar duyuyor.Giriş üstünde oturuyor her yer demirli ama ne olur ne olmaz diye balkona bakmaya karar veriyor ve işte o durumda hırsızla burun buruna geliyor.
Korku anında çıkardığımız sesler gariptir. Arkadaşımda bağırmaya çalışıyor ama ağzının içinde dili öylesine büyüyor ki " bele beleee" gibi saçma sapan sesler çıkarıyor ama çok sessiz.
Bir kez daha bağırmaya karar veriyor ama durum aynı.
Bunun üzerine hırsız devreye giriyor ve aynen şunları söylüyor;
"Tamam tamam anladık gidiyoruz işte !!!"
Kulaklarıma inanamadım. Ama aynen böyle. Çizgi yeteneğim olsa bu durumu kesin karikatür şeklinde çizerdim;
Birinci kare;
Nihal, hırsızla karşı karşıya geliyor ve garip sesler çıkarırken neye uğradığını şaşırıyor
İkinci kare;
Nihal ikinci kez bağırmak istiyor ama beceremiyor bunun üzerine hırsız sıkılıyor ve " tamam tamam anladık gidiyoruz işte " diyor
Üçüncü kare,
Evine giden hırsızın canı acayip bir şekilde sıkılıyor.Bağırmayı bile beceremeyen bir kadın işini yapmasına engel olmuş, olacak şey değil, bu onun haklarına bir saygısızlıktır.
Dördüncü kare;
Hırsız işini yapmasına engel olan ve bu sebeple kendisini kötü hisseden bir insan olarak Nihal i insan hakları mahkemesine şikayet ediyor.
Beşinci kare;
İnsan hakları mahkemesi hırsızı haklı buluyor ve Nihal i hapse atıyor. Hangi hakla bir insanın işini yapmasına engel olursun diye...
Altıncı kare;
Sanem , arkadaşını hapiste ziyarete gidiyor.
İşte yaşamın ve insanlarımızın geldiği son nokta abartılı gibi gelsede bundan farklı değil. Bu sebeple gerçekten dehşet durumdayız. Ve bu koşulda her şeye rağmen var olabilmek için direnen insanlar arasında acı çekmeye de varım, hüzünlenmeye de, gülmeye de, anlatabiliyormuyum?
Sığınağım durgun sularda demirlemek…
Sığınağım denizlere bakan yamaçlarda beyaz bir zakkum olmak…
Sığınağım gökyüzünde akan yıldızları…
Avuçlayıp avuçlayıp içmek…
Sonra da sözcüklerin arasında…
Ölü bir dünyadan…
Mektuplar yazmak yeryüzüne…
Bir ekmeği bir dostla bölüşmek…
Şiirin gizemli dünyasında…
Geleceği yaratmak için buluşmak…
Var olmanın diğer bir izdüşümü…
Bugünlerde ben var olmanın anlamına takılı kaldım bir saat sarkacı gibi… Herakleitos’tan beri insanın kendi kendini araştırmasından söz edilmiştir. Niçin kendimizi araştırıyoruz? Bunun manası ne?
Kendi kendini araştırmak insanın kendi dünyasını oluşturmak için bir çabadır. Düşüncelerini, davranışlarını alışkanlıkların etkisinden kurtaramayan insan özgür müdür sizce?
Alışkanlıkları kırmak ya da toplumda var olan paradigmaları yok etmek için kırmızı çizgide durmak… Yani red etmek… Toplumdaki kuralları, paradigmaları her yönüyle onaylayan insan düz bir çizgide gidiyor demektir. Dolayısıyla onun hiçbir yönü yoktur.
İlk olarak Heidegger’in ismini duyduğumda ve onun doktrinlerini dinlediğimde kafam allak bullak olmuştu. Bildiklerim tepetaklak oluyor, beynim bir devrim geçiriyor ve ben can çekişiyordum.
Heidegger’e göre insanın varoluşunu belirleyen bilinçtir. Bilinci belirleyen şey ise hiçliktir. İnsan hiçlik sayesinde kendisiyle dünya arasındaki farkı görür. Çünkü bilinç “ BEN BÖYLE DEĞİLİM “ diyerek içindeki boşluğu doldurur.
Evet, senin de dediğin gibi hiçlik bir var olma sebebidir bana göre de.
Hani diyorsun yaa,
Öğretilenler gibi yaşamışlar…
Kulaklarına fısıldananlar gibi…
Ve… Yaşıyoruz işte… Bize öğretildiği gibi… Tatminsizlik aldı başını gidiyor. Tüketimin adı mutluluk olmuş. Doğruluk, güzellik, sevgi gibi kavramların içi boşaltılmış. Kuralsızlık kural olmuş. Bizim değerlerimiz nerede? Nereye gidiyoruz?
“Anı yaşa. Mutlu ol. Aşk yoktur. Aşklar vardır. “ söylemlerini red ediyorum.
“ Karanlıkta her kadın güzeldir “ diyerek kadının sadece cinsel kimliğini ön plana çıkararak kadını meta durumuna düşürenleri red ediyorum.
İyi ile kötünün belirsizleştiği postmodernizm anlayışını red ediyorum.
Sanatı para kazanma amacı güderek bu arada yayıncısını da zenginleştirerek okura belli bir anlayışı dikte eden edebiyat anlayışını red ediyorum.
Sanatta starlaşma sistemini red ediyorum.
Red etmek yaşama anlam katmaksa, önce kendi var oluşumu sorgulamak gerektiğine inanıyorum.
Eğer ben kendi benimi oluşturamazsam kimim ben? Bir başkası mı? Öyleyse hiç kimseyimdir.
Andante, savaşlar konusunda söylediklerin bana Gorki’nin “ Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştiri” adlı kitabındaki yazdıklarını hatırlattı.
Şöyle der Gorki:
“Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, "hümanist" edebiyatın etkisi, "yasaların ruhu", burjuva "gelenekleri" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer.”
Birinci Dünya Savaşı'nı Birinci Paylaşım Savaşı diye niteler.
“ Avrupalı efendiler dört yıl süren bu öldürme işinden sonra, kanlı canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. “ der.
Sonra sorar.
“ Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların "düşünce" yaşamına ne getirdi?”
Söyledikleri çok manalıdır.
Şöyle der:
“ Savaştan sonra, küçük burjuvaların "hümanizma"sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir "insanseverlik" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.”
Ben de dahil hepimiz küçük burjuva değil miyiz?
İçim yanıyor… Irak’ta, Filistin’de yaşananları görünce içim acıyor...
Bir yazar emparyalimzle ilgili şunları söyler:
“ Emparyalizm pazar kavgası yüzünden iki büyük savaşla insanlığın kanına girdi. Bugün emparyalizm bütün dünyayı ele geçirdi. Bunu ya ordunun gücüyle yapıyor. Ya da ekonomik örgütlerle. Ancak şunu unutmamalıyız. Emparyalizm yalnızca ekonomik değildir. Emparyalizm insana kültür verir. İnsanı, emparyalizme göre terbiye eder. “
Peki ya ne yapmalı?
Hep bilinç der dururum. İnsanın bilinci temizlenmeli… Küçük burjuva bilincinden sıyrılıp insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmalı… Kendi öznel sorunlarımızı nesnel sorunlar olarak görmemeli…
Bunun için ilk adım aydın olmak… Olabilmek… Toplumun önünü açabilmek…
Konu nereden nereye geldi?
Ben çok doluyum galiba. Paylaşmak demişsin yaa… Ben de paylaşarak neyi bilip neyi bilmediğimi öğreniyorum. Paylaştıkça çoğalıyorum.
Senin deyiminle nefes alıyorum.
Pavese “"kendimi yalniz birakmamak icin butun gece aynanin karsisinda oturdum” diyerek çağımızın yalnız insanına bir gönderme yapıyor…
İşte yine yüreğim dalgalanıp coştu. Birden yüreğimden akan düşünceler parmaklarımda can buldu. Yazarken zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlamıyorum.
Yalnızlığı
Taşısam da boynumda
Azgın bir boğa gibi
Bu şehirde
Gün gelir
Mor dağbaşlarına
Yağmurların hüznüne
Bırakırım bir gün…
Paslı gözlerle
Bakarken gecenin rengine
Yüzümü döndüğüm yer
İnsanlığın yüzüdür
Parmenides’in “ Nesnelerin Yaratılışı Üzerine” adlı eserinden bir alıntı yaparak sözlerime son vermek istiyorum.
…. Hangi araştırma yollarının düşünüleceğini yalnız:
Biri var olmanın olduğu, var olmamanın olmadığıdır,
Bu inandırma yoludur- doğruluğun ardından yürür
Çünkü-
Öteki, var-olmama, var olmamanın zorunlu olduğudur;
Hiç bulunmaz olduğunu söylüyorum sana bu patikanın;
Ne tanıyabilirdin var-olmayanı çünkü-yapılamaz çünkü bu-
Ne de bildirebilirsin ; aynı şeydir çünkü DÜŞÜNMEKLE VAR OLMAK…
Harikasın kardelen!!!!!
Konuşma yeni başlıyor, yaşam yeni başlıyor, ya şu anda duyduğum mutluluğun kelimelerle anlatımı yok, yanıt verilecek yazdıklarına hiç şüphen olmasın, iyi ki varsın, ne diyeyim sana......
Adım adım gidelim olur mu, sindire sindire yazalım düşüncelerimizi, ama gürül gürül paylaşalım tüm duygularımızı.
Sağolasın......
Yazmak eteğimdeki taşları boşaltmak…
Yazmak yılların suskunluğu ile tortulaşan yüreğimin
Kirini, pasını temizlemek…
Yazmak var olma sebebim Andante…
Hani Sait Faik bir gün yazmamaya karar verir. Kalemi bırakır. Ama yazmak onun yaşama biçimidir. Yazmazsam, çıldıracağım diyerek Türk öykücülüğünde çığır açar.
Bana öykü okumayı sevdiren kişidir Sait Faik. İlk okuduğum “ Semaver “ adlı öyküsünden aldığım tadı unutamam. Bayılırım onun kaleminden insan manzaralarına.
Adım adım gidelim güzel insan…
Sindire sindire yazalım…
Gürül gürül paylaşalım duygularımızı…
Paylaşım ki, yaşamı evetleyelim.
Andante,bense rededilmeyi sancıyla yaşayan insanı düşünüyorum.
Direkt sormak istiyorum:
Kişi/olgu/olay...hangi başlık altında ise ,neden red edilmek sancılı olsun?
Sevgili esila,
Red edilmek neden sancılı olsun ? diye soruyorsun.....
Aslına bakarsan bu sayfa da red edilmenin bir çok boyutu ortaya konuldu.
Red etmek, başlıbaşına ele alınabilecek bir konu değildir.Kuşkusuz burda yazdıklarım sadece kendi düşüncelerimdir, bu sebeple asla kendim de dahil olmak üzere kesin bir çizgiyle anlatmaya kalkışamıyorum red etmek eylemini.
Red etmek, bir çok anlam ifade edebilir. Ama illaki özetleyecek olursak; kabul etmemek gibi algılanabilir öncelikle. Ve bu son derece olması gereken bir eylemdir. Her şeyi kabul etmek zorunda değildir insanoğlu.
Ne olacak ki sanki kabul etmeyince?... Bir parça kızgınlık, yada buna benzer şeyler duyabileceği gibi, üzüntüde duyabilir.
Örnekleyelim isterseniz;
Siz eğer yanlış anlamadıysam, bir insanın bir diğerini sanki beğenmeme yada istememe gibi bir durumda ki red edilişi ele alıyorsunuz.Eğer doğru anladıysam bu durumda ben olmuş olsam, yani değer verdiğim , beğendiğim bir kişi benim için aynı şeyleri düşünmeyip beni ne adına olursa olsun kabul etmezse, yani red ederse benim duyacağım duygu sadece tebessüm etmek olacaktır, buna inanın.
Neden derseniz?
Çünkü o insanın benim gibi düşünmeme hakkı vardır her şeyden önce. Buna kızmak, buna alınmak, bundan gocunmak, ya da sarsıntı geçirmek gerçekten aptalca olacaktır. Tabii benim için.![]()
Aynı şekilde bende hissedebilirim. Karşımdaki kişiye onun bana hissettiklerini duymuyorsam eğer, onu red edeceğimden dolayı bir sarsıntı falan geçirmem, çok ta kolay red edebilirim bu anlamıyla.
Sarsıntılı red edişler nedir peki?, yada gerçekten sarsıntılı red edişler varmıdır ?
Elbette vardır. Karşındaki kişiyi ne adına olursa olsun yok saymak, onu değer olarak bir hiç yerine koyarak red edişler kusura bakmayın sarsıntılıdır.
Ve sadece red etmek değil, red edilmekte bu yönüyle ele alındığında yıkıcı olabilir. Olacaktır diye kesin bir dil asla kullanmıyorum, dikkat edin olabilir diyorum. Ve devam ediyorum.....
İşte bu sarsıntılı devre insanoğlu için zaman zaman yaratıcılığın ortaya çıkmasında bir itici ivme taşıyabilir. Sanat bu şekilde ortaya çıkar.Bu sancılı dönemlerde ki düşüncelerdir duygularla birleşerek notalara, tuvale, fotoğrafa, yazılara dönüşen...
Sanatçı kimliğimiz yoksa, ki olmayabilir, olmak zorunda değildir, yine bu sancılı dönemlerimizdir gerçek anlamda var olmamızı sağlayan itici güç.
Dediğim gibi bunlar benim düşüncelerim, örneklerle anlatmaya devam edeceğim. Ama inanın her farklı düşünce, yani bir anlamda red ediş, bu sayfanın aynı zamanda var olma sebebi, bu sebeple size de teşekkürler.
Red edilmek bana göre de sancılıdır…
Çünkü, insan toplumsal bir varlıktır. Toplumun paradigmaları, yaşam felsefesi bir etkileşim biçiminde insanın ruh dünyasına yansır. Kişi sürekli toplumla ilişki içindedir. Bu ilişkiden iletişim doğar.
İletişimin üç tanımı vardır.
1- Kabul edilmek
2- Red edilmek
3- Umursanmamak
Kabullenme ve red etme kişinin o an içinde kurmaya çalıştığı ilişkinin benimsenip benimsenmediğine yol açar. Umursanmamak ise, kişinin değersiz olduğu mesajını verir.
İster red ediş olsun ister umursanmamak olsun bu iletişim bozuklukları “ SEN ADAM DEĞİLSİN, YOKSUN BU DÜNYADA “ mesajını verir kişiye.
İşte o zaman öteki ile ben arasındaki farktan Sartre’nin bir oyununda bir kahramanın dediği gibi “ CEHENNEM BAŞKALARI “ olur.
Eğer öteki ile ilişkilerimiz kusurluysa öteki cehennemdir. Niçin peki?
Kendimizle ilgili en önemli şey, kendimizi tanımamızdır. Kendimle ilgili ne söylersem söyleyeyim hep ötekinin yargısı işe karışır.Ötekinin egemenliği altına girerim. İşte o zaman gerçekten cehennemdeyim.
Oysa sorgulayan-yadsıyan insan ancak insan olmaya doğru yol alır. “ YADSIYORUM-ÖYLEYSE VARIM “
Sanatta bunu Sartre yaparak felsefe ile edebiyatı birleştirmiştir. Varoluşçu edebiyatın temellerini oluşturmuştur.
Öyleyse,
Her şeyin sorumlusu benim.
- Savaşın içinde yer aldıysam,
- Bunu seçmiş olan benim.
Her şeyi yadsımak benim elimde. Tek yadsıyamadığım şey,
- SORUMLULUĞUMDUR
Çünkü ben ben olmaktan sorumluyum.
Red edilmek sancılıdır. Çünkü insan birey olmak ister. Birey olmanın içinde ait olma vardır. Eğer ben red ediliyorsam psikolojik bakımdan zehirleniyorum demektir. Ötekinin cehenneminde yaşamak yıpratıcı bir ortam da yaratır. Öyleyse bana dayatılan paradigmaları yadsıyarak yani red ederek insan olmanın temeline ulaşabilirim. Bu benim seçimim. ÖZGÜRLÜK sorumluluk ise, kendi sorumluluğumu bilmeli, içimdeki beni kendim yaratmalıyım. Özgürleşme yolunda çaba harcamalıyım.
Birkaç şey yazmak istiyorum.Yine yanlış anlaşılmanın pençesinde can verme olasılıgını göze alarak...
İnsan nasıl bir canlıdır?
Düşünen, hisseden, anlayan, algılayan ama illede öğrenen.
Varoluşun kendi insiyatifimizde olduğu yanılsamasıyla varoluşçu düşünceyi ya da bireyin elinden tüm insiyatifi alıp onu koşulların ürünü yaparak kimliksizleştiren determinizmi reddedebilirsiniz.
Ben bunların cevabnı bulabilmiş değilim.
Bireyin düşüncelerindeki ana katalizörün ne olduğunu hala çözebilmiş değilim.
Kolaycılığa kaçıp psişik bir kolaj yapıp çıkıyorum şimdilik bu akıl almaz labirentten.
Ama varoluş probleminde en azından birey olarak kendimi ilgilendiren ufuklara baktığımda sorunun büyük bir kısmı görülebiliyor gibi.
Bu insan olan benliğimi aynanın karşısına oturtmakla olabilirdi.
İnsan, erkek yada kadın, doğası gereği yarım bir canlıdır.
Her erkek doğasında kadınsı oldugu iddia edilen bir takım özellikler taşır. Şevkat, acıma, sevecenlik vb.
Aynı şekilde kadında erkekle özdeşleştirilmiş bir takım özelliklere sahiptir. Savaşçılık, otorite vb.
Fakat toplumsal yaşamın beraberinde getirdiği bir takım değer yargıları -her ne kadar sanatla dışavurulsa da- kurallar yoluyla insanların hayatını etkilerler.
Belirlenen roller içerisinde kadın ve erkek içlerinde hissettikleri duygulardan uzaklaşımak zorunda kalırlar.
Bu durum toplumsal yaşamın realiteleri düşünüldüğünde anlaşılabilirdir de.
Ancak çok daha anlaşılabilir olan bir gercek vardırki kadın ve erkek bu eksik bırakıldıgı yönlerinin derin ucurumunu yine derin sancılar halinde hissederler. Bu insanın yarım bırakılmasıdır ve bu yarımlığa karsın her birey bütünleşme ihtiyacını ölümcül bir agrıyla ruhunda hisseder.
İşte bundandır günümüz insanının aşk sancısı.
Bundandır annesini yitirmiş bir yavru hayvan gibi aşkı arayışımız.
Bu tamamlanma ihtiyacının dışavurumudur aşk dediğimiz.
Kadın erkeğinde güçle, otoriteyle ,elinden alınan tüm değerleriyle bulusur.
Erkekte kadında şevkatle ,sevgiyle ,toplumsal hayat içerisinde üzerini örttüğü tüm derin duygularıyla bütünleşir. Anaç bir kucaklamaya yelken açıştır bu. Ying yang prensibinde oldugu gibi varlığın diğer yarısına kavuşmasıdır. Ve yukarda sözü edilen varoluşun hallerinden biridir aslında.
Reddedişe bu varoluş projesinin yıkımı olarak bakarsak sanırım sancının sebebi anlaşılabilir olacaktır. Herne kadar bu sancılar yeni tamamlanma umutlarıyla hafifletilse de bu umutların bagrında beklenen tamamlanmayla gelmeyişi beraberinde sancıların ebediyetini getirir.
Peki neden olamıyor bu tamamlanış?
Bence bu insanoglunun sınırlarını zorlaması nedeniyle oluyor.
Hergün yeni bir buluşla hayatımız değişiyor.
Ne kadar özümsendiği bilinmeden hayatımıza yereştirdiğimiz bu buluşlarla milyonlarca yılda oluşmuş cognitif yanımız uyuşamıyor.
Bu, yabancılaşma demek, kendimize, hayata, insanlara...
Ancak bu sancıyla yaşamayı öğrenmek orunda kaldıgımız ve geri dönemeyeceğimiz bir noktaya geldik.
Bu noktadan sonra tamamlanma ihtiyacımızı bu sancıların arasından sececegimiz mucizevi mutluluk parçalarıyla yetinerek devam ettireceğiz.
Ancak sancılarımız bitmeyecek. Bitmeyecek çünkü insan anlam arayışını (Kendini gerçekleştirme anlamında)çoktan bıraktı. Dünyada yaşanılan yegane gerçeklik postmodern bir kölelik sistemi. Bu sistemde birilerinin özgürlük çığlıkları atması tıpkı şeker plantasyonlarında çalışamsını normal karşılayıp aynı anda eşitlik türküleri söyleyen köleler gibi eğreti duruyor. Günümüz insanı gönüllü bir (ikna edilmiş) köleliğin avuçlarında sancılarıyla ve tamamlanamayışlarıyla inlemeye devam edecek. insanoğlu korkutucu gelişimini bu sancıların artık tamamen sanal oldugu bir asamaya tasıyana kadar. Ki bu nokta çoktan başlayan bir süreçle görünür bir zamandadır.
En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin, ne Hindistan,
ne teyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan
Can Yücel
Büyük şair ne güzel anlatmış değil mi? Anlamak ve anlaşılmanın önemini.
“ Yine yanlış anlaşılmanın pençesinde can verme olasılığını göze alarak... “ demişsin Pegasus. Birden bu dizeler düşüverdi usuma.
Elbette aynı düşünmek zorunda değiliz. Fikirlerimiz karşıtlık içerebilir. Önemli olan fikirlerimizi tartışarak yeni açılımlar elde etmektir.
İnsan… Hep araştırdığımız insan…
İnsana kadın ve erkek olarak baktığımızda yaşama da parçalı bakmış oluruz. Oysa yaşamı insanlar oluşturur. Kadın ve erkek olmak insan olmanın kategorileridir.
Ama şöyle desen belki daha iyi olurdu.
“ Toplumda kadına ve erkeğe yüklenen roller? “
İşte böyle dersen anlardım.
Çünkü, ben kadın ve erkeğin önce insan olmada birleşebileceğini düşünüyorum. Yani senin dediklerin feodal yapının bizlere yüklediği anlamlardır. Her kişi tektir. Ama insan toplumsal bir varlık olduğuna göre bu tekilliğini iletişim içine girerek toplumla bütünleşme sağlayarak, paylaşarak öteki insanla bütünleşir.
Sevgi, acıma duyguları sadece kadınlara mı özgüdür? Ya da dediğin gibi savaşçılık, otorite sadece erkeklere mi özgüdür? Hayır, bence hayır.
Şöyle demişsin.
“ Kadın erkeğinde güçle, otoriteyle ,elinden alınan tüm değerleriyle bulusur. Erkekte kadında şevkatle ,sevgiyle ,toplumsal hayat içerisinde üzerini örttüğü tüm derin duygularıyla bütünleşir.”
Senin dediklerine kesinlikle katılmıyorum.
Bu olgular kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık halleridir.
Ben bu dünyaya gelmişsem, bir erkeğe bağlanmışsam bu bağlılığın güçle, otoriteyle hiçbir ilgisi yok. O gücü kadın değil önce insan olarak kendi ruhumda duyumsayabilmeliyim.
Haa… Eğer ben aşık olmuşsam, aşk bence tartışılması gereken çok uzun bir konu. Çünkü aşkın içine itkide girmektedir.
Bence günümüzdeki sorun insanlaşabilme sorunudur. Kadın ve erkek birbirlerini karşı cins olarak görmekten insani yanlarını göremiyorlar. Bu ne demek?
Birlikte insanlaşabilmek…
İnsanı insana dönüştürmek….
İki bacak… İki bilmem ne… Ya da süslü kravatlar insan olmaya yetmiyor. İnsanlaşabilmek önce davranışlarımızla, ilkelerimizle, ideallerimizle bütünlük içinde var olmakla ilgilidir.
Red edilmeyi ve red etmeyi kadın-erkek ilişkisi olarak görmüyorum. İnsanın her bakımdan kuşatılmışlığından söz ediyorum.
İnsanı insandan yalıtan sistemdir. Eğer sisteme bakmadan insanı sorgularsak yine yaşama parçalı bakmış oluruz. Bütünü göremeyiz.
Algının esiri olan insanın hayal gücü olmaz. Evet… Yine özgürlük… Önce kendi kendimi tanıyarak kendimi özgür kılmalıyım. Sonra da insanlığı…
Çünkü hayal, gerçekliği anlamlandırmanın bir yoludur. Bu da sanatla mümkündür.
Spartacus, köleliğin kaldırılması için mücadele ederken köleliğin kaldırılmadığını göremedi belki… Ama insanı insanın kölesi yapan sistem çürüdü gitti.
Bugün de bu köleliğin adına ister kapitalizm, ister post modernizm, ister küreselleştirme deyin… İnsanı insandan dışlayan sistem, tarihin karanlık sayfalarında silinip gidecektir bir gün…
Sanırım mevlana söylemişti; aynı şeyi bilenler değil aynı duyguları hissedenler anlaşabilir diye.
Bir önceki yazımın girişine eklediğim çekincemin haklılıgı ortaya cıkıyor. Çünkü yorumlanma konusunda- belkide benim uslubum ve kapasitesizliğim nedeniyle- ciddi bir sorun yaşıyorum. Buna rağmen susmamak gerektiğini düşünüyorum.
Herşeyden önce bilinmesi gereken bir gerçeğin altını çizelim.
İnsanların farklı özelliklerinin olması onların insan olma üst ediminde buluşamayacakları şeklinde yorumlanmamalı.
Bu herşeyden önce insan gerçeğine sırt çevirmek olurdu. İnsan bir anne olabilir ve bir erkeğin asla hissedemeyeceği duygulara sahip olabilir. Hatta içinde yürüdüğü zaman dilimlerinde gelişen bilinci bu duygularıyla özdeşlesen bir özellik alabilir- ekstrem durumlar hariç-
İnsan bilinci kültürün dışında düşünülemeyeceğinden- Burada kültürü insanın gelişme sürecinde edindiği bilgiler anlamında kullanıyorum- bir erkek kendine biçilen otorite, savaşçılık vb özelliklerle özdeşleştirilebilir.- ki insanlık bunu yapmıştır.-
Bu realiteleri dile getirmek felsefi anlamda bu gerçeklere yönelik bir savunu anlamına gelmez.
Bu şekilde dile getirilebilecek farklılıkların olması her iki cinsin insan olma üst ediminde buluşamayacakları yada birine diğerinden daha az önem atfetme anlamına hiç gelmez.
Evet ben erkek yada kadın insanın yarım oldugunu düşünüyorum.
Kültürel olarak hayatın gerçekleriyle savaşan insanın kendine biçtiği rolleri umursamadan yapıyorum bunu.
Ben bir kadında var oldugunu düşündüğüm yada umdugum şeylerin bende tam anlamıyla olabileceğine inanmıyorum.
Bir anne şevkati bende nasıl olabilirki?
Bunun ne oldugunu bile bilmiyorum.
Peki ya kadınlar binlerce yıldır erkeklerin garip güven bunalımından kaynaklanan savaşların anlamını çözebildiler mi?
Cinsiyet farklarını dışlayabilirsiniz. Bu her iki cinsin insan olmaktan kaynaklanan ortak özelliklerinin devasalığı düşünüldüğünde kolayca yapılabilir.
Hatta günümüzde bu farkların ifade edilmesi bunun bir ayrımcılık içerdiği olasılıgının iticiliği nedeniyle de tepki çekebilir.
Ama tüm bu tavırlar bu farklılıkların dile getirilmesindeki asıl nedenin ayrımcılık degil aksine birbirini daha iyi anlayıp özümseyebilme ve ortak iyiyi bulabilme amacıyla yapıldıgı keşfedildiğinde anlamını yitireceklerdir.
Evet bir zenciden farklıyım.
Bir çinliden de farklıyım.
Sorun bu farkın sorun olarak kabul edilmesinde farkın dile getirilmesinde değil.
Peki bu tamamen genel bir kural mıdır?
Yani erkeklere özgü oldugu söylenen özellikler kadında ve kadınsı özellikler erkekte olamaz mı ?
Cevap tabiki evettir. Hatta o kadar evettir ki günümüzde kadınların iş hayatında erkeklerden daha otoriter olabildiklerini görürüz.
Kadın siyasetçilerin eger iktidara gelebilirlerse dunyaya barış falan getirmeyecekleri aldıkları sıfatlardan ortaya cıkıyor. - Demir leydi lakaplı teacheri anımsayın-
Kendisine ambargo nedeniyle Irakta ölen 500 bin cocuk hatırlatıldıgında "Buna değdiğini düşünüyorum" diyebilen ABD dışişleri bakanı Albright i anımsayın.
Ama butun bu gerceklikler kadınların erkek egemen dunyada erkekler gibi davranarak basarılı olacaklarını dusunmelerinden kaynaklanmıyor mu? A
caba mevcut dünya sistemi kadınlara ruhlarından geldiği gibi davranma fırsatı veriyor mu? Bence hayır.
Evet ben genel olarak farklılıklarımız oldugunu -ve iyikide oldugunu -düşünüyorum.
Bu sayede insanoğlunun birbirini tamamladıgını düşünüyorum.
Adına ne derseniz deyin.
Erkeksi oldugu iddia edilen sıfatları siz belirleyin yada kadınsı ben bununla ilgilenmiyorum.
Benim için önemli olan iki cinsin oldugu ve bu cinslerin gerek fiziksel gerekse duygusal olarak birbirini tamamladıgı gercegidir.
Aşkın kaynagınında bu tamamlanma ihtiyacı olduguna inanıyorum. Bakınız bu ihtiyac o kadar barizdirki birtakım kişiler eşcinsel ilişkilerden örnek vererek benim savunumu bertaraf etmek istediklerinde bile ortaya cıkmaktadır.
Bu türden ilişkilerde bile eşlerden birisi erkeksi bir rol almaktadır. Almanyada tanıstıgım lezbiyen çiftlerden birinin diğerine "kocam" demesini hiç unutamam.
Demekki meseleye kadın erkek düzleminden olumlu yada olumsuzluk atfetmeden bakmak gereklir.
Olumsuz bakısın varolan farklılıkların suçu olmadıgını bilmemiz gerekir. Bunun tarihi, psikolojik, ekonomik sebebleri vardır ve buraya girmeyecegim.
Yazımda tamamlanma ihtiyacının aşkı doguran sebeblerden biri belkide en önemlisi oldugunu belirtmek istedim.
Buna cinsel ve duygusal tamamlanma diyebilirsiniz.
Ancak bu tamamlanma olmadıgı ve tanımlanamadıgı müddetçe yanlız insanların kendilerini içinde hissettikleri uçurumu anlayamazsınız.
Bakın sitemizde cinsellik bölümüne yazılan yazılara.... Basit cinsel ihtiyacların dısavurumu gibi görünsede tüm o sancıların temelinde yalnızlık oldugu cok acık.
Ruhuyla yarım kalmış insanın cıglıkları.
Bu konuda bu kadar ukalaca atıp tutmamın bir sebebi var tabiki.
Bir engelli olarak vucudunu hissetmediğiniz zaman karşı cinse yönelik hala asırı sekilde devam eden özlem duygularınızı sorgularsınız.
Ve anlarsınızki cinsellik asla bir haz nesnesi değil.
Bir tür tamamlanma ihtiyacı. Bu pencereden ancak benim gibi ijnsanların bakabilecegini düşünüyorum.
Benim durumumda olan ve cinselliğin bu yönünü görebilen insanların.
Bu nedenle rahat konusuyorum.
Çünkü söylediklerim basit aforizmalardan ziyade yaşamışlıklarımın yansımasıdır.
İşte bu noktada görebildiğim gerçek, insanın tamamlanmaya yönelik o çok eski ihtiyacıdır.
Bazı kızlarla konusuyorum okulda.
Genç kızlar.
Hepsinin ruhunda o bildik uçurumla karşılaşıyorum.
Ne sağlık ne ekonomi hiçbir sorunları yok.
Ama yanlızlar.
Yalnızlığın sancısı cinsellikten çok daha öte birşey.
Bir yarımlık duygusu olmasa bu kızlar sahip oldukları çok iyi kız arkadaslarıyla yanlızlıklarını gideremezler miydi?
İşte geldik konumuza.
Reddediş...
Reddedilişe ben bu anlattıgım nedenlereden ötürü yarım kalmış tamamlanma olarak bakıyorum.
Acıtıcı olmasının sebebide budur diye düşünüyorum.
Konuya psikolojik olarak yaklaşıp kişi onanma ihtiyacındadır. Reddedilmemek ise bir tür kabul ve bireyin ihtiyaç duydugu onanmaya denk geldiğinden önemlidir diyebilir ve reddedilişi bireyin onanma ihtiyacının tamamlanamayısından ortaya cıkan bir sendrom olarak degerlendirebilirdim.
Ama bence bu çok eksik olurdu. Ben her iki cinsin farklı özellikleriyle bir mıknatısın iki ucu gibi birbirlerini tamamladıklarına inanıyorum. Ve bu farklılıkların olmasına şükrediyorum. Bu farklılıklara insanoğlınun oluşturdugu farklı kültürlerde farklı anlamlar yüklenmesini umursamadan...