
Bu arada filmin tanıtım videosu:
İçimde Dans Ediyorum: Beni takip et, sana gerçek bir “romantizm” göstereyim
Bülent Küçükaslan*
Inside I'm Dancing, 2004 yapımı güzel bir sakat filmi. Heyecanlandıran bir başlangıca, dramatik bir hikâyeye, etkileyici bir sona sahip. Filmi benim için özel kılan iki şey var. Birincisi, filmde sakatlar konuşuyor; ikincisi, sakatlara dönüp konuşuyor. Sanırım şöyle de ifade edebilirim: üç sakat yan yana oturup bu filmi izlesek, filmin sonunda hiç konuşmaz, (sigara denilen şeyi kullanıyorsak) birer sigara yakar, derin derin içimize çekeriz. Gündelik yaşamlarımızı sorgulatan bir film...
Ne var ki, bu film sakat olmayan izleyiciler için ne ifade ediyor emin değilim ama, istisnaları dışarda bırakarak söylersem, tekerlekli sandalye kullanan benim gibilerin hissettiklerini hissettirmediği açık.
Nitekim filme dair internetteki yorumları okuduğumda düşündürücü iki şey gördüm: Birincisi, yorumlarda filmde yaşanan aşka dair tek bir değerlendirme dahi yok (psikoterapistlere bir selam). İkincisi hakkında yorum yapmıyorum, sadece şu cümleyi alıntılıyorum (ama kalın harfle belirginleştirdiğim ifadelere dikkat!): “Filmi izlerken ister istemez hep halime dua ettim. İnsanın bir kısmının bile işlevsiz olması ne kadar kötü! Rory'nin de her seferinde belirttiği gibi, ikinci sınıf vatandaş yerine konuluyorlar... İster istemez... İzlemenizi öneririm. Evet, şaheser değil, hatta dram olmasına rağmen ağlatmanın yakınından bile geçirtmiyor, ama filmde anlayamadığım hoş bir tat var” (psikoterapistler?).
Carrigmor, Michael, Rory ve Siobhan
Carrigmor, tüm sıkıcılığıyla ve despotluğuyla sıradan bir bakım evi. Hatta bakıcılar ile sakinleri arasındaki iktidar ilişkisine bakarsak, klasik bir bakım evi demek daha doğru. Orada sakatlar olduğu için mi bakıcılar var, yoksa bakıcılar orada duruyordu da sakatlar sonradan gidip gönüllü olarak onlara tabi mi oldular, belli değil (Jack Nicholson’ın oynadığı Guguk Kuşu’nu anımsayın). Nitekim film televizyondan duyulan bir çizgi film monoloğu ile Carrigmor’u ve çalışanlarını taşlayarak başlıyor: “Baş balerin bir dansçıdır. Baş dansçıdır. Bütün dansçılar içinde en önemlisidir. Kendi kendine dans eder. Harika, mekanik baş balerin. Büyüleyici, gerçekten büyüleyici. Ne enfes bir genç bayan”. Ve bence devamındaki açılış sahnesi filmin de özü aslında: Tekerlekli sandalye kullanan adamlar ve kadınlar tam bir bıkkınlık ve baygınlık içerisinde televizyona bakıyorlar ve o esnada çevredeki profesyoneller umursamaz ve saygısız bir şekilde yerleri cilalamak, toz almak, sabah ayinine katılacakları belirlemek vb. “görevlerini” yerine getiriyorlar. Mekanik bir koreografi ve işleyen dansçılar...
Michael, neredeyse doğduğundan beri Carrigmor’da. Kas kontrol yetersizliği var (serebral palsili); tekerlekli sandalye kullanıyor, konuşması zor anlaşılıyor. Doğrusu ya, kimse de anlamaya çalışmıyor zaten. Önünde harflerin dizili olduğu bir defter var, bir şey anlatmak istediğinde bakıcılardan biri yanına geliyor, sırayla tek tek harfleri göstererek Michael’ın söylemek istediği şeyleri harf harf seçip, kelime kelime ortaya çıkartıyor. Feciiii sıkıcı ve yorucu. Bakıcıların yer silmek, yemek yedirmek vb. işlerle aynı monotonluk ve ifadesizlikle “sıkılmadan” harfleri sıraya dizmesi ise tam bir A-B-C-Ç-D-E, A-B-C-Ç-D-E-F-G-Ğ-H-I-İ-J-K-L-M-N-O-Ö-P-R-S-Ş-T-U-Ü-V-Y-Z, A-B-C-Ç-D-E-F-G-Ğ-H-I-İ, A-B-C-Ç-D-E-F-G-Ğ-H-I-İ-J-K-L-M-N-O-Ö-P-R-S-Ş-T-U-Ü-V-Y, A-B-C-Ç-D-E, A-B-C-Ç-D-E-F-G-Ğ-H-I-İ-J-K-L-M-N-O-Ö-P-R-S-Ş-T. Evet, EZİYET! Oysa anlamak isteyen biraz çaba göstererek, dinleyerek, sorarak ve harf seçmekten çok daha az bir zaman ayırarak Michael’ın onca yıldır çektiği eziyeti ortadan kaldırabilirdi. Ama bu, “baş balerin”in aklına gelmiyor tabii ki!
Sonra Rory çıkageliyor Carrigmor’a ve filmin mecrası görünmeye başlıyor:
- Merhaba, Rory. Benim adım Eileen Sheehy. Umarım burada, Carrigmore'da, kendini evinde gibi hissedersin.
- Dış kapının anahtarlarını alıyor muyum?
- Dış kapının anahtarlarını vermeyiz.
- O zaman burası "ev" değil, değil mi?
Rory, kas erimesi olduğu için (duchenne müsküler distrofi) tekerlekli sandalye kullanıyor. Carrigmor'a gelir gelmez ilan ediyor: Konuşabilmekten başka, sağ elindeki iki parmağı da kullanabiliyormuş (tahrik olmak ve mastürbasyon için yeterli gelmekteymiş). İnsanlar elini sıkabilirler veya kıçını öpebilirlermiş, ama ondan karşılık vermesini beklememeliymişler. Bunları söylüyor girer girmez. Keyifli, anı yaşamayı arzulayan, dizginlenmesi zor, çapkın, fırlama bir çocuk Rory. Kapatılmaktan ve kime hizmet ettiğini çok iyi öğrendiği bakımevi kurallarına maruz kalmaktan nefret eden, eline geçirdiği her fırsatta iktidar ilişkilerini zorlayan, bağımsız ve özgür yaşamaya can atan bir anarşist. Bir süre başka bir seçeneği olmadığı için Carrigmor’da kalıyor.
Rory ile Michael’ın yolu kısa sürede kesişir. Aslında birbirine zıt bu iki karakterin birbirinden çok farklı iki yaşam deneyimi vardır, ama Rory yıllardır konuşmasını tek bir kişinin bile anlamadığı Michael’ın tüm söylediklerini anladığını belli edince, işler değişir! Rory ve Michael beraber takılmaya başlarlar, ahbap olurlar...
Derken bir gün birkaç bakıcı nezaretinde Rory, Michael ve tekerlekli sandalye kullanan birkaç kişi resmî dilenme görevine çıkartılırlar. Boyunlarına asılı kovalarla caddelerde dolaşıp, geçenlerden para toplamaktır görevleri. Rory bu sahnede de kendi karakterini ortaya koyar ve seslenir gelip geçenlere: “Haydi, zavallı talihsizlere yardım edin. Cennet’te yer kazanın. Bir özürlüye Harley Davidson al, yardıma muhtaç nüfusu azalt”. Telaşla yol almaya çalışan güzel bir kadını fark edince devam eder: “Hey, nasılsın, aşkım? Bize biraz para ver? Hadi, çok güzel bacakların var. Bize ver...”. Sakatlık mevzuunu kişisel trajedi olarak görüp kendisini o yaşamlardan sıyırmaya çalışan sağlamcı kurgulara sıkı bir eleştiridir Rory’nin yaptığı. Ama hınzır Rory burada durmaz! Michael’ın o ana dek hiçbir kadınla birlikte olmadığını, bir bara gidip bira içmediğini öğrenince, boyunlarında asılı olan içi para dolu kovalarla oradan sıvışmaya ve bir bara gitmeye razı eder Michael’ı. Bara giderler, iki kadının masasına yanaşıp içmeye başlar, güzelce eğlenirler ve bir de üstüne Siobhan ile tanışırlar (bu güzel kadına birazdan geleceğiz). Sakatlar için toplanan parayı sakat iki kişi layıkıyla harcamıştır! Günün sonunda kadınlardan aldıkları birer öpücük ve boşalmış kovalarla yağmurun altında ıslana ıslana büyük bir keyifle Carrigmor’un yolunu tutarlar... Sonrası malum: bıdı, bıdı, bıdı, bıdı.
Filmin bundan sonrasında bir yandan Rory ve Michael’ı biraz daha yakından tanıyoruz, bir yandan da bağımsız yaşam hakkına dair politik göndermelere ve aşk mevzuuna tanıklık ediyoruz: Rory kendi başına yaşama izni/ödeneği için bir devlet kurumuna üçüncü kez başvuruyor, sakat olmayan üç kişiden oluşan ukala ve kaprisli heyet başvuruyu “kendini yönetmeye malik olmama ve birisini çalıştırma sorumluluğunu üstlenme eksikliği nedeniyle“ yine reddediyor. Bunun üzerine bu defa kendi başına yaşama izni/ödeneği için Michael başvuruyor ve kabul ediliyor! Tabii, Rory de Michael’ın tercümanı olarak dolaylı yoldan bağımsızlığına kavuşuyor. Bir şekilde şehir merkezinde kendilerine uygun ev tutuyorlar ve bakıcı aramaya koyuluyorlar. Tesadüf o ki, barda karşılaştıkları Siobhan ile yine tesadüfen karşılaşıyorlar ve ona bakıcılık işi teklif ediyorlar. Siobhan marketteki işini bırakıp, bizim iki ahbabın bakıcısı olarak çalışmayı kabul ediyor. Bunun üzerine bavullarını toplayıp Carrigmor’dan ayrılıyorlar... Bu sahne de ibret verici! Hayallerine kucak açan Rory ve Michael Carrigmor’dan ayrılırken müdür Eileen ve diğer çalışanlar neredeyse nefretle ve ayrıldıkları için pişman olmalarını umut ederek uğurluyor bizimkileri. Rory ve Michael’ın hayali, nedense Carrigmor çalışanlarının kâbusunu tetikliyor!
Bağımsız yaşam ve aşk
Her şey iyi başlar. Rory ve Michael kurallardan uzak, dilediklerini yapma özgürlüğü ellerinde, keyifli günler geçirir. Siobhan da mesai saatlerinde bakıcılık işini yapar. Sonra bir şey olur... Anlarız ki Rory geçmiş deneyimlerinden neler olmaya başladığını sezer: Michael, Siobhan’a âşık olup, her şeyiyle ona bağlanmaktadır; o kadar ki, ya Siobhan vardır ya da Siobhan’u beklemek! Uyarır, “Siobhan'u mu bekliyorsun? Ne için? Ne yapacaksın onu? Burada oturup senin için her şeyi yapmasını mı bekleyeceksin? Haydi, dışarı çıkalım.”, ama Michael kapılmıştır bir kere, “Hayır”! Rory bir kez daha dener, “Ne yaptığını biliyor musun? Kendin için küçük bir Carrigmore inşa ediyorsun”. Ama olan olmaktadır... Michael her gün daha sıkı aşık olmakta ve her gün daha bir inanmaktadır yaşananlara. Bir gece Siobhan'a âşık olduğunu Rory’ye söyler ve ondan yardım ister. Rory acımasız konuşur: “Kendini ahmak yerine koyman için mi yardım edeyim? Böyle bir kadına ne sunabilirsin ki? Mantıklı ol. Teybe konuşmalarını kaydet ve dinle. Bir an için dur ve aynada kendine bak”. Rory bunları söylerken, geçmişten kalan yarasının sızladığını da görürüz. Adım adım yaklaşmakta olan şey kendini iyice belli etmeye başladığı gece Rory Siobhan'u da uyarır: “Dikkatli ol. Biliyorsun birileri bu gecenin şanslı gecesi olduğunu düşünebilir”. Ama artık olaylar kontrolden çıkmıştır, Michael amansız bir şekilde ateşe yaklaşmaktadır; ve cız! Michael yanar...
Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz! (Oğuz Atay)
Michael ağlayarak sorar: “Bana karşı bir şey hissediyor musun?”
Siobhan biraz ağlamaklı, biraz anlayışlı, biraz acır halde cevaplar: “Bu benim işim. Bu aşk değil. Benim için hissettiklerin de aşk değil. Bu minnettarlık. Senin için çalışmaktan hoşlanıyorum, ama bu sadece bir iş. Burada bunun dışında başka bir şey olmuyor Michael. Anlıyor musun? Başka bir şey olmuyor”.
Siobhan saçmalar! Çünkü Michael’ın yaşadığı “minnet” değil, bal gibi de aşktır. Öyle ya, minnetse o duygu, neden o güne dek bakımını üstlenen diğer kadınlara âşık olmadı? Bu klişeyi senaryoya koyanlar bu “minnet” duygusuna katıldıkları için mi koydular, bilemiyorum, ama olmasa daha iyiydi diye düşünüyorum. Bırakın, tekerlekli sandalyedeki âşık da yansın herkes gibi! Olamaz mı?
Sonra Siobhan işten ayrılma kararı alır. Yaşanan tartışma dramatiktir:
Rory: “Michael, yalvarma, değmez. Muhabbet kuşları tespih böcekleri ile dost olmaz. Gerçek bu. Bırak gitsin. Bırak gitsin.
Siobhan: “Gerçeği istiyorsun, değil mi? Tamam, işte bazı gerçekler. Eğer eşit olmak istiyorsan beklediğin saygının aynısını onlara göstermelisin. Eğer barda bir adamı aşağılarsan dayak yemeyi de göze alıyorsun demektir. Eğer gecenin yarısında eve gelirsen sana yardım edecek birini bulmayı bekleme. Ve eğer bir kadın sana hayır diyorsa belki de onun için doğru adam değilsin, kabul et. Tekerlekli sandalyedesin diye sevilmek için koşulsuz hakkın olduğunu düşünme. Kimi seveceğim de kimi sevmeyeceğim de elimde değil. Bu benim hatam değil Michael”.
Rory: “Siobhan, gideceğini söyledin. Sanırım gitmelisin. Defol!”
Siobhan gider. Michael bir hışımla sandalyesini sürer, Rory arkasından takip eder ve filmi özetlerler:
Michael: “Her şeyi mahvettim”
Rory: “Sen mahvetmedin. Biz mahvettik. İkimiz de. Kimse bizim adımıza yapmadı”.
Hayat akar...
* Engelliler.Biz Platformu | Engelliler.Biz Platformu - SENİN BEDENİN, SORUN ETMEYİ BIRAK ARTIK!
Bu arada filmin tanıtım videosu:
izledim ve gerçeketen güzel içi boş olmayan etkiliyici bir film..
Bu arada bir film öneri yapıcam iyilik meleği isimli filmide izlemenizi tavsiye ederim gercekten anlam bir film
müthiş...
benden de gelsin bir film
50/50 (2011) - IMDb
50%50 filmin adı. hayatı normal devam ederken kanser olduğunu öğrenen bir gencin hikaye. hem ağladım hem güldüm bu filmde...
geçen yıl izledim çok güzeldi bi gün sonra ailemle tekrar izledim
filmi izleyeli yaklaşık üç yada dört yıl oldu. ilk olarak bakım evlerinden çıkışları çok hoştu. Hatırladığım kadarıyla Cp li olan önündeki tanıtım klavuzlarından belli pasajları derleyerek karar vericileri etkilemiş ve bu sayede bağımsız yasamalarına karar verirmişti. ikinci olarak hangi ülkede geçiyor film bilmiyorum fakat ülkede engelliye uygulanan sosyal politikanın işlevselliği dikkatimi çekmişti. bağımsız bir ev ve o evin tüm ihtiyaçlarının temini bunlara artı olarak eve o evde yasamlarını rahatca sürdürmelerini sağlayacak bir yardımcı uygulaması. üçüncü olarak kaderine razı olmayan ve hayatta hakkı olan her türlü heyecanı yaşamak isteyen ve bunun önündeki her türlü engelli çokta sallamayan ( hatta bu uğurda hayatını tehlikeye atarcasına) bir genç. dördüncü olarak. Cp li ev sahibini yıkarken ereksiyon olmasından dolayı banyoyu terk eden bir genç kadın. ereksiyon olduğu için mi yoksa bundan dolayı kızın banyoyu terk etmesinden dolayı mı kendini kötü hisseden bir Cp li
İZLEMEYE kesinlikle değecek olan bir film. istediği tek şey sadece eşit haklardı.. kimbilir belkide çok şey istiyordu.
Film burada görerek izledim ve harikaydı gerçekten
Ve benim hayatıma o kadar çok benziyorki.Birebir bir benzerlik yok.
2 engellinin hayatındaki ve okul hayatındaki zorluklardı bizimkisi.Malesefki sonu filmdeki gibi oldu.
beni ve arkadaşımı ölüm ayırdı![]()
Ben de izledim, Bülent'in etkileyici özeti çekici geldi, çok beğendim de; bizim kültürümüzle de engellilerimizin sosyal hayatıyla da pek bir yakınlık göremedim, bu üzücüydü. Bizlerde özellikle fiziksel engellilerimiz ailelerine o kadar bağımlı yaşıyor ki, bakım evini geçtim, yemek ve temizlik ihtiyaçları dışında da herhangibir fayda görmüyorlar ailelerinden. Ve her engelli evladına kardeşine babasına her kim bakıyorsa o kişiyi daha da umutsuzluğa sevkedecek şekilde bizzat yanında "Allahım onu kimselere bırakmayacak kadar bana ömür ver" diye dua ediyorlar. Bu filmde iki engelliden birinin annesi ölmüş babası terketmişti, diğerinin annesini hiç bilmiyoruz babası bakımevine ziyaretine geliyordu. Durumları ne olursa olsun birinin dışa vuran özgüveni diğerinin de içinde bastırdığı özgüveni ortaya çıkartmasına cesaret verdi. Sokakta, barda, partide durumlarıyla ilgili önyargısız ortamlarla karşılaştılar, bizde böyle mi oluyor, olmuyor, insanlar baktıkları engelliyi eğitmeyi bırakın kendini eğitmeli ki karşısındakine ileri düzeyde fayda sağlasın. Bülent sen muhtemelen engelli olmadan önce de interneti tanıyordun da şu anda da hayatı burdan yakalayabiliyorsun, ama öyle aileler var ki aslında bir saksı gibi (ama kendilerince Gül gibi) bakıyorlar engelli yakınlarına ve bu bakımla da onun neye hakkı olduğunu değil, kendilerinin bu bakımdan kaybettikleri haklarından konuşabiliyorlar. Bu siteye oğlumdan dolayı üye oldum diğer sosyal paylaşım sitelerine girmez oldum, her konuya, her sohbete katılmasam da hepinizin takipçisiyim ve burda tanıdığım engelliler bana şunu gösterdi " duygularında engeli olanlar " fiziksel ya da zihinsel engellilerin yanında sadece daha sosyalmişşşşş gibi görünüyor, konuştukları, satırlarca zırvaladıkları öyle boş şeyler var ki. Hepiniz çok özelsiniz.
Biz kaldırımlardan çık(ama)manın savaşını verirken böyle bir eve bağımsız girmemiz, 'içimizde dans etmek' gibi içimizde..
yasalar, hak, hukuk, "fiziksel yapı-donanım" ve "AŞK" - "ARKADAŞLIK" ortak nokta "ENGEL"Ler...
Film müthiş...
Galiba bizlerin tek çaresi "KALEM" yani okumak, gelişmek, geliştirmek ve değiştirmek.... Ne gelir ki başka elden...
Film için teşekkürler Bülent Bey...
Onlar özgürlük savaşı verirken bizlerin sokağa çıkma çabasının çöp kamyonu altında kalması... adını koyamadığım hisler içersindeyim. Çok mu? büyük şeyler istediklerimiz ve bu kadar mı? imkansız.
ben bu filmi izlemedim bu yüzden film hakkında yorum yapamayacağım. ancak sizlere aşağıda linkini verdiğim filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.film gerçek bir hayatı anlatıyor;
Can Dostum - Intouchables - Sinemalar.com
muhtesem bır fılm .. akşam izledık aılece .. ben bır spastık eşim de bır kas hastası olarak sankı kendımızı yasadık bu fılmde. esım benım konuşmama yardım edıo tercumanlık yapıo ben onun elı kolu oluyorum ve hayat bır sekılde devam edıyor.. ya sonrası.. bız sonrasını düşünmüyoruz çünkü sonrası yok bızım için şuanı doya doya yaşamak var. kızımda 8 yasında olmasına ragmen fılmın sonuna dayanamayarak tam 10 dk ağladı. herkese şiddetle tavsıye edıyorumm mutlaka ızleyınn..
güzel filimler.
Valla izlemedim bu filmi ama izlemeyi çok isterim. İnternette araştırdım ama satışını bulamadım. Oturanboğa abimizin yazdıklarından sonra aklıma gelenleri sizlerle paylaşmak istedim.
Bir arkadaşımdan, hem de çok yakın bir arkadaşımdan yıllar önce aldığım bir mail geldi aklıma ve kendimi kötü hissedişim... Mailde bir karikatür vardı. 1. resimde ayakkabıları eskidiği için ve yeni ayakkabı alamadığı için üzülen bir adam. 2. resimde adamın önünden ayakları olmayan, ellerinin üzerinde hareket eden bir engelli geçer. Ve adam ayakları olduğu için şükreder (etmeli o ayrı). Artık yeni ayakkabıları olmasa da "mutlu"dur.
Özetle eleman, ayakları olmayan bir engelli kardeş vasıtasıyla, engelli olmadığı için sevindirik olmuştur. Başkasının mutsuzluğuyla, mutlu olan bir adam...
Hiç bana göre bişey değildi. O an şöyle düşündüm. Ben engelli olmasaydım ve benim başıma böyle bir hadise gelseydi, ayaklarımdan utanırdım.
Tıpkı, üstad Attila İlhan'ın hapisteki arkadaşını ziyaret ettiğinde özgürlüğünden utandığı gibi...
Film olarak bir tavsiye de ben vereyim. Al pacino'nun kadın kokusu filmini mutlaka seyredin derim.