Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Erkan'la geçmişe yolculuk...[O An]

Pegasus

Üye
Üyelik
23 Kas 2003
Konular
25
Mesajlar
648
Reaksiyonlar
0
ERKAN

Yeşille mavinin milyonlarca yıldır bitmez bir aşkla seviştiği diyardır Karadeniz. Sevgilisi mavi denizin dalgalarla koştuğu yeşil kıyılı aşık, renginin binlerce tonuna bürünerek kollarını açıverir bu şehvet dolu sevgiliye. Doğu Karadeniz bölgesi ise en tutkulu aşkların gözyaşları eşliğinde yaşandığının kanıtı gibidir. (Ülkemizin en yoğun yağış alan kısmıdır) İşte bu tutkulu aşkın dinmez gözyaşlarıyla yaşandığı topraklar benim memleketimdir.

Doğduğum kasaba Trabzon un Rize sınırındaki Of ilçesiydi. Ülkemizin iki harfli tek beldesi olan bu ilçeye bu adın neden verildiğine yönelik çeşitli tevatürler gezinmekte olmasına rağmen rasyonel bir gerekçe bulunamaması nedeniyle bunlara değinmeyeceğim. Of, Doğu Karadeniz dağlarının kıyı hattı boyunca denize paralel uzanmakla beraber yer yer kısa vadilerle denize dik uzandığı alanlardan birine kuruludur.Sahilden içerilere doğru uzanan bu küçük vadiler sırtını dayadığı Kaçkar dağlarının bağrından çıkan irili ufaklı dereleri Karadeniz’e ulaştırmakla görevlidirler.Yemyeşil zümrüt büyüsünün her çeşidini bulabileceğiniz bu vadiler, içlerinde akan irili ufaklı derelerin kimi yerde bilge bir yaşlı durgunluyla kimi yerde ise ‘’amok koşucusu ‘’ gibi önüne çıkan her şeyi yıkıp yok ettiği bir dünyaya kapılarınızı açıverirler. Yazları yeşillikler arasında yer yer serpilmiş çay bahçelerinin insanı sarhoş eden kokusuyla şarkılar söyleyen kuşlar yaşamın güzelliğinin haykırışı gibidirler.Yan yana dikilmiş olmaları nedeniyle gür kızılağaçlar arasında askeri bir disiplinle varolma savaşı veriyor gibi görünen fındık bahçeleri ve derenin denize doğru tüm bu güzelliklere karşı sözüm ona umursamaz tavırlı seyahati, zihninizde aşkını terk ettiğinin yüreğine kazımış acımasız bir sevgili gibi unutulmaz izler bırakırdı.

Bizim evimize sahile konuşlanmış ilçeden o zamanki Sovyetler birliği şimdiki Gürcistan sınırına doğru uzanan ana sahil yolundan Rize tarafına doğru bir km kadar devam ederek, oradan denizden içerilere doğru gittikçe yükselen tepelerin arasındaki vadinin içinden denize varmaya çalışan derenin hemen yanı sıra uzanan gür ağaçlar arasına yapılmış toprak yoldan takribi iki kilometre kadar devam ederek varılırdı. Evimizin olduğu vadinin iç kısımlarına varınca etrafındaki tepelerin üzerine serpiştirilmiş evler görülürdü.(bu dağınık yerleşim sistemi ülkemizde Karadeniz’e has bir yerleşim şeklidir.) Toplu bir görüntü vermeyen bu evler etraflarını çevirmiş çay bahçeleriyle ve bu bahçeler in kenarlarına dikilmiş bolca meyve ağaçlarıyla dikkat çekerdi. İşte bizim evde bu tepelerden birinin yamacında bulunurdu. Dedemlerin ve altı dayımın evleri derenin hemen kıyısında uzanan yol boyunca, bizim evimizin hemen sol aşağısındaydı. Evimizin balkonundan bakınca bir km kadar aşağıda çay bahçelerinin ve bizim oralarda bolca bulunan kızılağaçlarının arasından bu evleri görebilirdiniz.

Evimizin balkonundan aşağılara doğru bakmak benim sık yaptığım bir şeydi. Maksadım Erkanın bizim evimize doğru ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla gelen patikada olup olmadığını görmekti. Kuzenimdi. Her ikimizde nerdeyse aynı günlerde doğmuş, yaklaşık altı yedi yaşlarında ayrılmaz bir ikili olmuştuk. Huylarımız aşırı derecede birbirine benziyordu. Ailelerimizi canlarından bezdirecek kadar yaramazdık. Henüz beş yaşındayken bile elele veren bu iki yaramazı yola getirmek için sarf edilen tatlı sözler ,hediyeler ve pek tatlı olmayan diğer yöntemler hiçbir işe yaramıyordu. Biz iki yaramaz birlikte okula gitmenin verdiği avantajla planlar yapar,okuldan kaçar,komşuların meyvelerine o güne kadar görülmemiş zararlar verir dururduk. Meyve ağaçları bereketli topraktan aldıkları minerallerle olgunlaşan meyvelerini kendilerine has kokularla bizlere sunar,sadece gidip almamızı beklerdi.Bu meyvelerin bize ait olmaması ise üzerinde durulmaması gereken önemsiz bir ayrıntıydı…

Hayatımızın bu meraklı çağlarında yazın denizden gelen bir imbatla mutlu mutlu salınan bir otu seyretmek, doğan güneşin bulutların arasından uzattığı ışık huzmelerine bakıp hayran kalmak, arada hızlanan rüzgarın avuçlarında usulca şekil değiştiren bulutları hayali canlılara benzetmek, yaptığımız başlıca işler bunlardı.Deredeki canlıları gözlemlemek ise başlı başına bir eğlenceydi. Çana ların o inanılmaz kıskaçlarıyla yan yan yürümeleri(Yengeçlere çana derdik) balıkların ağızlarını açıp kapayarak nasıl olup ta suyun altında nefes alabildikleri bizim en derin problemlerimizdi. Bazen bulduğumuz bir çakal yuvasının girişinde saatlerce büyük bir merak ve bir o kadar da korkuyla hayvanın çıkmasını beklerdik. Muhtemelen uzak bir yerden bizim sıkılıp gitmemizi bekleyen çakalı fark etmezdik bile.

İlçemizin Rize’den Trabzon’a hilal şeklinde uzanan kıyı hattı Karadeniz in hırçın dalgalarından korunması için dev kayalarla desteklenmişti. İşte bu dev kayaların ödümüzü patlatan ama bir o kadarda merakımızı cezbeden sakinlerini görmek için deniz kıyısına giderdik.Bunlar dev sıçanlardı. Bazen deniz tanrısı bu merakımıza kızmışçasına dalgalarını köpürtür ve korkunç bir hızla kayalara vururdu. Biz bu köpüklere bakar içimizde beliren korkuya engel olmaya çalışırdık.Denizin durgun ve dalgaların yok denecek kadar az olduğu zamanlarda ise kafamızı bu kayaların üzerinden berrak suya sokar ve kayaların arasına yuva yapmış balıkları izlerdik. Tüm bu çeşitlilik o kadar ilgimizi çekerdi ki okuldaki derslerin tamamen bizlere kötülük etmek için düzenlendiğine inanırdık. Bu konuda o kadar kesin düşüncelerimiz vardı ki fikirlerimizin birbirinden daha kesin ve karamsar olması için yarışırdık.

Dik yamaçlara dikilmiş çay bitkileri bizim yuvarlanma pistlerimizdi. Yaşıtlarımızla toplanıp dakikalarca süren bir tırmanıştan sonra çay bahçelerinin tepedeki kısmına ulaşır sonrada dereye kadar uzanan bu yemyeşil bitkilerin üzerinden yuvarlanarak yarış yapardık.Kimi zaman çay bitkilerinin arasındaki boşluklara düşerdik farkında olmadan.Acıyan kanayan yaralarımıza aldırmaz devam ederdik.Bu bölgede erkeğin ağlaması inlemesi pek hoş görülmezdi. -E bizde erkek değil miydik!? -Oldukça az sayıdaki düz çay bahçelerinin içinde çömeldiğimiz zaman ise kendimizi bir rüyalar ülkesinde bulurduk. Kökleri küçük bir alandan çıkan bu bitki büyüdükçe açılıp çatallaşan dallarıyla bir metre kadar yukarda birleşir ve gökyüzü görünmez bir hale gelirdi. Üst kısımdan bakınca yemyeşil bir düzlüğü andıran bu bitkilerin diplerine doğru çömeldiğimizde kendimizi rüyasal bir labirentin içinde bulurduk.Kimi zaman da çay köklerinden oluşmuş bu dehlizlerde saklambaç oynardık ki aradan geçen bunca yıla rağmen dudaklarımda kendiliğinden bir gülümseme olarak belirir.

Evlere yakın olmayan çay bahçelerinin içine yazları çay hasat mevsiminde aniden bastıran yağmurdan korunmak için tahtadan derme çatma kulübeler yapılırdı. İşte bu kulübeler bizim gizli şatolarımızdı. Annelerimizin pazardan aldığı domates, salatalık,soğan, beyaz peynir,zeytin gibi nevalelerden gizlice aşırır onları şatomuzda yemekten inanılmaz zevk alırdık. Hiçbir kral kendi şatosunda çektiği ziyafetlerden bizim kadar gururlu ve mutlu olmamıştır.

Okula yazdırılmıştık. Ancak okul denilen sıkıcı zorunlulukla aramızın pek de iyi olduğu söylenemezdi. Derslerimizin durumu ve aldığımız karnelerin ailelerimizin yüzünde olumlu birer ifadeye yol açması imkansız gibiydi. Tembeldik ama olsundu. Lanet dersler kimin umurundaydı? Dersin bittiğini belirten zilin çalmasını, günah bekleyen şeytan sabırsızlığı içinde bekler ve kendimizi doğanın kucağına atıverirdik. Ağaçlara, kuşlara , deredeki balıklara, yengeçlere, çiçeklere matematik derslerinden daha çok önem veriyorduk. O yaşlarda sınıfımızdaki hiçbir yaşıtımız doğayı bizim kadar iyi biliyor değildi. Biz daha o yaşta yüzebiliyor, maymun gibi ağaçların en uç noktalarına tırmanabiliyor, ellerimizle balık tutabiliyor(çok ender, sadece birkaç sefere mahsus olsa da bizim için kazanılmış birer şeref madalyasıydı bu parmak boyunu geçmeyen balıklar.),en güzel böğürtlenlerin ve çileklerin yerlerini biliyorduk. Ama sınıfın en başarılı öğrencileri kızlardı ve tembelliğimiz nedeniyle bizimle sık sık alay eden bu kızlara yapabildiklerimizi gösterebilmek isterdik.Bir gün yalvar yakar okulun hemen altında akan dereye gelmeleri için onları ikna etmiş sonrada derede bulduğumuz yengeçleri çığlık çığlığa kaçan kızların üzerine atmıştık. Onlar kaçarken biz katıla katıla gülmenin bedelini şikayet ettikleri öğretmenden yediğimiz sıkı bir dayakla ödemiştik .Ama olsundu,intikam alınmıştı.Hem nasılda kaçmışlardı ama!!!

Küçük maceralarımızı anlattığımız arkadaşlarımızdan aramıza katılmak isteyenleri asla aramıza almaz, büyülü dünyamızı kimseyle paylaşmazdık. Böğürtlenlerin, çileklerin ve diğer meyvelerin yerini kimseyle paylaşmak istemez ayrıca onların asla bizim kadar cesur olamayacağını düşünürdük. Çay evinin üstünden atlayan bizim gibi olamazlardı tabi…

Bazen dereye iner balık tutmaya çalışırdık. Bizden daha büyük olan ağabeylerimiz derede tuttukları balıkları kasıla kasıla getirip annelerimize verir,bu balıklar yendikten sonra kendilerine gelen övgüleri sırıtarak dinler ve bizlerin evden istediğimiz zaman çıkabilmenin yolunun onlar gibi balık tutabilmek olduğunu düşünmemize yol açarlardı. Onların yaşça bizden çok büyük olmalarını umursamaz ve onların istedikleri zaman dereye gidebilmelerini balık tutabiliyor olmalarına bağlardık. Eğer bizde balık tutabilirsek ailelerimizden izin almadan istediğimiz zaman istediğimiz yere dayak korkusu olmadan gidebilecek yani kısaca özgür olacaktık. Bu düşünceler içerisinde kaçışlarımızın yönünü dereye çevirdik.Ancak yer yer küçük göller halinde akıp giden dereden balık tutmayı becerecek yaşta değildik. Salına salına gölün içinde dolaşıp duran balıklar bile bizim beceriksizliğimizin farkındaymış gibi umursamaz bir tavır içindeydiler.Bu göllerin yetişkin bir insan boyu kadar derin olan kısımları aslında bizim boğulmamız için yeterliydi. Zümrüt yeşili bu göllerden korkardık ama onlar bizim özgürleşme tılsımımız olan balıkları bağırlarında taşıyan kötü kalpli büyücüler gibi yenilmesi gereken düşmanlardı.

Biz bu kötü büyücünün elinden özgürlüğümüzün anahtarları balıkları alabilmek için yeni bir yol bulduk. Bizden yaşça beş yaş kadar büyük olan bir diğer kuzenimiz Şenol ağabeyin canı kadar sevdiği oltasını çalacaktık. O zamanlar Makyavelizm’in ne olduğunu bilmiyorduk ama ailelerimizin bizi rahat bırakması gibi ulvi bir amaç uğruna hırsızlık yapmak bize hiçte yanlış gelmemişti. Bin bir zorluklarla oltayı çalıp ,Şenol ağabeyin bunu yapanın kafasını kopartacağına dair savurduğu tehditleri titreyerek ama renk vermeyerek dinledikten sonra ilk fırsatta dereye koştuk. Ancak özgürleşme yolunda gerçekleştirdiğimiz bu ihtilal de sonuçsuz kalmıştı. Çünkü attığımız oltaya her seferinde ‘’Hovit’’ denilen bir tür tatlı su balığı yakalanıyordu. Her tarafı pullarla ve yapışkan bir sıvıyla kaplı bu balık türü çok aptaldı ve hemen yakalanıyordu.Ancak aptallığından daha kötü bir özelliği vardı; yenmiyordu…

Aslında ailemizin derdi hemen her gün bu derelerde ve denizde boğulan çocuklar kervanına katılmamamızdı. Tabi bizim bunu anlamamız imkansızdı.Hem bize ne olabilirdi ki? Biz sınıftaki herkesi güreşte yenebiliyorduk! Ayrıca çay evinin üstünden bile atlayabiliyor, çay kamyonlarının arkasına asılabiliyor, ağaçlara tırmanabiliyorduk. Onların korkularının sebepleri bunlar olamazdı. Onlar aslında bizi sevmiyorlardı…yoksa bir denize kaçtık diye öyle döverler miydi!? (Kulağımız çekilmişti) Bu aşamaya gelene kadar ailelerimizin bize döktüğü dilleri ise çoktan unutmuştuk. Ne kadar sevildiğimizi anlamamıza imkan yoktu. Hele balık tutmasını bir öğrenelim ,o zaman göreceklerdi bizi…

Bir defasında yine deniz kıyısında oltayla balık tutan büyükleri ve denizden çıkan kocaman kefalları hayranlıkla izlerken saatin gece yarısına vardığını bile fark etmemiştik. Geceleri her taraftan gelen çakal sesleri arasında titreyerek evimize doğru yola koyulduk. En çok da dere kenarında çok eskilerden kalma ,dikenler içinde virane halde bulunan değirmenin yanından geçerken korkmuştuk. Çünkü burası da bütün terkedilmiş yerlerin sakinleri olan cinlerin malikanesiydi!? Büyüklerimiz kaç defa yeminler eşliğinde burada cinleri kendi gözleriyle gördüklerini anlatmışlardı. Artık evlerimize yaklaşıp her birimiz kendi evimize ve yiyeceğimiz temiz dayağa doğru yönelmiştik. Karanlıklar arasında evimize yaklaşınca annem ve babamın ellerinde meşalelerle çay bahçeleri arasında adımı haykırarak beni aradıklarını gördüm. Annem ağlıyor babamda onu teselli etmeye çalışıyordu. İlk kez içimde derin bir pişmanlık belirdi. Bir daha annemi üzmemeye yemin ettim. Yanlarına yaklaştığımda annemin sevinç çığlıkları içinde bana sarıldığını hatırlıyorum. babam ise her zamanki ciddiyetinden taviz vermeyerek bana sarılmamıştı ama kulağımı çekmemesi onunda ne kadar sevindiğini gösteriyordu.

Bu olaydan sonra birkaç hafta evin yanında oynadığımı hatırlıyorum. Artık ne ben Erkan'ın aklını çelmeye gidiyordum nede onun gelip beni alıp gitmesine izin vermiyordum. Ta ki Dünyada hiç kimsenin bağrında kötülük barındırdığına inanamayacağı kadar güzel o gün gelip çatıncaya kadar. Güneşin tüm sıcaklığıyla parıldadığı böyle günlerde denizden gelen imbat yüzümüzü okşar ve ağaçların arasından görünen denize doğru bizi çekerdi. O gün gözlerim patikada fazla beklememiş tahmin ettiğim gibi Erkan çıkagelmişti. Annemin ‘’Bir yere kaybolmayın sakın’’ uyarıları arasında böyle günlerde bizi kavrayan kaçma güdümüze uymuş ve sıvışıvermiştik. Çiçeklerin arasından koşarak uzaklaşırken nede mutluyduk! Dosdoğru sahildeki kumsalımıza varmış ve suyun hemen içinde bulunan o çok sevdiğimiz taşın üzerinden suya atlamaya başlamıştık bile…O gün ilk kez Erkan’ın suda benden fazla kalmamasına şaşırmıştım. Ona ne olduğunu anlamamıştım. Hem anlamak isteyen kimdi. Su çok güzeldi…

Bir süre sonra yalnız yüzmenin tıpkı yalnız cicik taşı(yere çizilen çizgilere değmeden küçük bir taş parçasıyla tek ayak üstünde zıplayarak oynanan bir oyun.) oynamak gibi zevk vermediğini fark edip üstümü başımı giyip ona ne yapmak istediğini sormuştum. Bana gidip Of’un ilçe merkezinde dükkanları olan dayımlardan harçlık alıp çikolata satın almamızı önerdi. Kulağa pek fena gelmiyordu; öyle yaptık. Dayımlar erkek yeğenleri olduğumuz için bizi ekstradan fazla seviyorlardı. Cebimiz ‘’ Şimdi doğru eve’’ uyarıları arasında yüklü bir harçlıkla dolmuştu. Aldığımız bir poşet dolusu abur cuburu denize bakarak yedikten sonra eve doğru yola koyulduk.

Dönüş yolunda evlerimizin bulunduğu yol sapağından bir süre devam ettikten sonra aniden yol kenarındaki otların arasına saklanmak zorunda kaldık! Erkan ın babası olan dayım ve her ikimizin dedesi ilçe merkezine gitmek için yola çıkmışlar ve bulunduğumuz yerde bulunan yol kenarındaki mezarlıklara doğru dua okumak için durmuşlardı. Dayak yememek için tek yolumuz vardı;geri dönmek, ana sahil yoluna girmek ve bir süre devam edip dayımla dedemin hizasını geçtikten sonra tekrar içeri girip asıl yolumuza girmek. Bu fikir o anda ödeyeceğimiz bedeli bilmediğimiz için oldukça cazip gelmişti…

Şehir merkezinden çıktıkları için araçların hızlarını artırdıkları bu yol bizim yaşımızdaki çocuklar için çok tehlikeliydi. Hızla gelip geçen araçlar yol kenarında yürümekte olan çocukları fark etmeyebilirdi. İşte bu tehlikeyi hissettiğimden yolun araçların karşımızdan geldiği deniz tarafına geçtim. Erkana benim tarafıma geçmesini söyledim. Sanki olabilecekleri sezmiş gibiydim. Erkan teklifime o tatlı şivesiyle ‘’ pana pişe olmaz’’ diyerek cevap vermişti. Bu cevapla gelen arabaları fark edebileceğini anlatmak istiyordu. Ama fark edemedi! Korkunç bir fren sesiyle başımı çevirdiğimde hayatımın en korkunç görüntüsüyle karşılaşmıştım. O zamanlar sıkça kullanılan bir Fort minibüs Erkanı önüne almış sürüklüyordu. Araç durmaya çalışmış ancak oldukça hızlı olduğundan bunu birkaç yüz metre sonra başarabilmişti. Şok olmuştum. İkimizde henüz sekiz yaşındaydık ve yaşadığım şey kavrayabileceğim gerçeklik sınırlarının ötesindeydi. Ben olanları anlamaya çalışırken kazanın sesini duyan dayım ve dedem yardımcı olmak için olay yerine koştular ve aslında kendilerinden kaçmakta olan Erkan'ın parçalanmış bedeniyle karşılaştılar. Erkan o zamanlar dayımın tek oğluydu. Haykırışları hala kulağımdan gitmeyen dayım belinden çıkarttığı silahla aracın şöförünü aramaya başlamıştı. Ancak şöför o şartlar altında yapabileceği en akıllı işi yapmış ve kaçmıştı. Trabzon’a gönderilmek için yoldan geçen bir araca konulan Erkan henüz yaşıyordu ama kısa bir süre sonra yolda öldüğünü öğrendik. Onun son ‘’ pana pişe olmaz’’ şeklindeki sözleri beynimde uğuldayıp duruyordu. Nasıl olurdu? Biz çay evinin üstünden bile atlamamış mıydık? Biz ölebilir miydik? O gece bizim eve kadar ulaşan ağıt seslerine rağmen ben Erkanın ölebileceğine inanmıyordum.

Bu olaydan sonra her güneşli günde Erkan'ın geldiği patikaya bakar onun tamda o anda çıkıp geleceğini umut ederdim. Ancak ihtimal, gelse artık denize kaçmayalım diyecektim. Bu olaydan kısa bir süre sonra Of dan taşındık. Aradan uzun yıllar geçti ve Erkan'ın üç erkek kardeşi daha oldu. Bense yirmi altı yaşımda geçirdiğim bir trafik kazasında felç oldum.
Hayat yine devam ediyor ve Erkan annesinin evlerinin duvarına astığı siyah okul önlüğü ve beyaz yakalığıyla çekilmiş siyah beyaz fotoğrafıyla beynimde zaman zaman belirip bana ‘’Hayat ne büyülü değil mi Bülent?’’ diyor.

BÜLENT YILMAZ
 
:( :( :(
Yazının başlarını keyifle okurken , böyle bir son beklemiyordum.
Okurken bu kadar üzüyorsa , bunu yaşamak ne kadar acı verir.
Ama giden sadece beden, onlar hep yanımızdalar :cry:
 
Kelimeler düğüm düğüm boğazımda dostum. Söylenecek hiçbir şey yok. Offf Of! :(

Mümkün olduğunca hayatın tadını çıkaralım dostlar......
 
Allah rahmet eylesin, Erkan'ı sayende tanımış olduk. Erkan aslında hepimizin yaşadıklarından bir kesit, paylaşımlarınızın uzun sürmesini temenni ederdim. Fakat kader, hayatımızda o anlar hiç bir zaman bitmeyecek.
Saygı ve sevgilerimle.
 
yazını okurken kendimi kaybettim televizyonda filim seyrediyorum sandım.Allah rahmet eylesin erkana.Sanada gecmiş olsun
 
yaşananları anlatmak..çekilen acıları dile getirmek...yürek işidir...yüreğine sağlık..
 
Bülent Yılmaz ben senin yazılarını çok büyük bir zevke okuyorum, tüm duyguları sözcükle ifade ediyorsun şahanesin ,erkan senin yüreğinde yaşıyor, bizdede satırlarınla yaşayacak ,muzip bir bakışla "bize pişe olmaz"diye gülümsüyo paylaşınım için tşkler ......
 
Beni çok üzdün Bülent çok...
Yazılarını takip etmek bir zevk ama üzüyorsun bazen..
 
Yaşam büyülü… Bazen o büyü içinde kayboluverir zaman ve mekan. Düşüncelerine anılarına ket vurabilir mi insan… Kimi zaman en olmadık bir yerde aklımızı gelir yaşadıklarımız… Zaman bizi içine çeker ağına düşen bir örümcek gibi…

Büyülü olan yaşam mıdır? Yoksa gerçeklikler mi? Ölüm belki de yaşamı anlamlı kılandır kimbilir! Yaşam deneyimlerimizin özümlenlenmesi, geçmiş yaralarımızın sarılmasıdır. Geçmişi anımsayarak hem yaralarımızı sarar, hem de geleceğimizi yaratmak isteriz.

İşte bunları düşünerek okudum yazını Bülent. Ve… Erkan benim de usumda canlanıverdi aniden.

Yaşamın kime ne getireceğini kuşkusuz bilemiyoruz. Ama bir şeyden eminim. İnsanın koşulları belirler geleceğini. Yaşadığımız koşullar olmasaydı belki de sen bugün o üniversitenin merdivenlerinden çıkmayı bile düşünmeyecektin!!!

Bazı soruların cevaplarını bulmak zordur. Yine de bazı sorular cevaplar kalsa da o soruların cevaplarını sorgulamak gerekir. Evet, yaşam büyülü… O büyü içimizde… Zamanın ötesine geçip geleceği görmek için yaşamın tuvalindeki renk, ışık, dokuya bakmak gerekir. O tuvalde ne görüyorsun? İşte önemli olan bu…
 
Ölümden çok korkuyorum, hatta ödleğin biriyim diyebilirim am korkum kendim için değil. Kardeşim için. Onu için birkaç yıl daha yaşamam lazım diye düşünüyorum ancak böyle hikayeleri okuyunca kendi kendime durup şunu söylüyorum: Öyle dramatik, öyle duygusal ve öyle ölümler varki bu dünyada... Senin ölmen inan bir hiç. Ha varsın bu dünyada ha yoksun. Hepimiz bir gün bir şeklide ayrılacağız mekanlarımızdan. Bu bile ağlamak için bir neden. off yaa yine bunalımdayım sanırım. Çok etkiledi bu yazı...
 
SİZ BU YAZIYI YAZALI 2.5 YIL GEÇMİŞ VE BEN DAHA BUGÜN FARKEDİP OKUDUM. AMA HİSSEDEBİLİYORUM RUHUNUZDA YAŞANANLARI GERÇİ HERKESİN YAŞADIKLARI VE HERKEZDE BIRAKTIĞI ETKİLER FARKLI OLSADA BENDE ÇOK BENZER BİR OLAYLA 13 YAŞIMDA KUZENİMİ YANIMDA KAYBETTİM, EN SON SÖYLEDİĞİ SÖZ, EN SON BERABER OLDUĞUMUZ GÜN... GÖZLERLE KONUŞMAYI BİR BAKIŞLA YAPMAK İSTEDİĞİMİ ANLAYAN VE BENDE ONUN AYNI ŞEKİLDE HAYATIMDAKİ İLK İNSANDI, EMİNİM ŞUAN BERRİN ABLAM ÇOK MUTLU DİYEREK BİRAZ RAHATLATABİLİYORM KENDİMİ GENELDE İSE AKLIMA GELDİĞİNDE İLK O, ONLA YAŞADIKLARIMIZ, VE SON GÜN GELİYOR İÇİMDE BİR AĞIRLIK OTURUP NEFES ALMAMI BİLE ENGELLİYOR... TEK YAPABİLDİĞİM AKLIMA GELDİĞİ AN GERİYE ATABİLMEK...

ÜZERİNDEN YILLARDA GEÇSE SİZE,AİLENİZE SABIR DİLİYORUM VE ONUN MEKANI CENNET, SİZİNDE RUHUNUZDAN HUZUR HİÇ EKSİK OLMASIN...
 
Ne denilebilir ki bazen düşünüyorum ölmek mi en güzeli her bi yakının ölüşüne tanık olunca insan daha bi zorluk cekiyor ölmek mi güzel olan arkada kalmakmı bilemiyorum
 
Üst Alt