Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Haftanın Konusu] Başarı Öyküsü ve Sakatlık...

surveyor

Yeni Üye
Üyelik
13 Kas 2003
Konular
6
Mesajlar
19
Reaksiyonlar
0
OturanBoğa Not:
  • Sakatlar ve başarı...

    - Herkes için 'normal' sayılan evreler/gelişmeler, sakatlar söz konusu olduğunda neden 'başarı' oluyor?
    - 'Başarı' olarak sunulan ve övgüler yağdırılan gelişmelerin öznesi olan sakat biri, bu övgülerle aşağılanmış olmuyor mu aynı zamanda?
    - Önlerine konulan engelleri aşan sakatlarla, sirkte gösteri yapanların yazılı ve görsel basında sunuluş şekilleri arasında bir fark/benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz?
    - Sakatlar, neden herkes gibi yaptıklarıyla değil de hep sakatlıklarıyla anılıyorlar?


***
Kokuşmuşluğun örtüsü

Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de, kişi, içine doğduğu sosyo-ekonomik sistemden soyutlanarak çıplak birey olarak ele alınıyor.

Çağrı Doğan (Radikal2 31/08/2003)

Hummalı misyoner faaliyetleri ve liberal dinin güçlü propaganda sistemi sayesinde, modern zamanlar tanrısının "yürü ya kulum" dediği, sıfırdan servet yaratmış şahsiyetlerin başarı öykülerini ezber ettik. Şimdi de sıra, bedenleri defolu olduğu halde, nice defosuz insana taş çıkartacak başarılara imza atmış engel tanımaz "engelli"lerin öykülerinde.

Üç yıl kadar önce, başarı için stratejiler başlıklı bir vaaza katılmıştım. Vaiz, yüce görünmez elin, liberal peygamberleri aracılığıyla vahyettiği, bireysel kurtuluş için taktiklerle ilgili ayetleri mealleriyle birlikte anlatıyor, anlattıklarının biz müminler ve mümin adaylarının kafasında iyice pekişmesi için de örnek şahsiyetlerin hayat hikâyelerinden kesitler sunuyordu. Bilirsiniz, yoksulun çenesini yoran, aklını çelen cinsten varsıl hikâyeleri.

Kutsal kitaplarda buyruluyordu: "En verimli insan kendine çalışan insandır. İnsanlar yaşadığı hayatı seçer. İnsanlar hak ettiği hayatı yaşar. Her insan yapması gerektiği halde yapmadıkları ve yapmaması gerektiği halde yaptıkları ile kendi kaderini tayin eder. Hayatta ya tozu dumana katarsınız ya da tozu dumanı yutarsınız.

İnsanlar ana hatları ile iki ligden birinde oynar: yönetenler ve yönetilenler, mutlular ve mutsuzlar, başarılılar ve başarısızlar..."

Yine aynı kitaplara göre, görünmez el, o kadar muntazam ve kusursuz işleyen bir dünya yaratmıştı ki, birey çalışarak, yetmiyorsa gecesini gündüzüne katıp çalışarak görünmez elin sevdiği kullar sınıfına dahil olabilirdi. Eğer olamıyorsa, bunun nedeni toplumsal, siyasi veya ekonomik sistem ya da başkaları değil, bireyin çalışma erdeminden yoksunluğu ya da liberal dinin şartlarına uygun davranmamasıydı.

Son yıllarda, gazete sütunlarını ve TV ekranlarını, "engelli"lerle ilgili başarı öyküleri süslemeye başladı. Bu hikâyelerde, gözleri görmediği halde görme engelini aşıp ülkenin en iyi üniversitelerinden birinden mezun olmayı başarmış, büyük bir holdingde iyi bir pozisyonda çalışan ya da tekerlekli sandalyeye mahkum bir "engelli" olmasına rağmen yaşama sevincini kaybetmemiş, basketbol bile oynayabilen, üstüne üstlük kendi işini kendisi yapabilen adam / kadınlara başrol veriliyor.

Başarı öyküsü olarak tasarlanmış bu senaryolarda ilk bakışta öykülenen kişiye övgüler yağdırılıyormuş gibi gözükse de, söylenenleri analiz etmeye kalktığımızda övgü niyetiyle yapılanın aslında hakaretten başka bir şey olmadığı görülüyor.

Diyelim bir Türk Amerika'ya gitsin ve bir TV programına katılsın. sunucu onun için şöyle desin: "Bu bay / bayan X üniversitesinden doktorluk unvanını aldı ve Y şirketinde çalışıyor. Ama sıkı durun: bu bay/bayan aynı zamanda bir TÜRK."

Bu onun için övgü olur muydu? Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de aslında: "Bu gördüğünüz adam engelli ve hiç bir işe yaramayan, bizim gibi 'sağlam', her şeye kadir insanların yardımı olmaksızın yaşayamaması gereken, çalışma erdeminden yoksun, hayırsever vatandaşların yardımına muhtaç bir adam olması gerektiği halde, her nasılsa aramıza girmeyi başarmış, bizim gibi eğitim almış ve iş dünyasına girmiş biri." deniyor.

Sakat kadar olamadın!
Varlığını sakatların ezici çoğunluğunun emek piyasasının dışında bırakılmış olmasına, eğitim sektöründen faydalanamamasına ve toplumsal yaşamda kendilerine ancak hayır sektörünün can suyu olarak yer bulabilmelerine borçlu olan hikâyelerde, gerçekliğin aktarımından imtina ediliyor.

Hikâyenin servis yapıldığı sağlam müşteriye: "Bak adamı görüyor musun? Engelli olmasına rağmen neler yapıyor! Ya sen? Genetik, estetik, etik ve kinetik açılardan kusursuz yaradılışlı olduğun halde, durmadan eğitimde, sağlıkta, istihdamda fırsat eşitliği yok diye dırdır edip duruyorsun. Bre gafil, Bak da ibret al! Şikayet edeceğine çalış, gözün görüyor elin tutuyorken kendini kurtarmanın yolunu bul."

Sakat müşterilere de: "Siz hâlâ sakatlar üzerinde toplumsal bir baskı olduğunu, ayrımcı politikalara maruz kaldıklarını mı düşünüyorsunuz? Öyle olsaydı bu gördüğünüz engelli arkadaşınızın bu duruma gelmesi mümkün olabilir miydi hiç? Siz de artık, toplumsal ve ekonomik sistemi bulunduğunuz durumdan sorumlu tutmaktan vazgeçin. Çalışın, daha çok çalışın ve pastadan alacağınız payın tadını çıkarmaya bakın" mesajı veriliyor.

Öykümüzün sakat aktörü senaryoda başrol kapmış olmanın ve kimlikdaşlarının birçoğundan ayrıcalıklı bir konumda olmanın / görülmenin sarhoşluğuyla, hayatının başarısızlık olarak algılanabilecek bütün karelerini makaslıyor.

Kahramanımız, "kör öğretmen istemezük" deyu imza toplayan velilerin ve beraber olduğu kör adamın başarılarını ballandıra ballandıra anlatan kızına, "Sakat değil mi? Ulema da olsa istemem." diye çıkışan babanın alaylı bakışları eşliğinde, terfi edince sınıf atladığını sanan işçinin sevinciyle "Ben bildiğiniz engellilerden değilim, ben de sizden biriyim" diye çırpınıyor.

Öykünün senaristi ise, gizli kalmışı açık etmiş olmanın verdiği gönül rahatlığıyla, arkasında "vah vah!"-"vay be!" gelgitleriyle gözü ıslak, ağzı açık öyküzedeler bırakacak başka senaryolar yazmaya bileniyor.

Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de, diğer başarı hikâyelerinde olduğu gibi, konu edilen kişi, içine doğduğu sosyo-ekonomik sistemden soyutlanarak çıplak birey olarak ele alınıyor. Sakatlığı yaratan toplumsal ve çevresel koşullar, sakat kimliğine şekil veren ekonomi politikten hiç söz edilmiyor bu başarı hikâyelerinde.

Bu hikâyelerin editörleri, sakatı bireysel açıdan tanımlıyor ve sakatlığı bireyin organlarından birindeki bozukluktan dolayı ortaya çıkan fonksiyon sınırlılığına indirgiyor. Dolayısıyla, sakat kişiyi hikâyelerken de, kişinin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik statüyü onun bireysel çabalarıyla ulaştığı bir konum olarak ele alıyor.

Çünkü birey, kişiyi cismani, biyolojik bir varlık olarak ele alarak onu dar bir somutluğun içine hapseden bir kavram.

Başka bir dünya?
Oysaki insan ne çıplak bireydir ne de yığının içinde kaybolmuş bir siluet. Bireyi yaratan başka bireyler ve o bireylerin oluşturduğu çevredir. Birey kişiliğini toplumsal ilişkiler içinde bulur.

Başka bir deyişle, bireyin kişiliği kendinden menkul değildir. Kişilik ve kimliğini fizyolojik özellikleriyle çevresel özelliklerin sentezi verir. Buradan
yola çıkarak, sakatı, organlarından bir ya da birkaçında kalıcı işlev kaybı olan; dinsel ve geleneksel öğretilerle beslenen toplumsal önyargı ve yanlış
anlayışlardan, sakatlar dikkate alınmadan tasarlanmış çevresel koşullardan ve rekabetçi, sağlamcı, insanı düzgün ve her daim çalışması gereken bir makine olarak gören hakim ekonomik sistemden dolayı toplumsal yaşam dışına itilmiş kişi olarak tanımlayabiliriz.

Yoksulu, çalışma erdeminden yoksun; kadını, eksik erkek; Kürt'ü, dağlı Türk; sakatı, eksik birey olarak tanımlayan anlayış, toplumun yoksulluğu yaratan ekonomik sisteme; cinsiyetçiliği yaratan erkek egemen kültüre; etnik ayrımcılığı yaratan ırkçı / milliyetçi ideolojiye; sakatlığın kaynağı militarist, sağlamcı, rekabetçi sosyo-ekonomik sisteme karşı mücadelesini kırmak ve statükonun kokuşmuşluğunu örtmek için başarı öykülerini ustalıkla kullanıyor.

İzleyicilerden de, verili düzenle uğraşmaması, "kendi" işlerine bakması isteniyor. Kitlelere, itinayla işlenmiş cafcaflı örtünün üzerinde, o meşhur görünmez el tarafından, kimlerin nasıl ve ne pahasına kazanacağı malum bir kumar olarak tasarlanmış bir yaşam dayatılıyor.

Irkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, sağ(lam)cı ve bilumum ayrımcı ideolojilerin hükmünün kalmadığı, özgerçekleştirme ve özbelirleme hakları açısından bütün toplumsal öznelerin denkliğine dayalı başka bir dünya mı? Mümkün olsa da, görünmez elin buhar makinesince üretilen sisten dolayı şimdilik ufukta görünmüyor. :)
 
Bu güzel yazıya ben de eski bir yazımı ekleyerek katkıda bulunmak istiyorum:

ÇALIŞAN BİZDEN DE, ÇALIŞMAYAN DEĞİL Mİ?..

Bülent Küçükaslan

Bugünlerde forumumuzda çok yararlı bir konu tartışıyoruz.
Tartışmaya sebep olan şey, bir derneğin, internette dolaşan, -aslında, yaklaşan Kurban Bayramı dolayısıyla yeniden ortaya çıkan demek daha doğru olur- sakatlığı ve engellileri kullanarak ajitasyon yapıp, bu sayede “yardım” toplamayı hedefleyen ilanı.

Bahsi geçen ilan, hem biçim hem de içerik açısından, olabilecek en kötü dille yazılmış. Her iki açıdan da birçok şey söylenebilir ve söyleniyor. Ama bu yazının konusu o değil.
Bu yazıda, bahsi geçen ilan konusu forumda tartışılırken, bir dostumuzun (Gökhan) dikkat çektiği çalışma-çalışan kavramlarına değinmeye çalışacağım.

Gökhan diyor ki: " "engelliler adına" çalışan bir derneğin baskın siyasetinin para toplamak olması, adı üstünde bir "siyaset", ve çok hatalı bir siyaset, önceki sayfalarda eleştirildi zaten. Ama buradan yola çıkıp da dilenen engellilerin kendilerini "engellilerin önündeki en büyük engel" vs. olarak görmek yanlış olur sanki. Ya da şöyle söyleyeyim: çalışan-üreten / çalışmayan- üretmeyen vs. bunlar elbette analitik kavramlar olarak çok kullanıldı, kullanılıyor. Ancak, 'çalışanı' kutsayıp, çalışmayanı aşağı görmekle fazladan bir işlem yapıyoruz: bu karşıtlığa bir değer atfediyoruz.

Engellilerin konumu, bu çalışmanın kutsallaştırılmasının altını oyabilecek bir konum gibi görünüyor oysa. Sakatlanmış bedenin kendisi, sistemin talep ettiği ideal işçiden farklılaşıyor. İşte tam da bu konumun sayesinde "çalışma"yı, bugün çalışma kavramından anlaşılan şeyin kendisini sorgulayabilecekken, tam tersine engelli bir kesimi çalışmadığı için suçlamak da yine biraz hatalı bir siyasi taktik değil mi?

Yani, birilerine, bizim de bir şeyleri aynı engelsizler gibi 'becerebileceğimizi' kanıtlamak yerine, 'becerikli olma'nın kriterlerini sorgulamak daha uygun, eleştirel bir strateji olmaz mı? “Bakın biz o ahlaksız, dilenci engellilerden değiliz” demek yerine, ilkin dilencilerin dilenmesinin nedenlerini vurgulamak, sonra da tam da bu nedenlerin kendilerine, iktidarın çalışma-çalışan kurgusuna karşı çıkmak daha iyi olur gibi.[/i]”

Çok güzel anlatmış Gökhan. Yazdıklarına aynen katılıyorum.
Konuyla ilgili olarak bir kaç şey de ben söylemek isterim.

Varolan egemen ideoloji, doğaya ve yaşama ilişkin her şeyi metalaştırıp pazarlarken ve dahası, her şey “daha fazla kâr için”leştirilmişken, sakatlığın da kâra dönüştürülmek istenmesi, kaçınılmaz bir olgu haline gelmiyor mu?
Öyle ya, manken, güzelliğini; şarkıcı sesini; fahişe, bedenini; akıllı, beynini; güçlü, gücünü; polis, copunu; torpilli, “dayısını” ve sonuç olarak, herkes, her şeyi ve herkesi kullanabilirken, sakatlar niye sakatlığını kullan(a)masın?
Mademki oyunun kuralı bu ve dahası yaşamak için “ne yaparsan yap” acımasızca dayatılıyor, o halde, “sakata bir sadaka” da pekalâ bir kazanç, pazarlama –ve hatta dayatılan şekliyle yaşam- biçimidir.
Öyleyse, ya sistemin tamamına, yani hem “herkese hak ettiği kadar”a hem de “her şey mübah”a karşı çıkmalıyız, ya da yazıya konu olan ilanı, bir pazarlama yöntemi olarak kabul etmeliyiz.
Bir başka deyişle, bu düzene “Evet” diyenler, bu pazarlama argümanına da “Evet” demek zorundadırlar.

O halde kaçınılmaz olarak tercihimizi yapmalı ve:
Tabii ki, sistemin bütününe karşı çıkmalıyız.
Tabii ki, “herkese emeğine göre” ilkesinin değil de, “herkesten yeteneği kadar ve herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olmasına odaklanmalıyız.
Tabii ki, devletin, herkese, doğumundan ölümüne değin, güvenceli bir gelir sağlaması için çalışmalıyız.
Tabii ki, ekonominin “insanlaştırılması”nı istemeliyiz.

Zira demokrasi, toplumun ve doğanın nimetleri kadar, güzelliklerini de adilce bölüşme düzenidir*; dahası, demokrasinin olmazsa olmazı da “sosyal refah”tır.
Kurtuluşumuz -aslında insanlığın kurtuluşu- ancak bu ilkelere sarılmakla mümkün olacaktır.
Kaldı ki, artık ne doğanın bu hızla üretmeye ve tüketmeye, ne de insanların bu kudurgan ve barbar yaşam şekline dayanmaya takatleri vardır.

1968 Mayısında, Paris’te duvarlardaki afişlerden birinde şöyle deniyormuş: “Kimsenin girmediği yollara gir yürü; kimsenin düşünmediği fikirlere aç kafanı!”
O halde Server Tanilli hocamıza kulak verelim: “Bir başka dünya, daha insanca, daha adil bir dünya mümkündür. Onun kurtuluşuna, her insan kendi testi'sinin büyüklüğü oranında su taşıyacaktır, taşımalıdır.

Kolay gelsin efendim...


* Server Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim
 
[Tartışma] Azmetti Başardı!

Aramızdan biri öyle ya da böyle okuyup bir yerlere gelse veya sanatsal ne bileyim sportif bir aktivitede başarı kazansa basın tarafından "azmin zaferi" başlıkları atılarak kamuoyuna duyurulur.Biz engellilerden beklenen çok çalışmamız ,üstün bir zeka ve sebatla bütün zorlukları yenip adam olmamızdır.Kaç kişiye bu fırsat tanınıyor bilemiyorum ,ancak benim değinmek istediğim nokta elde edilen başarılar değil;bizlerden beklentilerin tuhaflığı.Sanırlar ki bir engelli okumak istiyorsa kesin çok zeki ve çok çalışkandır.Bizlerin de diğerleri gibi canının sıkılabildiği,kafasının attığı ,kafasının basmadığı anlar vardır.Nedense bir engelli okuyorsa ,okuyabiliyorsa-yani bu şans ona "tanınmışsa"-değerini bilip çalışmalı,en iyisini yapmalı inancı yazısız ve sessiz bir anlaşmayla herkesce kabul görmüştür.

Bunun tam tersi de geçerlidir.Şansı yaver gidip okuyan bir engelli ,günün birinde çalışmamış ve sınavda kötü bir kağıt vermişse ,hocalarda daha tolere edici bir hava hakimdir.Diğerlerine verilmeyecek bir not verilir,veya geçirilir.Bu durumlarda ise engellilerin okuma azmiyle zaten yeterince çabaladığına kanaat edilir.Bu bile azim değil midir?Aslına bakarsanız o kişiyi kayıracağız derken yapılan bir ayrımcılıktır.Sakın burada ki pozitif ayrımcılık falan demiyelim.Burada yapılan ,bana kalırsa, engelliye dönük zayıf ve zaaflı imajına güçlü bir dayanak sağlamaktır.

Ne kadar acı ki ,bu birbirine zıt iki durumda da toplumun bize dayattığı rolü fazla direnmeden kabulleniriz.Okumanın,çalışmanın herkese tanınmış ve ayrımcılık gözetmeksizin uygulanması gereken bir hak olduğunu unutuveririz.Bize tanınan fırsatlar toplumun bize lütfu olmadığından ,bizlere dayatılan "başarılı olmalısın" zira bak okuyorsun türünden zırvalara kulak asmamız gerekir.

Bu aralar üzerimde bir baskı hissediyorum.Yo çevremden değil,bizzat iç sesim bas bas bağrıyor "Elindekilerin değerini bil,çalışman gerek" deyip duruyor.Fikirlerimi dostlarla paylaşayım ;belki iç sesimin sahibi ikna olup ta susar. :lol:
 
Bence bizim bu ezikliği/ikilemi yaşamamızın en önemli sebebi, devletin bizleri pozitif haklarla donatmamış olmasıdır.
Devlet tüm vatandaşların tüm hizmetlerden ve yaşamın tüm alanlarından eşit koşullarda yararlanabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapsa ve uygulatsa, kimse başkasının inisiyatifindeki bir "iyilikle", "duyarllılıkla", "hoşgörüyle" muhattap olmaz!

"İyilik", "duyarlılık", "hoşgörü" ilk başta kulağa hoş ve insancıl gelese de bu kavramlar, yardımda bulunanı otomatik olarak yardım alanın üstünde bir yere terfi ettirmiş ve yardım alanın da kendisini küçük görmesine sebep olmuş oluyor.
 
engellilik ve başarma isteği, çabası
bir yanda engelli olmanın getirdiği eksiklikler zorluklar ve bir yanda hayatta kalma insan statüsünde bu dünyada yaşama adına verdiğimiz bir yaşam kavgası var ve bizim yaşam kavgamızın adı engelsiz insanlara göre üstün bir çaba olarak sınırları zorlayan bir azim olarak görülmekte üzerinde bunun çok konuşulabilir ama ben tek kelimeyle ETKİ-TEPKİ olayı diyorum buna engellilik etkiysi tepki güçlü olmaya bağımsız olmaya ve başarmaya odaklanmaktır tabi arada yaşadığımız pürüzlerde olacaktır bunlarda hayatın getirdiği sürprizler, acı- tatlı göz kırpışlardır yaşamdan bize çarpan :wink:
 
Lisedeyken geleceğimi kurtarmak için mutlaka üniversiteyi kazanmam gerektiğini düşünüyordum. Başka türlü nasıl iş bulup çalışabilecektim (tabi üniversite okuyup da işsiz kalan engelsiz bir sürü insanın olduğu o sıralar aklıma gelmiyordu demek ki :)). Bunun benim için önemli olması bende aşırı stres yaratıyordu.

Senin şu an hissettiğin baskı bu sebepten olmayabilir, ama eğer iç sesin "elindekilerin kıymetini bil, çalışman gerek" diyorsa ben iç sesine kulak ver derim.

Engellilerin başarısının azmin zaferi şeklinde basında yer alması beni rahatsız etmez açıkçası. O başarıyı elde etmek için zaten engelsizlere göre daha fazla çaba harcıyor, niçin takdir edilmesin ki! (Sadece derslere ya da yapılan işe odaklanmıyor, çevresindeki tüm engellerle de mücadele ediyor)
 
Saros burda sanırım pozitif ayrımcılıktan bahsetmeye çalışmış. Toplum engelli bireylere birtakım pozitif haklar tanırken ; aynı zamanda sen bizim gibi değilsin mesajını vermeye çalışmaktadır. Her lütuf beraberinde maalesef bir ezilmişliği getirmektedir. Bunun sebebi de toplumun beyninde oluşmuş önyargılardır.
Engelli birey sağlıklı bireylerden her zaman bir kademe daha aşağıda görülmektedir. Bu nedenle de sağlıklı bireyin başarısı normal sayılırken ; engelli bireyin başarısı olağanüstü olarak nitelendirilmektedir. Toplum engelli bireyi pasifize etmek için elinden geleni yapmıştır. Bu zinciri kırıp da sağlıklı bireylerin yaptığı işleri yapabilen , hatta onlardan daha da başarılı olan bir engelliyle karşılaşıldığında herzaman mucize gözüyle bakılmaktadır.
 
O başarıyı elde etmek için zaten engelsizlere göre daha fazla çaba harcıyor, niçin takdir edilmesin ki! (Sadece derslere ya da yapılan işe odaklanmıyor, çevresindeki tüm engellerle de mücadele ediyor)

han777 düşünceleri benim için de geçerli. Tüm okul yaşantım da derslerim hep iyiydi. Bu da engelli olmama bağlanıyordu. Hatta böyleleri çok zeki olur laflarını da duydum. Üzerimde derslerim hep iyi olmalıdır diye bir baskı vardı.. ama bu engelli olduğum için değil türlü zorluklarla okula gidip gelmelerimdi. Okumak ve eğitim görmek için zorluk yaşıyorsam bunun da karşılığını derslerimi çalışarak vermeliydim. Bir yandan sağlığın için çalış, bir yandan okul yaşantının etkilenmemesi – aksamaması için çevrende oluşan engelleri aşmaya çalış..diğer yandan da ailenin verdiği desteği düşün..geleceğindeki kaygıları düşün..düşün..düşün.. tüm bu nedenler birleşince içimizdeki ses her zaman en iyisi olmalısın der. Şimdi ise o ses yok olmuş bende :)

saros1 iç dünyandaki o ses kaybolmadan O SESİ dinlemelisin.. Şimdi dinlemezsen ilerde şimdiki gibi duyamayabilirsin o sesi..
 
Bu konuda konuşmak herşeyden önce nasıl bir dünya istediğinizle yani ideolojinizle de yakinen ilgili görünüyor. Konu hakkında yazılanlara baktıgımda biraz sol dünya görüşünden, biraz modernizmle şaşkına dönmüş ve nihilismin değişik bir şekli haline bürünmüş postmodernist fikirlerden, biraz kendi gerçekliklerimizin katılığı karşısındaki şaşkınlığımızdan, biraz insani doğamızın bize haykırdıkları karşısında çaresiz kalan bedenimizin boğazında düğümlenip duran çığlıklardan, biraz da toplumsal kalıp ve kültür içerisinde yetişip bunlar tarafından mutlu edilemeyen insan tarafımızdan izler görüyorum.

Açıklamak için verilen örneklerde; ABD deki bir şahsın basarısının "siz başardınız; ama siz bir Türk sünüz! " gibi bir sacma bir cümlenin ele alınarak kıyaslama yapılmasının yanlış oldugunu düşünüyorum. Türk olmak basarıya tabiki engel değildir; ama bir sakat olmak başarıya ulaşmak için diğer insanların dışında ciddi bir efor sarfedilmesini gerektirmektedir. Bu anlamda engelli başarısının dile getirilmesinde gizil bir aşağılama var mıdır sorusu benim cenahta hemen "evet vardır" gibi bir yansıma bulamıyor. Mevcut koşulların engelliler lehine eşit halde düzenlenmesi gerçekleştrilmeden engellilerin verdikleri mücadele bana göre daha fazla takdire şayandır. Ancak bu yapılırken bu başarıların engelliler aleyhine süregiden olumsuzlukların düzeltilmemesi için birer malzeme olarak kullanılabileceği dikkatlerden kaçmamalı ve bu yaklaşımın üzerine şiddetle gidilmelidir.

Bir de engelli lerin başarıları aslında engelsizlere yönelik bir tür terapi unsuru olarak da kullanılıyor. Hayat karşısında yılgınlığa düşmüş insanlara bu yolla" bak senin sahip olduklarına sahip olmayan bu insan onurlu bir mücadele veriyor. Ayağa kalk ve devam et!" deniliyor. Bu söylemde bizi aşağılayan bir yaklaşım var mıdır? İşte bu tartışmaya açık. Sakın bizim bu söylemleri aşağılama olarak görmemiz, mevcut gerçekliğimizi yüzümüze vurduğundan kompleksimizle yüzleştiğimiz için sancılı olmasın? Kimbilir herkezden çok kendi içimizde kendimiz kabul edemiyoruz gerçekliğimizi. Ve bunca tepkinin sebebi belkide bu içten içe duydugumuz isyandır. Eğer öyleyse herşeyden önce bu isyanımızla yüzleşmemiz gerekecektir.

Gay tartışmalarıda benzer bir sosyolojik boyut kazanmış durumda. Taraflardan biri insanoglunun cinsiyetinin iki sekli oldugunu iddia ediyor. Birincisi fiziksel cinsiyet ki ona "sex" diyorlar. İkincisi de "gender" denilen ve karşılığını kültürel arenada bulan cinsiyet. Fiziksel cinsiyetin dışında kültürel arenada kendini bulan cinsiyet çağlar içerisinde sürekli değişmekte. Önceleri anaerkildik şimdi ise ataerkil toplumun degerleri sinmiş her yanımıza diyorlar. Bu ataerkil düşünü üçüncü cinsi reddediyor oysa gender tamamen kurgusaldır ve eger istenirse üçüncü cinse yani eşcinsellere acılmalıdır denilmektedir. Şimdi bu tartışmadaki sex ve gender ayrımına bakıldıgında tespitin haklı oldugu ortada ; ama bu tespitin yani fiziksel cinsiyetin dısında kültürel bir cinsiyetin varolması sanki bu fiziksel temel zerine insa edilmemiş gibi bir tavır alınıyor. Barizdir ki iki cins vardır ve kültür de doğal olarak bu iki cinsin varlıgını kutsayacaktır. Aksi yaklaşımlarda marjinal olmadıkları iddiasına ragmen uç kalmaya devam edeceklerdir.

Bizim konumuza dönecek olursak , ortada bir sakatlık hali var. bu bir realite. Bu realite bize her fırsatta engeller koyarken ısrarla biz aynıyız yaklaşımı bana trajikomik geliyor. Bu feministlerin biz aynıyız demesine benziyor. Hayır aynı değiller ve bizde farklıyız. Tıpkı kadınların, zencilerin farklı olması gibi. Cevap bu gercegin reddinde yatmıyorki. Yine aynı noktaya geldik dönüp dolaşıp çünkü bu tartışmalar bir aynılaştırma harekatına dönüştü. Oysa benim yürüyememem bir gerçek. Devasa bir dağ gibi önümde yükselen bir gercek. Neyin aynılaştırması bu. Çözüm belli; farklılılarımızın oldugunu kabul etmektir. ancak bu farklılıklarımız hiçbir haktan mahrum edilmemize gerekçe olamaz. Esas olan farklı olmak değil; insan olmak ise ki öyledir, haklarımız tevdi edilmelidir. Talepler "biz de sizdeniz bizi kabul edin" den ziyade evet farklı oldugumuzu kendimize itiraf edebilmekten geçiyor. Bu haklar tevdi edilmeden engelli tabiki pozitif bir ayrım talep edecektir. Tabiki bu olumsuzluklar içinde cırpınan bireylerin basarıları öne cıkacaktır. Bu gercekleri bir takım uç fikirlerin kucagında heba etmeyelim.

Saros Dost sen içini ferah tut kafana göre takıl. İçindeki sese de dikkat et. Bazen içimizden yükselen ses bizim sesimiz olmayabiliyor. Kendi sesimizi dinlediğimizi sanarken içimizden toplumun emirleri, dönemsel sorgulamaları yükselebiliyor. Kimi zaman toplumsal dogmalara karşı oldugunu sandıgımız fikirler bile yine toplumun içinden kopup gelen baskalarının sesi oldugu halde biz onları kendi isyan seslerimiz sanabiliyoruz. Düşüncelerimiz hayatta karşılığını bulmadıktan sonra neye yarar ki? Bizim ya da başkasının, önemli olan bize huzur vermesi düşüncelerin. Tekrar düşün ve ne ise sana huzur veren o düşüncenin kuyruguna yapış bence. Hayat denilen öyle her düşüncenin ardı sıra gidilip yanılınca dönüp bir başkasının peşine takılınacak kadar uzun değil...

Sevgiyle
 
1-
surveyor' Alıntı:
[size=4]Başarı öyküsü olarak tasarlanmış bu senaryolarda ilk bakışta öykülenen kişiye övgüler yağdırılıyormuş gibi gözükse de, söylenenleri analiz etmeye kalktığımızda övgü niyetiyle yapılanın aslında hakaretten başka bir şey olmadığı görülüyor.[/size]
Bu konunun çok çok önemli olduğunu düşünüyorum.

2-
OturanBoğa' Alıntı:
[size=4]O halde kaçınılmaz olarak tercihimizi yapmalı ve:
Tabii ki, sistemin bütününe karşı çıkmalıyız.
Tabii ki, “herkese emeğine göre” ilkesinin değil de, “herkesten yeteneği kadar ve herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olmasına odaklanmalıyız.
Tabii ki, devletin, herkese, doğumundan ölümüne değin, güvenceli bir gelir sağlaması için çalışmalıyız.
Tabii ki, ekonominin “insanlaştırılması”nı istemeliyiz.

Zira demokrasi, toplumun ve doğanın nimetleri kadar, güzelliklerini de adilce bölüşme düzenidir*; dahası, demokrasinin olmazsa olmazı da “sosyal refah”tır.
Kurtuluşumuz -aslında insanlığın kurtuluşu- ancak bu ilkelere sarılmakla mümkün olacaktır.
Kaldı ki, artık ne doğanın bu hızla üretmeye ve tüketmeye, ne de insanların bu kudurgan ve barbar yaşam şekline dayanmaya takatleri vardır.[/size]
Bu ülkenin vatandaşı sayılmak için, acımasız çarkların içinde ezilmeye ne derece dayanıklı olduğunu ıspat mı etmeli insanlar? Yoksa olması gereken, ekonomiyi-sosyal ilişkileri vs. "insanlaştırmak" mıdır?
Başka bir deyişle, sakatların (da) ezilebilecek kıvama getirilmesi için uğraşmak mıdır (herkese emeğine göre) akıllıca olan, yoksa kimsenin ezilmeyeceği bir sistem (herkesten yeteneği kadar ve herkese ihtiyacı kadar) için mi kafa yormalıyız?
 
NEDEN BAZI İNSANLAR ENGELLİLERİN DE BİRER FERT OLDUĞUNU,YANİ DİĞER İNSANLAR GİBİ DOĞUP,YAŞLANIP ÖLEBİLECEĞİNİ DÜŞÜNMÜYOR DA ONLARI BİRER MALZEME OLARAK GÖRÜYOR VE ONLAR ÜZERİNDEN ÇIKAR SAĞLAMA VE POLİTİKA YAPMA GEREĞİNİ DUYUYOR ?

NEDEN BUNLAR ÖZELLİKLE BİZİM ÜLKEMİZDE BU KADAR ÇOK ?

BÜTÜN BUNLARIN NEDENLERİNE İNDİĞİMİZDE,BİZ TÜRKLERİN TOPLUM OLARAK BU TÜR OLAYLARA OLAN BAKIŞIMIZIN NE KADAR DÜZENSİZ VE NE KADAR DUYGUSAL OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ.BİR OLMAK BİRLİK OLMAK BÜTÜN BU PİS SİYASET'E DUR DEMEK YİNE BİZ TOPLUMUN İÇİNDEN GELEN VATAN EVLATLARININ GÖREVİ.BU GÖREVİ BİLİYORUZ ÇOĞUMUZ AMA NEDEN DUR DİYEMİYORUZ.DİYORSAK BİLE NEDEN BU KADAR CILIZ ÇIKIYOR 10 MİLYONUN SESİ ?

İŞTE BU NEDENLERE CEVAP BULDUĞUMUZ'DA ENGELLİ YADA ENGELSİZ HER YURTTAŞ ÜZERİNE DÜŞEN GÖREVİ EKSİKSİZ YAPACAK VE YUKARIDA BAHSEDİLEN DALKAVUK YAPIYI ÇÖKERTECEKTİR.UMARIM GEÇEN ZAMAN BİZLER İÇİN HAYIRLI OLUR.

SAYGILARIMLA.
 
ne kadar güzel bi yazi bu böyle!... daha önce nicin görmemishim?!... bayaa eskiymish de ondan galiba... tekrar gündeme getirdigin icin saol oturanboa... (siteyi daha fazla karishtirmam gerekio anlashilan :))

bence bu yaziyi herkes okumali... ben de tekrar tekrar okicam...

sevgilerimle rekursion...
 
slm

Ben sadece ,ortopedik engellileri düşünerek yazdım.
sakat=yarım insan
Adı üstünde ,yarım insan olması gerekeni tam olarak başarınca ,övgüler geliyor.
BU yarım kavramı ;sadece devinsel hareketlerde dahi olsa,tam insanlar zihinsel olarakda yarım olması gerektiğini düşünüyorlar bence.İş lafa gelince'' ya buna da şükür en azından kafan çalışıyor''demeleri yok mu.
Ayrıca ;şu konuyuda belirteyim bi çok kişi bana KIZSADA,bırakın şu showları sizler özürlü ve bi çok şeyi yardımsız yapamayan insanlarsınız.Geçenlerde biri bahsediyordu,yok dans yarışması yapılmışda çok güzel dans etmiş sakatlar!!!
iğrenç yaa. kendinizi sirkteki maymuna çeviriyorsunuz .Azıcık bi toparlanın bırakın bu devinsel aktiviteleri,dansta etmeyin,ya da gidin evinizde edin ne rezil edersiniz kendinizi,yarımsınız siz YARIIMMMM.
 
Ortaçağ Avrupasında o zamanlar zaten sirklere hilkat garibesi götürülüp karşılığında para kazanılıyordu.aslında normal birer insanız ama biraz farklıyız o kadar bunu sakat olmayan birisi yapınca normal herhangi bir paye almıyorsa neden sakat birisi yapınca paye alsın. Bu durum kötü olmasına rağmen iyi bir tarafı yokmu dersiniz var. toplum içine çıkılması ve insanların sakat birinin bir şey yapıyor olmasınıda görmesi lazım toplumunun kan emicileri olmadıkları, verilirse imkan birçok şeyi başarabildikleri görülmesi açısından önemli sirk benzetmesi biraz ağır kaçıyor bence kanınsanmak istiyorsak toplum içine daha fazla çıkılmalı eğer bir sirk benzetmesi yaparsanız zararlı olan yine biz oluruz bu sefer Aileler madem bir sirke çevriliyorsa çocuklarımızı çıkarmayalım dalga geçilmesinler. Bunun daha iyi yani sakatların topluma nasıl tanıntılmalı biraz onun üstüne durursak daha iyi olur. Bunun nasıl olacağını söyleyin daha iyisi nedir ne olmalıdır. İnsanlar kendinde olmayan bir şeyi bilmelerine imkan veya ihtimal yok birisi demişti senin yerinde olsam intihar ederdim diyen bir insan vardı. İşte bizi anlamdıklarına basit bir örnek ateş düştüğü yeri yakar en yakının bile anlayamaz :!: peki nasıl anlatacaksınız ben bilmiyorum bilen anlatsın. herşeyin eleştirilecek birşeyi mutlaka bulunur önemli olan ne kadar iyidir ne kadar kötüdür
şöyle bir örnek: şarabın faydası var mı var. zararı varmıdır var şarabın 3 fayadası varsa 97 zararı var. demekki şarab çok kötü bir içecek diyebiliriz böyle düşünmek daha mantıklı ona kötü buna kötü dersek bir yere varamayız
 
Merhaba arkadaşlar...
Konuyla ilgili bir kaç şeyde ben yazacağım umarım helledebilirim bu sefer.
öncellikle toplumu bilinçlendirmek gerek çünkü yıllardır türk sinemasında sakat insana nasıl bakıldığı belli. İşe yaramaz , bakıma , ilgiye muhtaç ,evlenemez ,çocuk doğuramaz, sex yapamaz yıllardır da amerika sempatisiyle ta bu günlere geldik bu kökleşmiş önyargıları silmek tabi zaman alıyor saglıklı insanlar ruhsal tatmin için yada daha güçlü hissetmeleri için yada başarı onlar için gerçekten uzak görünüyorsa onu yakalayana bu şekilde bakabiliyor.
Bu konuda derneklerin yaptırım gücü ne yazık ki yetersiz öyle bir çark var ki onlarıda kendi yanına çekiyor aslında önce kendi içimizde bir iyileştirme gerek yoksa başarı uzak:)
yine karga tulumba vasıtalara taşınacağız ,yolda yürümek bir serüven normal görünen insanlar öyle bir yürüyorlar ki önüne geleni devirerek yani çook çalışmak gerek çok ben uzun yol seyahati yaptım varana şikayetimi bildirdim
bu uyarıyı dikkate alacağız dediler sonra bir dernekte anlattım bunu neden bizle beraber bu şikayeti yapmadın dediler
bu kadar duyarsızlıkla ben şahsen bir şey beklemiyorum geçenlerde başbakan Lokman Ayvanın başarılarından bahsediyordu bu başarıyı ben hissedemedim ya siz hissettiniz mi?
herkese iyi günler
 
Sayın Surveyor
Gerçekçi bir yazı sunmuş altına imza atarım.
Sayın Pepagus ise sadece sol kavramlar kullanıldığı için rahatsızlığını dile getirmiş,fakat sağ politikaların ve ideolojilerin(kapitalizm,liberalizm,milliyetçilik,emperyalizm,muhafazakarlar.)ın bize bakış açısı sadece acımak ve yardıma muhtaç görmektir,bunun en büyük ispatı buğün kü hükümettir.
Sol ne diyor derseniz engellilerinde bir birey olduğu,toplumsal hayatta onlarında yeri olduğudur,çalışabileceği iş olacağını ve çalışma özgürlüklerinin olaması eğitim özgürlüklerinin okulların modernize edilmesi ile bu haklarının verilmesi gerkliliğidir.
Bizlerin hayatta karşı mücadelemiz normal(engelsiz)kişilere göre daha fazla,burada temel bizlerin bu tür şeylere bakış açımızdır.
Başarılı olmak yerine başarısız olanlarla birlikte birşeyler yapmak gerektiğini,özgürlüklerimizin kısıtlanmaması için mücadele edilmelidir.
İdeolojimiz ne olursa olsun bizler dayanışma içinde olmalıyız.

Sayın İkinci bahar ise bizlerin yarım olarak niteliyerek zannedersem hakaret etmeye çalışmış ama kendine etmiş oluyor.
Bir kişinin iyi dans etmesi engelli olup olmaması açısından önemli değildir mesela kani karaca türkiyenin en iyi kuran okuyan ismidir,edip akbayram en iyi şarkı yorumcusudur,eşber yağmurdereli eni yi avukattır,bunlarda size göre yarım ama türkiyenin kabullendiği kişilerdir,birşey ispatlamaya çalışmadan hayatalrını sürdüren kişiler.
Saygılarımla.
 
Söylenenler, anlatılanlar ve yazılanlar biz engellilerin toplumdaki aynası gibi sanki. Sokakta yürürken yaşlı kadınların vah vah pek de genç nasıl çalışır nasıl yaşar dediği ve kulaklarımızla duyduğumuz acılı düşüncelerine cevap vermek her zaman ilkem olmuştur. Yanına oturur ve sohbete başlarım. Nine senin oğlun kızın varmı, onlar nasıl çalışır nasıl geçinir derim. Bana bakıpta ahlanıp vahlanma. Ben üniversite mezunuyum. İyi bir işim, iyi bir kazancım ve bunların dışında da düğünlerde org çalarım. Yani senin anlayacağın kazanım iyi derim. Önce toplumun eğitim seviyesinin yükselmesi lazım derim. Buna benzer bir sürü örnek bütün arkadaşımızın başına gelmiştir mutlaka. Ama bizler bazı engelleri aşmışız sanırım. Birde dini istismar ederek dilendirilen insanlar var. Asıl toplumun kanayan yarası bu olmalı. Bütün mücadelemiz bu insanların toplum içinden geçinen bireyler yerine üretken insanlar olarak yetiştirilerek topluma kazandırılması gerektiğini düşünüyorum. Eğitim seminerleri, eğitim kursları ve el sanatı eğitimleri vererek`bu insanların bilinç altındaki başarabildiği uğraşları bularak ve onların topluma faydalı birer meslak sahibi yapılmalarından yanayım. Asıl hedefimiz bir kişiye hergün balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek olmalıdır derim.
 
ah, ah, sormayin!... cocukluumdan beri gicik olmushumdur bu tür "övgülere"... cok cok afedersinis ama neredeyse osursak bile "aferin! ne güsel osurdun?" diye alkishliycaklardi... özellikle sakat cocuklara yapilir bu cinsten övgüler... her firsatta "aman da ne zeki bi cocukmushun öle! cok basharilisin, aferin" gibi laflar edilerek güyya sakat cocuun özgüvenini, benligini kuvvetlendirmek mi isterler bilmiom ama bunun aslinda bi tür hakaret oldugunu, basharinin o cocuktan hic beklenmedigi icin böle abartili davranildigini pek fark edemezler...

okulda benim kadar basharili olamayan bazi saalam arkadashlarimin velilerinin beni örnek göstererek onlari utandirmaya calishmalarina uyuz olduum kadar hic bisheye uyus olmamishimdir belkide hayatta...

[size=4]"sakat kadar olamadin!"[/size]

cagri dogan cok güsel anlatmish... bütün yazisini cok cok cok begendim gercekten... sunulan sakatlara ait bashari öyküleri ile bi yandan saglamlara sakatlari ashagilayan "sakat kadar olamadin!" mesaji verilirken diger yandan da öykü kahramanlarina yagdirilan sözde "övgülerlerle" insanlarin beyni "uyushturularak" hakiiki problemleri (her tarafta uluorta yapilan ayrimciligi) görmesi engellenmeye calishilior... bütün dikkatleri üzerinde toplamayi hak eden ayrimcilik meselesi arka plana ittiriliverilio caktirmadan!... bunlar yetmiomush gibi "basharisizligindan" engelli bireyin ta kendisi sorumlu tutuluyo...

bi sinek yakaladigimi düshünün... ve bu sinegin kanadinin birinden tutarak ucmasini engelledigimi... ve sinegin var gücüyle cabalayarak gerekirse parmaklarimla tuttugum kanadinin kopmasini saglayip diger kanadi ile de "yarim yamalak" ucup elimden kurtuldugunu... shimdi sinegin "azmi" ve cirpinishlarina mi shashmali yoksa sinekle piskopatca bu oyunu oynayan bana mi shashmali?... "her sheye raamen kendini kurtardi" diye sinege övgüler yagdirmak mi daha dogru ve faydali olur yoksa sinege ishkence eden ben'i ayiplayip durdurmak mi??... hadi elimden kurtulmayi basharamiyan bashka bi sinegi düshünelim... ömrünün sonuna kadar elimde kalip öldügünü düshünelim... bu durumda "kendi sucu! yeteri kadar cabalasaydi diger sinek gibi o da kurtulurdu" demem yapabilecegim ayiplarin en doruk noktasina gelmes mi???... "öbür kanadini tutmamishtim, elindeki bu firsatin kiymetini bilseydi, serbest kanadini iyi kullansaydi" demeye hakkim olur mu hic??

---

saros üzerinde hissettigi baskiya her ne kadar "cevremden degil, icimden gelen sesin verdigi baski" dese de cevreden geldigine inaniom... bu baskiyi bi cok kes hissetmishimdir hayatimda... ailemden tutun öretmenlerim, arkadshlarim, herhangi bi ilishkim olan herkesin katkisi oldugunu düshünüom bu baskiya... pegasus.un da dedigi gibi toplumun beklentilerini kendi icimden gelen bi ses oldugunu düshündüüm icin hic yapmak istemedigim sheyleri yaparak mutsuz olup ish ishten gectikten sonra farkettigim de oldu... bashkalarinin benim icin öngördügü sheylerdi bunlar... daha ben dünyadan habersis, agzimda emzikle etrafta sürünürken benim adima yapilan planlardi bunlar... bana bazi firsatlar "lutfedilmish" ve bu firsatlari en iyi shekilde degerlendirmek de boynuma borc edilmish... degerlendirme de göreyim, "basharili" olma da göreyim, oyoyoy...

ne garip?! ya herkes icin firsat eshtiligi saglanmayarak engelliler dishlanir ya da herhangi bi konuda firsat verildigi zaman mutlaka degerlendirilmeli diye dayatilir?... akasya.nin dedigi gibi engelli bireyi pasifize etmek icin herkes elinden gelen hersheyi kullanio...
 
bana göre ;

1 -....neden 'başarı' oluyor?
Bilinçaltında var olan başarısızlıklarını örtmek için,

2 - ....aşağılanmış olmuyor mu aynı zamanda?
Çok doğru, ziyadesi ile aşağılanmış oluyor,
İlaveten ; çoğunlukla yüklem olarak görülenlerin, özne olarak görüldüğü ne kadar gerçekçi….

3 - .....bir fark/benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz?
“ FARK ” göremiyorum, Sirk kavramını her alan ile örtüştürmeye çalıştığımda “Benzerlik” kavramını reddediyorum...

4 - .....hep sakatlıklarıyla anılıyorlar?
Her insanda arızalı/bozuk nesneleri tamir/kurcalama merakı vardır…
Göz denilen organ beyine öyle bir şartlanma emrediyorki bu tip görüntüleri “beyin’e format atsak bile “ yok etmemiz mümkün olmuyor....


133056-movie-resized200.jpg


İzlediğimiz filmlerde basit veya anlamlı cümleler var..
Kimisi bize dumur yaşatır, kimisi hülyalara daldırır, kimisi de suratımıza şamar gibi yapışır,
İşte size Danny DeVito biraderin aklımda kalan repliği “ben ne oluyorum, genetik artık “

Soruları okuduğumda aklıma geldi, cevap ararken bu filmin afişine bakmadan geçemedim,,,
 
Meseleyi şöyle bir açmak istiyorum. Bakalım bu pencereden bakınca nasıl görünüyor manzara....

Geçtiğimiz ay okuduğum Bahçeşehir üniversitesinin sitesinde okulun geçen yıl en başarılı olan öğrencilerinin listesi yayımlandı. Liste oldukça ilginçti. İlginçti çünkü okul öğrencilerinin sadece %10 unu teşkil eden ÖSS başarı burslu öğrenciler bu listenin neredeyse % 90 ını oluşturuyordu. Bir tarafta paralı okuyan devasa çoğunluk, diğer yanda başarılı olduğu için universiteye devlet tarafından yerleştirilmiş ve okulun en başarılı kesimi haline gelmiş küçük azınlık...

Şimdi bu paralı okuyan arkadaşlardan birinin velisi sözkonusu listeyi görse ve pek de başarılı olmayan çocuğuna deseki; " bak evladım sana tüm imkanları sunuyoruz, altında spor mercedes, cebinde gani para; ama senin imkanlarının yüzde birine bile sahip olmayan bu arkadaşların senden daha başarılı oluyor..." Şimdi bu adam gizliden gizliye zengin olmayan insanların universitelerde aslında başarılı da olamayacakları tezini mi savunmuş oluyor????? Eğer öyleyse engellilerin başarılarını dile getiren medya da bence gerçekten bizi gizil bir aşağılama duygusuyla hareket ediyor. Ancak bu seçeneği tamamen dışlamadan bu tür haberlerde bize yönelik bir hayranlık olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü bizim başarılarımız insanların kendi tembellikleriyle yüzleşmelerini sağlıyor.

Ayrıca engelli bir çocuk mücadele edip, savaşarak önündeki engelleri aşabiliyorken sapasağlam bir çocugun tembellik ve uyuşukluk içinde en basit işleri başaramıyor olması neden serzenişte bulunulmayacak bir ayrıntı olsun ki? Bu şekilde kıyaslama yapmak genel olarak çok yanlış. Ama bu yanlış aslında kıyaslama yapılan sağlam çocuk için bir aşağılama içerir. Sakat çocuk için değil. Çünkü sağlam çocuk bu kısaylamayla 'olmadığı' bir şey için yerilmektedir. (Haksız olarak) Oysa sakat çocuk sahip oldukları için örnek gösterilmektedir.

Şöyle düşünüyorumda. Ben baba olsam. Sağlıklı bir bedene sahip olan uyuşuk bir oğlum olmasındansa; engelli ama savaşçı bir oğlum olmasını tercih ederim.

Bu yorumlar, evet okuyunca etkileyici görünüyor. Ve aslında kesinlikle katıldıgım yönleri de var. Ancak gerçekçilik iddiasında bulunanlar sakatlığın bir 'vakıa' olduğu olgusunu ısrarla yadsımaktalar.Sanki bir kurgudan ibaret yaşadıklarımız. Benim yürüyememem bir kurgu! Normal insanlar on dakikada banyosunu yapıp çoktan işe gitmek için yola çıkmışken benim bir saatimi banyoda geçirmem bir kurgu! Sağlam olduğum zamanlarda akşama kadar çalışıp beş dakika dinlenince kendime geliyorken akşama kadar tekerlekli sandalyemde oturmama rağmen inanılmaz yoruldugum ve akşamları hazırlamak zorunda oldugum projeleri cogu zaman yorgunlugum nedeniyle bitirememem bir kurgu! Bunlar toplumsal etmenler değil bende başlayıp bende biten süreçler ve bu yorumnlar bence bu süreçleri ve bizim öz realitelerimizi devre dışı bırakıyor. Toplumsal, sosyal, kültürel engeller kalktıgında basbaşa kalacagımız sakatlığımızı nereye yamayacağız çok merak ediyorum?????!!!!!!!!!!! Bence bu yorumlarda da gizil bir despotluk gizli. Bu yorumlar bizim sakat olarak diğer insanlar tarafından aslında ayrımcılığa tutulduğumuzu iddşia ediyor ki kanımca bir yere kaar haklılar. Ancak bunun hemen ardından takındıkları tavır bir tür 'Aynılaştırma'. Sanki biz aslında diğerleriyle aynıyız da onlar kurgusal değerleri nedeniyle bizi dışlıyorlar! Yani "sen aslında aynısın" demek istiyorlar. Peki burada bir "şam şeytanlığı" yok mu?

Ben bunun yerine farklılığımla kabul görmek isterim. Evet ben farklıyım ama buna rağmen herkes kadar değerli/önemliyim. Ama sağlamla aynı da değilim. Bu gerçeğimle yüzleştim ve yoluma devam ediyorum. bu söylemlerdeki gizli aynılaştırma eğilimlerine gülüp geçiyorum. Aynı şeyi kadınlara da yapıyorlar. Kadınların haklarını savunacağız diye kadıbnları resmen erkekleştirdiler. E aynıyız ya! Sanki kadın bizden farklı olsa da biz o farka saygı duysak dünya yıkılacak...

Bilmiyorum anlatabildim mi?
 
Bence anlattın pegasus!!! hem de çok güzel bir dille. :D

Sevgili Rekursion un sinek örneğine bende bir başka sinek öyküsüyle yanıt vermeye çalışayım.

İlk öğretmenliğe başladığım Van da kerpiç evimin odasını tezekle ısıtmaya çalışırken evimin tek küçük penceresini arkama alarak kitap okuyordum. Bir süre okuduktan sonra, kitabı okuyamaz duruma geldim. Çünkü; vızzzzzzz vızzzz diye vızıldayan bir sineğin sesi dikkatimi dağıtıyordu. Neyin nesi bu ses te diyerek cama baktığımda, bir kara sineğin camın kenarında bir örümcek ağına takıldığını fark ettim.

Kurtulmaya çalışıyordu sinek doğal olarak.Güzel bir örümcek ağıydı, hep ilgimi çekmiştir örümcek ağlarının desenleri ve yukarıda sağ tarafta da örümcek hiç kıpırdaman duruyordu.

Örümcek ve sinek karşılaştırıldığında inanın sinek örümceğinin neredeyse iki katı kadar büyüklükteydi. Zavallı sinek debelendikçe debeleniyordu. Ve debelendikçe örümcek ağlarına daha çok yapışıyordu.Uzun bir süre bu debelenme esnasındaki vızıldama sürdü. Bu süre içersinde bizim örümcek sanki bir ölü gibi hiç kıpırdamadan sessizce duruyordu.

Bir süre sonra tabikii sinek debelenmekten yoruldu. Sanki soluk alır gibiydi ve ne olduysa işte o anda oldu.

Sineğin en yorgun olduğu anı bilmişcesine bizim örümcek, sineğin üstüne atladı. Bende geriye doğru bir adım attım. Şaşmıştım ve naklen bir doğa olayını inceliyordum.

Debelenmeler arttı ve tabikii vızıldamalarda ama örümcek sineğin üstünden inmiyordu. Bir süre böyle kaldılar yada ben bazı şeyleri göremedim. Ne de olsa miskobik bir alanda incelemiyordum olayı. Sonra örümcek, bir ayağıyla ağlara takılmış sineği yere düşürdü.

Sinek yere düşerken hafiflemiş olmalı ki, bir tüy hafifliğinde düşüyordu. Yerde sineği incelerken onun kurumuş olduğunu gördüm. Demek ki örümcek bir şekilde sineğin tüm öz suyunu emmişti ve sonrada sineğin dakikalarca kurtulmaya çalıştığı ağdan, bir küçük bacak hareketiyle atıvermişti....

Hayatımdaki en ilginç olaylardan bir tanesidir. Ve benim için de bir dönüm noktasıdır. Bu öyküden istediğiniz dersi çıkarabilirsiniz ama ben uzun bir süre bu olayı düşünmüştüm.

Yaşamın her tarafının da örümcek ağları vardır. Bizler onları göremiyoruz sadece. Bu ağlardan bir tanesine takıldık mı kurtuluşumuz için ne gerekir?

Daha güçlü olmak mı?, daha sağlıklı olmak mı? daha erkek olmak mı?.....

Kendimizi ve özelliklerimizi iyi bilip, aklımızı kullanmak olabilir mi sizce?

Bir örümcek ağına yakalanmışcasına sizler bizler hepimiz garip bir debelenmenin içersindeyiz. Gerçek anlamda sağ duyuyla hareket edenlerin yaşamla ilgili olumsuzlukları çok daha kolay baş edebileceğini biliyorum. Başarı da budur sadece.

Başarı öykümüz sadece kendimiziz.Ne kadar başarılı olup olmadığımız sakat yada sağlam olmamızla ilgili değil. Bunların hepsi sanal düşünceler yada örümcek ağları diyelim. Ve görüyorum ki çok kolaylıkla düşüyoruz bu örümcek ağlarına.

Birileri başarı öyküsünde sakatları kullanır, birileri kadınları kullanır, birileri bir başka şeyler yapar ... Ya ne çok örümcek ağları var hayatta...

Başarılarımız kendi dinamiğimizdedir. Ne yaptığımız önemli olsa da yaptığımız şeyi nasıl yaptığımız ve daha iyisini nasıl yapacağımızdır daha önemli olan. Bunları kendimize sormuyorsak, kendimizle ilgili eleştiriler ve kendimizi sınamak gibi eylemlerde bulunmuyorsak, birileri sakatları, birileri erkekleri, birileri kadınları birileri de bilmemneleri kullanacaktır.

Ben kendi adıma ne mi çıkarmıştım?

Asla ama asla bir sinek olmayacaktım. Bir örümcekte. En büyük başarım yaşamda Sanem olarak kalabilmek örümcek ağlarına takılmamak, ve bunun için aklımı kullanmak olacaktı. Sanem i yeniden onarmak ve yeniden yaratmak zorundaydım. Sadece sakatlar değildir yaralı olanlar, sağlamlarında yaralı halleri vardır ve ben tahmin edebileceğinizden çok daha yaralıydım o zamanlar.

Eğer ben yoksam, ki o sıralar yaşayan bir ölü gibiydim açıkcası, hiç bir şeyin anlamı yok. Gökyününe baktım sonra, dışarda masmavi bir gök ve kar vardı alabildiğine uzanan. Öylesine güzeldiki.. Öylesine mavi ve öylesine parlak....

Bir gün önce de öyleydi mutlaka, ama ben göremiyordum. Yarında öyle olacaktı, o zaman görmeliydim.

İçimden dedim ki;

Ben bir tanrıyımaslında. Gökyüzünü mavi yapan benim.Ben varsam o gökyüzü de var, olmadığım bir anda gökyüzü mavi olmuş ne yazar....
 
Pagasus' Alıntı:
[size=4]Şimdi bu paralı okuyan arkadaşlardan birinin velisi sözkonusu listeyi görse ve pek de başarılı olmayan çocuğuna deseki; " bak evladım sana tüm imkanları sunuyoruz, altında spor mercedes, cebinde gani para; ama senin imkanlarının yüzde birine bile sahip olmayan bu arkadaşların senden daha başarılı oluyor..." Şimdi bu adam gizliden gizliye zengin olmayan insanların universitelerde aslında başarılı da olamayacakları tezini mi savunmuş oluyor????? Eğer öyleyse engellilerin başarılarını dile getiren medya da bence gerçekten bizi gizil bir aşağılama duygusuyla hareket ediyor[/size]
Gizli değil, peşin ve açık bir aşağılama var bence.
Çünkü burada başarıyı ölçerken fakirliği/sakatlığı, sanki başarı için bir kritermişçesine, olumsuzlayarak peşinen kabullenme sözkonusu. Oysa üniversitede dereceye girmek için en son ihtiyacınız olan şey para; en çok ihtiyacınız olan şeyse istek, motivasyon, zeka, azim, ...dir. Ve bunların da sakatlıkla/fakirlikle hiç bir alakası yoktur.
Bu açıkken, alakalıymış gibi bakılır, ve dahası "onlar bu halleriyle beceriyorlar da sen onca para/kol/bacak...'la beceremiyorsun" gibi bir söylemde bulunulursa, bence "bizi" isteyerek/istemeyerek (bu zeka düzeyiyle çok alakalı) aşağılamış olurlar.

Biri övülecek, takdir edilecekse, bunu başkalarını peşinen olumsuzlayarak değil, salt başarının kendisini değerlendirerek yapmak gerek.
Elbette ki sakatlıktan dolayı ortaya çıkan zorlukları aşmak, onlarla mücadele etmek övgüye, takdire ve desteğe (pozitif ayrımcılık) şayandır. Ama okulda başarılı olmakla bunların doğrudan bir alakası yoktur.
Ha, dersen ki, bir ayağı olmayan birisi atletizmde sakat olmayan birini geçti; bak o zaman ayrı. O zaman övmek ve kıyaslamak gayet doğal... Çünkü ayak, atletizm için gerekli olan bir donanımdır. Bu donanım eksik olmasına rağmen elde edilen bir başarı da ayrıca övgüye değerdir...

**
Farklılığı yadsıma/yoksayma konusunda elbette Pegasus'la aynı şeyleri düşünüyorum. Farklılık yokmuş gibi kompleks yapmak, tam bir açmaz olur.. Ama vurgulamak gerek; farklılığı hep ön plana (dereceye giren fakir/sakat/kadın öğrenci vb.) çıkarmak da, en az farklılık yokmuş gibi yapmak kadar saçma ve kompleks ürünüdür.

Başarı, başarıdır! Kadını/sakatı/fakiri şusu-busu olmaz. Elbette hepsinin hayat hikayeleri farklıdır ama, sakatlık da, fakirlik de, cinsiyet de başarı için bir avantaj/dezavantaj değildir.
 
Bak sevgili kardeşim. Burada düşünce üretiyoruz. bu iyi birşey. Yazdıklarımızı okuyan insanlar kendilerine göre , yaşamışlıklarını, kültürlerini de işin içine katıp bir senteze ulaşacaklar. Bunu daha rahat yapabilmeleri için senin söylediğin şeylerin ne anlama geldiğini açalım biraz.

Diyorsunki bir insanın sakat ya da yoksul olması başarı için bir engel teşkil etmez. Bir kere bu çok boş bir laf (Afedersin ama gerçekten böyle) Kardeşim sen sanırım yabancı bir şehirde geceleri çalışarak, ev kiranı nasıl bir araya getireceğini düşünerek kafayı yemenin, eve dönerken bir bilet parası bulamamanın, bazen aç karnına sınava girmenin, üstünde başında kışın soğuğunda adam gibi birşey olmamasının, artık onsuz öğrenciliğin düşünülemeyeceği gerçeğine rağmen para bulup bir bilgisayar alamamanın, okuman gereken kitaplar için para bulamamanın, hastalandığında adam gibi bir tedavi görememenin vb vb okulda başarıyı etkilemeyeceğini düşünüyorsun. Söylediklerinden böyle bir anlam çıktığının farkında değilsin belki. Çünkü bütün bu yoksulluklara rağmen başarılı olan istisnai kişilerin yaptıklarının herkes tarafından başarılabileceğini sanıyorsun. Biliyor musun yukarda saydığım sebebplerden biri yada birkaçı yüzünden milyıonlarca insan mücadelelerinden vazgeçiyor. Ama biz vazgeçen o devasa kitleyi bir kenara koyup başarılı olan istisnai kesimden yola çıkarak düşünce belirliyoruz. bu kabul edilesi bir yaklaşım değil. Dolayısıyla ekonomik olarak refah içindeki bir kişiyle yoksul bir insanın mücadelesinin eşit koşullarda gerçekleştiği düşüncesini şiddetle reddediyorum.

Aynı şey sakatlar için de geçerli. Ancak burada durum biraz farklı. Tabiki bir sakat zeka olarak ayrıcalıklı olmamalıdır. Ancak bir sakat sakat olduğu için yukarda saydıgımız yoksullukların sancılarını cok daha yogun hissedecektir. Ayrıca sakatlıgın kendisi doğası geregi gercekten bir geriletici unsurdur. kendimden örnek verecek olursam, hayatımın sağlam dönemlerinde hiç bilmediğim kadar yorulabiliyorum oturdugum yerde. Bu bir geriletici unsur. Bu yorgunluga ragmen bazen gece üçlere kadar projemi bitirmek çin ugrasıyorum. Hani benimki belki basit bir örnek. Görmeyen bir arkadaşımın unversiteyi birincilikle bitirmesini normal karşılayamam. Bu bence normal üstü bir başarıdır. Başkalarının beş duyusuyla yaptığını bazı engelli arkadaşlarımız üç hatta iki duyusuyla yapabiliyorsa burada takdire şayan bir durum vardır.

Bütün bunları gizin bir aşağılama saymak bana bazen çok zorlama geliyor. Burada ısrarla aşağılandıgını görmek isteyen kompleksli bir yaramaz çocuk tavrı görüyorum.

Bilmiyorum belki ben yanılıyorum. Ama burada anlatılanlardan edindiğim izlenim sanki sakatlar olarak bizimle ilintili olaylara bakısımızda sakat bir yan varmış gibi geliyor.

Tabiki toplumda sakatlara bakışta yanlış yönler var. Ama toplumdaki bu bakısın bizim kendimize bakısımızı da garip bir şekilde etkiledigi ve her tavrı paranoyak bir şekilde eleştirdiğimizi düşünüyorum. Evet sanırım bir sakatlık paranoyası geliştirmeye başlıyoruz. ,Ve bu paranoya yüzünden aslında şiddetle savaşmamız gereken engeller gözden kaçıyor gibi...
 
Durum biraz farklı bir yön alacağa benziyor.

Gerçekten son derece ciddi bir konunun tam ortasındayız.Ve burada aklın yolu bana pegasus u işaret ettiriyor. Nedenleriyle açıklamaya çalışayım.

Açıkcası genel anlamda bir başarı konuşulacaksa, yada buna benzer şeyler, ben herşeyden önce kim olursa olsun, kişinin kendisi adına yapmaya çalıştığı her şeyi başarı olarak görmekten yanayımdır. Ortaya çıkacak doğrular güzellikler bir başkasının doğrularına yada güzelliklerine benzemek zorunda değildir, mantığını kabul edenlerdenim.

Bu sebeple yaşadığımız hemen hemen her şey kendimize ait bir gerçekliği içinde barındırır. Aynı şey başarısızlıklarımız içinde geçerlidir.

Açıkcası sonuçlarına katlanmalıyız anlamını da çıkartabiliriz söylemeye çalıştığım şeyleri.Ama kabul etmek gerekir ki sahip olduğumuz özelliklerle bir başkasının özellikleri kıyaslandığında eşit seviyede olmadığımız da bir başka gerçektir. Bu sebeple eşit bir şekilde başlamayan bir yarışta, ne adına olursa olsun, bir kişinin sanki eşit başlamış gibi bir şeyler üretebilmesi takdir edilmesi gereken ve alkışlanması gereken olgulardandır.

Bu anlamda pegasus a kesinlikle katılıyorum. Söz konusu sakatların başarılarıysa, sağlam insanlarla eşit bir kulvarda koşmadan sağlamların elde ettiği başarıyı yakalamış olmak ve bunu dile getirmek sakatları nasıl aşağılama olabilir anlamakta zorlanıyorum.

Bir sakat vatandaş bu ülkede sakatlar için hiç te uygun olmayan bir taşımacılık sistemi, bir mimari yapılanma içersinde sağlamlarla birlikte tüm okulları bitirebilip bir meslek sahibi olabiliyorsa, ve bir yerlerde buna başarı adı veriliyorsa, bunun başarı olduğu kesinlikle doğrudur.Bu bir sakatı aşağılamak anlamına nasıl gelebilir. Tam tersine var olan sistemi aşağılamak adınadır diye düşünüyorum.

Bu anlamda bir kıyas yapılırken, bak sakat olduğu halde neler başardı sen bir şey yapamadın düşüncesi, bir şey yapamayan o sakat dışındaki kişiyi eleştirmek anlamında bir yaklaşımdır açıkcası. Böyle düşünmeyenlerde olabilir, ama bunların o kadar çok olacağını sanmıyorum .

Bir azmin zaferi olarak adlandıracağımız mücadele kesinlikle bu mücadeleyi veren kişiyi aşağılamak adına değildir.

Şimdi burada en yakından tanıdığımız bir örnek olarak sevgili pegasus var.

İzninle pegasus seni kullanmak zorundayım.

Düşünün, yaşama çok daha farklı bir kulvarda başlamışken, birden bire kendini tekerlekli sandalye de bulan pegasus, kuşkusuz bir çok sancılar yaşamıştır. Bunları görmezlikten gelemeyiz. Ancak tüm bunları bir kenara atıp, sadece eskisi gibi yürüyemeyeceğini fark edip, yaşantısına yeni haliyle bir adım atmaya çalışırken, ben inanıyorum ki normal bir üniversite sınavlarına hazırlanan bir öğrenciden çok daha farklı bir azim ve hırsla bu sınavlara hazırlandı.

Bu sınavlarda başarılı oldu ve özel bir üniversitede burslu öğrenim yapabilme şansını yakaladı. Bu da yetmedi. Orada tutunabilmek, ve adam gibi adam olabilmek için diğer öğrenciler bir çalışırken, var olan fiziksel durumuyla iki çalışması sizce başarı değilmidir?

Ve şimdi ben bu anlamda pegasus u kutlarken, bu çok sevdiğim arkadaşımı aşağılamış mı oluyorum gizliden yada açık bir şekilde?

Bunu kabul etmem söz konusu bile olamaz.İnsanoğlunun hangi durumda olursa olsun yapmak istediği bir şey varsa tüm gücünü kullanarak bir şeyler üretebilmesinin en büyük örneğine alkış tutmayıp ta ne yapabilirim.

İsterseniz, ne olacak sankiiiiiiii, çok ta önemli bir şey değil, herkes üniversiteyi kazanıyor, burslu kazanan da pek çok kiş var... Aman sendeeeee bir çok kişi okulda okurken de başarılı bunu büyütmenin bir anlamı yok diyeyimde bu sefer başka bir şekilde saldırıya uğrayayım ne dersiniz???

Mesela, bizlerin yaptıkları önemsenmiyor diyebilirmisiniz bundan böyle hıııııı???? Bu bir ayrımcılıktır!!!! dermisiniz????

Bakın şimdi her zaman olduğu gibi yine son derece dürüst bir şekilde düşüncelerimi yazacağım;

Ben bu siteye üye olmadan önce de sakatlarla ilgili bir çok duygu ve düşünceye sahiptim. Bu düşüncelerim arasında sakatlara acımak gibi bir olgu açıkcası hiç bir zaman olmadı.

Niye derseniz???

Ben acımak eylemine çok farklı bir şekilde bakarım. Benim için acımak, tam anlamıyla bir bencilliktir. Her ne kadar acımak eylemi, son derece insani bir olgu gibi bizlere öğretilmiş olsa da acımak bencilliğin dik alasıdır.

İyiki ben böyle değilim tanrım!!!! düşüncesinin kodlanmış halidir.

Bu sebeple sakatlara hiç bir zaman acımadım. Üzüldüğüm anlar oldu bu çok farklı. Üzüldüğüm sağlam insanlarda var.

Ama inanın arkadaşlar buraya üye olduktan sonra tanıdığım bazı sakat insanlar ve bazı yazılarla düşüncemde değişiklikler olmadı desem yalan söylemiş olurum.

Burada bazı sakatlara acımaya başladığımı itiraf edeyim.Herhangi bir engelinden dolayı değil ama acımam. Düşüncelerinden dolayı acımaya başladım ve açıkca itiraf ederek;

Tanrım iyiki böyle sakat değilim dediğim anlar çoğalmaya başladı.

Sadece bu sayfada değil, diğer yerlerde de, öyle yazılar okuyorum ki, doğru düşünmek yanlış olabiliyor, hatta aşağılanma sebebi olabiliyor sakat düşünceler yüzünden. Ve bazen öyle bir duyguya kapılıyorum ki, arabesk bir felsefenin tam ortasında bir filim seyrediyor gibi hissediyorum kendimi.

Dolaylı yollardan elimden geldiğince birey olabilmek adına , edindiğimiz bilgiler doğrultusunda var olan tüm nesnel koşullarımızla Türkiye gerçeği ortadayken herşeye rağmen başarılı olunduğunun altını çizmeye çalıştıkça, gedik büyüyor mu ne?

Bu sebeple sevgili pegasus senin kaygını aynen taşıyorum....
 
[size=6]Engel Tanımayanlar [/size]


[size=4]Farklı Bedenlerle Dans’la bir başka dünyaya adım attım.
BERNA BELGİN dansçılardan biri... Dans tutkusunun yanı sıra Türkiye’nin ilk tekerlekli sandalyeli (Paraplejik) dalgıcı.
Dramı, trafik kazası... İktisat fakültesini bitirmiş. Dans, dalmak, yüzmek, su terapisi yaşamının dörtgeni.
Yasemin Dalkılıç’ın rekorlarını sualtında izlemiş.
Kızıldeniz’de engelli dalgıçlar için çekilen "Dalmak Özgürlüktür" belgeselinde yer almış.
GÜLÇİN ERDİŞ... Paraplejik. Sosyal Bilimler okuyor. Dalgıç, yamaç paraşütçüsü, kar kayakçısı. 12 Öfkeli Adam’da da rol aldı.
Kızıldeniz’deki "Engelliler, Dalmak Özgürlüktür" belgeseline katıldı. Bir kreşte şef yardımcısı.
EMEL ÖNGEL... Ortopedik engelli. Dansın yanı sıra kar kayağı yapıyor. Kamu sektöründe işçi.
MUHSİN ÖNGEL... Çocuk felci geçirdi. Ortopedik engelli.
İşletme okuyor. Anadolu Yakası Engelliler Kulübü’nde tekerlekli sandalye basketbolü oyuncusu... Kulübünün tekerlekli sandalye masa tenisi hocası. Kar kayağı da yapıyor. 2.5 yıllık evli.
MURAT POLAT... Çocuk felci geçirdi. Ortopedik engelli. İklimlendirme ve soğutma uzmanı. Mühendis. Tekerlekli sandalye basketbolü oynuyor. Kulübünün basın sözcüsü.
12 Öfkeli Adam’da da oynadı. Bir şirketin müşteri hizmetlerinde çalışıyor.


Kaynak[/size]



[size=6]Engelliler Sahnede[/size]

[size=4]Tuğçe U. Tuna'nın 'Farklı Bedenlerle Dans' adlı gösterisi vücudun beyinle ve doğayla ilişkisini araştırıyor. Sahnede dans eden ve soyunan bedensel engelli dansçılar seyirciyi çarpıcı bir sorgulamaya yöneltiyor
KÖKEN ERGUN


İSTANBUL - 'Farklı Bedenlerle Dans' gerçekten de çok iyi bir fikir. Tuğçe Ulugün Tuna'nın bu projesi Türkiye'de modern dansın çok iyi bir geleceği olduğuna işaret ediyor. Böylece Tuna da Aydın Teker, Mustafa Kaplan, Zeynep Tanbay ve Beyhan Murphy gibi öncü modern dans yaratıcılarının arasına katıldı. Tüm bu koreograflar çok zor şartlar altında işler çıkarıyorlar ama her biri dansa özgür bir soluk verebiliyor. Türkiye'deki opera ve balenin aksine kalıplaşmış ve 'devletleşmiş' bir sanat dalı değil modern dans. Bu yüzden de onların hem ulusal hem de uluslararası alanda öncekilere nazaran daha başarılı olacaklarını söylemek mümkün.

Bunun bir kanıtı, 8 Ocak akşamı İstanbul Devlet Tiyatroları Taksim Sahnesi'nde görüldü. Genç koreograf ve dansçı Tuğçe U. Tuna'nın ilk büyük çapta işi olmasına rağmen özellikle içeriği ve 'samimiyeti' açısından önemli bir dans projesiydi izlediğimiz. 'Farklı Bedenlerle Dans'ın amacı 'vücudun beyinle ve yerçekimiyle olan ilişkisinin araştırılması'. Bunun için beşi bedensel engelli olan 9 dansçı ile çalışmış koreograf.
İçerik yönünden birbirine bağlı veya bağımsız olarak algılanabilecek dokuz bölümden oluşuyor proje. İlk iki dansta sesiyle kırılganlığı çok iyi yansıtan The Cranberries solisti Dolores O'Riordan'ın şarkıları eşliğinde vücudun yalnız başına veya başkasının yardımıyla yerin etkisine nasıl tepki verdiği anlatılıyor.

Özellikle dansçının giydiği balonlardan elbise bu etkiyi çok iyi yaratıyor. Zira, önce zarif bir şekilde sahnede hareket eden dansçı (Aslı Öztürk) sonra kendini sertçe yere atıyor ve kendisini tekrar zıplatan giysisi sayesinde bir anlamda yerçekimine karşı koyuyor. İlk iki bölümdeki bu anlatım bütünlüğü sonra ancak dördüncü bölümde tekrar ediliyor. Geri kalan bölümler kendilerine ait bir anlatıma sahipler.

Bedenin zorunlu tepkisi

Bedensel engelli dansçıların ön planda olduğu üç bölüm ise daha çok o engellerin verdiği zorunlu etki-tepkileri gösteriyor seyirciye. Tüm dansın en etkileyici bölümü ise 'Geçit'. 'Geçit'ten önceki bölümlerde hiç görmediğimiz bedensel engelli dansçılar diğer dansçılarla beraber sırtları seyirciye dönük halde sahnedeki siluetler halinde gözüküyorlar önce. Seyirciye döndükten sonra bile zar zor seçilen bu figürler ön sahneye doğru yavaş yürüyüşleri sırasında üstündekileri tek tek çıkarmaya başlıyorlar. Her bir giysi parçasının çıkarılmasıyla seyirci iki değişik forma sahip vücutları birbirinden ayırt edebiliyor: Bedensel engeli gözüken ve gözükmeyen.

Ama her iki grup dansçı da yan yana aynı güç ve kararlılıkla seyirciye doğru yürümelerini sürdürüyorlar. Ta ki hepsi iç çamaşırlarıyla kalana kadar. Tüm yürüyüş sırasında olduğu gibi bu son tabloda da ışıklar yüzlerini değil sadece vücutlarını aydınlatıyor. Ne yazık ki ışık tasarımı ve uygulanmasının zayıflığı bu bölümün etkisini azaltıyor, ama yine de tamamıyla dolu salon nefes tutup alkışa başlıyor.
Daha sonraki bölümlerde ufak öyküler var. 'Tamamlayıcı'da, Emel-Muhsin Öngel çiftinin (gerçek hayatta da evliler) aşkla beslenen yardımlaşması betimlenirken, birinci bölümde karşımıza çıkan Tuğçe U. Tuna-Maral Ceranoğlu çiftini 'Gevşe' bölümünde son derece baygın bir erkek sesinin duyulduğu dans dersi kaydı ile ders yapmaya çalışan ve her direktifi fazlasıyla ciddiye alan dansçılar olarak seyrediyoruz. Bu ironik 'interlude' duygusallaşan seyirciyi biraz gülümsetip -hatta bazı yerlerde kahkaha attırıp- finale hazırlıyor.

Final, 'Beni Unutma!' da bir başka geçit. Tüm dansçılar siyah kostümleriyle bir dayanışma koreografisi sergiliyorlar. 'Geçit'teki gibi bu bölümde de bedensel engelli olan da olmayan da aslında aynı durumda. Zira, her ikisi de yerçekimine ve beyne tabii... 'Farklı Bedenlerle Dans' bu tezi doğrulayan bir iş. Umarız bir daha sahnelenir...

grup_resmi.jpg


farklibedenlerle1.jpg


farklibedenlerle2.jpg


Kaynak[/size]


[size=6]'DERİN MAVİDE ÖZGÜR YAŞAM[/size]

[size=4]
dal2.jpg



Engellilerin sualtı dünyası ile tanışması ve Scuba dalışına başlaması henüz dünya için de yeni sayılacak bir gelişme. IAHD (International Asssociation for Handicapped Divers), HSA (Handicapped Scuba Association) ve Zero Gravitiy gibi non-profit organizasyonlar son 10-15 yıldır faaliyet gösteriyorlar.

1983 yılında 'denizler dünyasının koruyucu babası" ünlü Jean Michael Cousteau'nun 'FREEDOM İN DEPTH" isimli 19 engelli ile çekilen 30 dakikalık ve yine Cousteau'nun 1991 yılında Fiji adalarında HSA ile ortaklaşa çektiği 'TO FLY İN FREEDOM" isimli 30 dakikalık belgeselleri dışında engellilerin sualtı dünyasında yakaladıkları özgürlüğü belgeleyen ve dünya kamuoyuna tanıtan herhangi bir TV-Film çalışmasına rastlamıyoruz.

Günüllülük temelinde yürüttüğümüz bu çalışma Türkiye'de bir ilk olmak ve öncü misyonu yüklenmek yanısıra dünya genelinde de mavi derinliklerin 'iyileştirici ve özgürleştirici" kapılarını engellilere açan gelişimin ilk sıralarında yer almaktadır.

Bu çalışmayı uluslararası platforma taşımak zamanı geldiğine inanıyorduk. Havuz çalışmaları, Akdeniz'in o büyülü mavi dünyası ve nihayet dünya dalış cenneti olan Kızıldeniz...

7 engelli dalgıç arkadaşımızı Kızıldeniz'e götürmek, bireysel portrelerini çıkarmak, sualtı ve suüstü çekimler yapmak ve kendi belgeselimizi yaşamak istiyorduk...

Birşeye, bir araca ve bir insana bağımlılık zorunluluğu olmayan bir dünyaya; sualtı dünyasına yolculuğun belgeselini...ve bu dünyada sandalyelerinden, bastonlarından ve yaşama küskünlüklerinden kurtulan insanların belgeselini...

Mısır piramitleri gezisi ve Sharm-El Sheik'de yapılacak dalışlar için oluşturduğumuz 18 kişilik profesyonel ekip 4-11 Şubat 2001 tarihinde EXIT Tur organizasyonuyla WYETH İLAÇLARI A.Ş. ana sponsorluğunda yola çıktı. Ekibimiz değişik engel gruplarından 7 dalgıç, 5 eğitmen, 2 sağlık hekimi, 4 fotoğrafçı ve kameramandan oluşmaktaydı.

Yapı Kredi Sigorta, ekibin tatil sigortasını yaptığı bu projenin gerçekleşmesinde bir dizi irili ufaklı yardım ve destek gördük.

Dalış EkibiErsoy Kalkan (Görme Engelli)
Gülçin Erdiş (Paraplegic)
Berna Belgin (Paraplegic)
Tarık Demirkan (Paraplegic)
Ayhan Metin (Palio Seleki)
Safinaz Özer (Akondroplazi)
Mutlu Aygün (Spastik)

Dalış Eğitmenleri:
Ercan Tutal
Altuğ Tosun
Deniz Susever
Haldun Ülkenli
A. Hakan Eğilmez

Proje: Ercan Tutal
IAHD Eğitmeni


Kaynak[/size]


[size=6]Engel tanımayanlar [/size]

İshak Kalaç

[size=4]Türkiye'den trafik kazası sonucu iki bacağından felç olan Gülçin Erdiş ve sekiz bedensel engelli çocuk kayak gösterilerine katılarak bir ilke imza attılar. Erdiş, kayak yapmaya devam edeceğini vurgulayarak, "İnsan istediğini sevgiyle birleştirsin istediği herşeyi başarır. Dünyaya bir kere geliyorum hayatı en güzel şekilde yaşamalıyım" dedi.
Uludağ'da Görünüm adına izlediğimiz gösteriye Türkiye'den katılan sekiz bedensel engelli çocuğun yanı sıra Norveç, Almanya ve Hollanda Kayak Takımları da katıldı. Takımlar kayak pistine geldiğinde alışık olmadığımız görüntülerle karşılaştık. Özellikle bedensel engelli Norveçlilerin rampa atlayışları büyük beğeni topladı. Takımları ilgiyle izleyen Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Hasan Gemici, devletin bu organizasyonları daha da büyüterek gerçekleştireceğini belirterek, şöyle konuştu :
"Hiçbir engeli olmayan insanların bile kaymaktan korktuğu kayak pistinde, bedensel engelli Norveçlilerin rampa atlayışı yapmaları özürlü insanlarımıza, çocuklara fırsat verilmesi için çok iyi bir mesajdır. Onlar için spor en temel aktivitedir, bu şekilde kendilerine olan güvenleri artıyor. Türkiye'den engellilerin uluslararası organizas-yonlara katılmaları için elimden geleni yapacağım.”
Kayak öğretmenlerinden Zafer Arbak, bu tür organizasyonların bedensel engelliler için çok büyük bir mutluluk olduğunu belirterek, "Bütün bir sezon uğraştık. Müthiş bir mutluluk, kelimeler yetersiz" dedi. Arbak, çocukların kayağı çok sevdiklerini, hatta yataklarına götürmek istediklerini söyledi. Çocuklara acıma hissiyle değil, son derece profesyonelce, engellilerin de sağlam insanlar gibi spor yapabileceğini düşünerek bu projeye giriştiklerini belirten Arbak, "Profesyonelce düşünüp amatörce elimizden gelen bütün imkanlarımızı seferber ettik" dedi.
Norveçli bir öğrenci ise, toplantılarda kendi kayak kültürlerini anlatarak,: "Her Norveçli doğarken ayaklarında kayak takılı doğar. Kayak Norveçliler için bir yaşam biçimidir." diye konuştu.
Norveçli Pedagog Reider G. Hagen, felsefelerinin 'kişinin sakat olan uzuvlarıyla değil sağlam olan uzuvlarıyla nasıl daha ileriye götürebilir' olduğunu vurgulayarak, "Bir ayak bir kaza sonrasında kesildiğinde tekrar uzamaz, ama bir diğer ayakla pek çok şey yapabiliriz" dedi.
Bu proje nasıl başladı?
Grand Kayak ve Snowboard Okulu kurucusu Yıldırım Candan, bu projenin iki sene önce Norveç'te bir konferansta bedensel ve zihinsel engelli insanların çalışmalarına tanık olmasıyla başladığını belirtti. Candan, Norveç'te özürlü insanların senkronize ve rampa atlayışlarını gördükten sonra yaşanan gelişmeleri şöyle anlattı:
"Kafamda böyle organizasyonları biz de Türkiye'deki engelli insanlarımıza kazandırabiliriz düşüncesi oluştu. Projeyi Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Hasan Gemici'ye götürdük ve o da bizi destekledi. Hemen Norveç Kayak Okulu ile irtibata geçtik ve 23-24 Mart tarihlerinde Grand Kayak ve Snowboard Okulu olarak Türkiye'deki özürlü arkadaş-larımıza kayak sporunu sevdirmek amacıyla Norveç, Almanya ve Hollanda kayak takımlarının da katılımıyla bu organizasyonu gerçekleştirdik."


Kaynak[/size]


Ben biraz gazetelerin tozlu raflarını karıştırarak bazı başarı öykülerini paylaşarak konuya girmek istedim. Bu başarı öykülerinin içerisinde elbette bizim bilmediğimiz daha kimbilir niceleri vardır. Bu öykülerden aramızda olanlarda bulunmukta. Ben bunların içerisinde sevgili namı değer CinCinimiz Gülçin Erdiş'i paylaştım yanlızca. Ama biliyorum ki içimizde başka başarı öyküleride bulunmakta.

Şimdi konumuza gelmek istiyorum. Bir kısım arkadaşlar bu başarı öykülerine bakışta gizli bir aşağılama olduğunu savunurken bir kısım arkadaşlarımız da bunun tersini savunmakta. Ben de bu tersi savunan arkadaşlar gibi düşünüyorum. Nedenine gelince yukarıda ki örneklere baktığımızda bu başarılara imza atan arkadaşlar iki kere daha ağır koşullarda bu mücadeleleri vermişlerdir ve taktire şayandırlar. Şimdi kalkıp her hangi bir kimsenin bunu aşağıladığını yada gizlice bir aşağılama içinde olduğunu söylemek bana göre tamamen kendi içimizde yarattığımız a benden biri bunu nasıl yaptının bir başka dille kıskançlığından başka bir şey değildir. Yani sizlerin söylediği anlamda sağlamlar bu bakışla bakmazken sanki özellikle bizlerin böyle bakıyor olması kendimizden insanların bu başarısını kıskanıyor olmaktan başka bir anlama gelmiyor benim için. Ki bu biraz incelendiğinde de böyle bir düşünenin temelinden ortaya atılmış bir görüş olarak yerini bulacaktır.

Bir insanın sakat ya da yoksul olması başarı için bir engel teşkil etmez deniliyor. Malesef ben böyle düşünmüyorum. Tam tersine bu böyle. Neden? Bugün sakatlıklarımızdan dolayı kendimizi ispat yada sakatlığımızın arkasında kalmamak için bir çoğumuz diğerlerinden daha hırsla mücadele ediyoruz farklı alanlarda. Aynı şekilde bir kapıcı çocuğunun yada doğuda yaşayan bir çocuğun eğitime diğerlerinden daha sıkı sarılması kendini bulunduğu ortamdan kurtarma hırsıdır. Ve bu yüzden daha başarılıdır. Oysa zengin çocuğunun elinde her türlü imkan vardır ama aynı başarıyı yakalayamamıştır. "Bak gördün mü kapıcının oğlu nerelere geldi sen bir baltaya sap olamadın." "Yada bak elin sakat çocuğuna neleri yapıyor sense say yerinde." Bu sözlerde aşağılama nerededir ben anlamış değilim açıkçası. Bu sözlerin içerisinde benim gördüğüm şudur; Her iki durumdada karşı taraf sakat yada kapıcı çocuğun bulunduğu şartları iyi biliyor. Bu şartlar içerisinde elde ettiği başarıyı olağan üstü buluyor ve bunu alkışlıyor. Kendi çocuğunuysa bu iki benzetmeyle aşağılıyor elinde onca imkan varken yapamamakla. Burada aşağılanan fakir çocuk yada sakat çocuk değil tam tersine kendi çocuğudur.

Bence asıl gizli bir aşağılama yapan buna ters tarafından bakmaktır. Az öncede dediğim gibi gizli bir kıskançlık ama kendi kendimize olan kıskançlık.

[size=4]
ortopedik-copy.jpg


Özürlülüklerine rağmen engelleri aşabilen ve hayatta kendi kendine yeterli olabilen özürlüler, toplum tarafından her zaman takdir görmüş ve görmektedir. Dolayısıyla toplumsal boyutuyla özürlülük, çoğu zaman bizzat özürlülerin özürlülüklerini algılayış biçimine ve davranışlarına göre şekillenen sosyal bir olgudur. Toplumsal beklentilerin üstünde başarılara imza atabilen özürlüler, belki de bundan dolayı halkın teveccühünü kazanmakta ve “kahraman” veya “meşhur” olarak ilan edilmektedir. Genel anlamda özürlülere fırsat eşitliği verildiğinde ve onları çevreleyen engeller ortadan kaldırıldığında her özürlü, “meşhur” olmasa da en azından bu başarı kervanına katılma şansına sahip olacaktır.

Kaynak[/size]
 
Pegasus' Alıntı:
(...) Bir tarafta paralı okuyan devasa çoğunluk, diğer yanda başarılı olduğu için universiteye devlet tarafından yerleştirilmiş ve okulun en başarılı kesimi haline gelmiş küçük azınlık...

Simdi bu parali okuyan arkadaslardan birinin velisi sözkonusu listeyi görse ve pek de basarili olmayan çocuguna deseki; " bak evladim sana tüm imkanlari sunuyoruz, altinda spor mercedes, cebinde gani para; ama senin imkanlarinin yüzde birine bile sahip olmayan bu arkadaslarin senden daha basarili oluyor..." Simdi bu adam gizliden gizliye zengin olmayan insanlarin universitelerde aslinda basarili da olamayacaklari tezini mi savunmus oluyor?????
evet, öyle yapmish oluyor...
kicin altindaki spor mersedese, cepteki gani paraya ragmen basharili olamamayi garipseyen bunlarsiz basharili olmayi da garipsiyor demektir bana göre... verdigin örnekteki baba shashkinligini dile getiriyor zaten... elbetteki okumak icin yeteri kadar paraya sahip olmak bir avantajdir ama canin okumak istemiorsa bu avantaj da ishe yaramaz... ayni shekilde o paraya sahip olmamak bir dezavantajdir tabii, ama firsat eshitligi (bashari bursu) verildiginde degmeyin basharmak isteyenin keyfine... bunlarin ikisi de shashilacak durum degil... (o baba da bursla okuyan ögrencilerin basharisini shimarik oglunun burnuna sokarak onu utandirmaya calishacagi yere "ben nerde yanlish yaptim acaba?" diye bi düshünse, herkes icin daha iyi olur bence. (ama bu ayri bi konu))...


Pegasus' Alıntı:
Biliyor musun yukarda saydığım sebebplerden biri yada birkaçı yüzünden milyıonlarca insan mücadelelerinden vazgeçiyor. Ama biz vazgeçen o devasa kitleyi bir kenara koyup başarılı olan istisnai kesimden yola çıkarak düşünce belirliyoruz. bu kabul edilesi bir yaklaşım değil. Dolayısıyla ekonomik olarak refah içindeki bir kişiyle yoksul bir insanın mücadelesinin eşit koşullarda gerçekleştiği düşüncesini şiddetle reddediyorum.
kesinlikle ben de reddediyorum, sevgili pegasus... zaten eleshtirmek istedigim nokta da bu: koshullarin eshit hale getirilmemesi, herkese firsat eshitligi verilmemesi... asil medyanin sundugu "azmin zaferi" diye bashlayan bashari öyküleri, senin dedigini yapmiyor mu: koshulsuzluklar yüzünden mücadelesinden vazgecen o devasa kitleyi bi kenara atip pes etmemeyi basharan bi avuc engelliden/yoksuldan vs yola cikarak düshünce belirlenmesine neden olmuyor mu?... ve aynen dedigin gibi kabul edemiyorum bu yaklashimi... birkac ilginc bashari öyküsüyle mevcut sistem nasil eleshtiriliyormush, göremiyorum, sevgili andante?!... "azmeden (sisteme ragmen) basharir" mesaji vermek ayni zamanda "onlar da azmetselerdi basharirlardi, kendileri 'suclu' (sistem degil)" mesajini vermek gibi olmuyor mu?... basharmak icin ciktigi yolda koshulsuzluklar yüzünden kalan devasa kitleye dikkatler cevirilse sistemi eleshtirme, sistemin hatalarini bulma konusunda daha basharili olunmaz mi?...


andante' Alıntı:
İnsanoğlunun hangi durumda olursa olsun yapmak istediği bir şey varsa tüm gücünü kullanarak bir şeyler üretebilmesinin en büyük örneğine alkış tutmayıp ta ne yapabilirim.

İsterseniz, ne olacak sankiiiiiiii, çok ta önemli bir şey değil, herkes üniversiteyi kazanıyor, burslu kazanan da pek çok kiş var... Aman sendeeeee bir çok kişi okulda okurken de başarılı bunu büyütmenin bir anlamı yok diyeyimde bu sefer başka bir şekilde saldırıya uğrayayım ne dersiniz???
hic birshey dememeye ne dersin, sevgili andante???
bir insan eger bütün olumsuz shartlara ragmen tüm gücünü kullanarak bir sheyler üretiyorsa bunu mutlu olmak icin yapiyordur, alkish ve övgü toplamak icin degil... alkishlarin, övgülerin insanin egosunu okshamaktan bashka cok fazla ishe yaradigini düshünmüyorum ben... bazen kendimi kaptiriyorum da egomun okshanmasinin fena bi his olmadigini fark ediorum, evet, itiraf ediim bunu, ama yine de hoshlanmiyorum bu gereksiz övgülerden... bazi güclüklere ragmen istedigim bir sheyi basharmishsam, basharmishligin mutlulugu yetiyor bana... "aferin, mutlu oldun" türünden alkishlanmayi/alkishlamayi cok gereksiz buluyorum... anlatabiliyor muyum?... rahatsiz oluyorum...

müzik ishlerinden pek fazla anlamam, ama sanirim beste yapmak icin ishitebilmek bir avantajdir (umarim yanilmiorumdur, yoksa bu örnek ishe yaramicak :))... sence rahmetli beethovene "helal sana, ishitme duyunu kaybettigin halde ishitebilen bircok meslekdashina tash cikartacak kadar güzel besteler yaptin. hem de onlara göre daha fazla zorlandin, yarishi kazandin. bravo!" desek mi daha mutlu olur yoksa "helal sana! öyle besteler yapmishsin ki alip beni götürüyorlar bilmedigim güzel diyarlara" desek mi?... acaba sagir olduktan sonra ishitebilen bestecilerle yarishmak icin mi beste yapmaya devam etti beethoven yoksa hem o cok sevdigi ishi yaparak mutlu olmak hem de eserleriyle müzikseverleri mutlu etmek icin mi?... ben ancak ikinci secenegi yakishtirabiliyorum öyle büyük bir besteciye... bu durumda "aferin, cok güzel yarishtin" demek övgüden fazla hakaret olur...

eger bir sakat türlü zorluklara ragmen neler basharabildigini, bizim "bildigimiz sakatlardan" olmadigini, saglamlarla nasil da yarishabildigini tv lerde, gazetelerde, bilmem nerelerde uluorta sergileyerek alkishlanmak istiyorsa bu onun problemi, beni baglamaz... ama bu ishin engelliler yararina yapiliyormush gibi gösterilmesinden rahatsiz oluyorum... benim kimseyle yarishtigim falan yok, sadece mutlu olmaya calishiyorum... buna ragmen yaptigim her hareket saglamlarla yarishmak olarak algilanip övgüler yagdirilirsa bunu bir hakaret, bir tür ashagilama olarak algilarim... ("tanrim, iyi ki böyle sakat degilim!" diyerek bana acidigini duyar gibiyim shimdi andantecim :p )


Pegasus' Alıntı:
Toplumsal, sosyal, kültürel engeller kalktıgında basbaşa kalacagımız sakatlığımızı nereye yamayacağız çok merak ediyorum?????!!!!!!!!!!! Bence bu yorumlarda da gizil bir despotluk gizli. Bu yorumlar bizim sakat olarak diğer insanlar tarafından aslında ayrımcılığa tutulduğumuzu iddşia ediyor ki kanımca bir yere kaar haklılar. Ancak bunun hemen ardından takındıkları tavır bir tür 'Aynılaştırma'. Sanki biz aslında diğerleriyle aynıyız da onlar kurgusal değerleri nedeniyle bizi dışlıyorlar! Yani "sen aslında aynısın" demek istiyorlar. Peki burada bir "şam şeytanlığı" yok mu?
toplumsal, sosyal, kültürel, cevresel engeller kalktiginda sakatligimi neden bir yerlere yamamak isteyeyim ki?????!!!!!!!!!!! (kaldi ki shimdi de yamamaya calishtigim yok zaten)... geriye kalan, sakatligimin dogasi gereyi yapamadiklarimi (örnegin koshmak gibi, saatlerce yürümek gibi) kendime dert ederek mutlu olmami engelliyorsam toplumsal, sosyal, kültürel engellerin toplami kadar ciddii bir problemim var demektir... "aynilashtirmayi" nerden cikardigini tam anlamadim?!... sakatligimizi sindiremedigimiz icin yok saydigimizi mi söylemek istiyorsun?... "Sanki biz aslında diğerleriyle aynıyız da onlar kurgusal değerleri nedeniyle bizi dışlıyorlar!" demishsin... briaz garip geldi bu cümle bana... elbette ki sakatligim kurgusal degil, koshamiyorum, yürüken cabucak yoruluyorum, kat kat merdiven cikamiyorum, yaptigim cogu ishlerde daha fazla zamana ihtiyacim oluyor vs.... bunlarin kurgusal oldugunu düshünecek kadar kafayi yemedim henüz... ama bir üniversitenin sirf sakat olmayanlari düshünerek yapilmasi bi dishlamadir bana göre, hem de kurgusal bir deger nedeniyle yapilan dishlama...

bundan yüz sene önce cikip, "yürüyemiyen bir insanin üniversitede okuyamamasi, ya da ancak müthish zorluklara katlanarak okuyabilmesi kurgusal degerlerin eseridir" deseydim sizde "hadi ordan, ne kurgusu? böyle düshünmenin tek sebebi o insanin sakatligini gözardi etmen, aynilashtirmandir!" deseydiniz hak verirdim... ama shimdi, bugün, iki gram akli olmayan maymunlar uzaya yolculuk yaparken bizim sakatlarimizin kapinin önüne cikip, topluma katilabilmesi icin günde besh defa besh takla atmak zorunda olmasinda en büyük pay sakatligin midir yoksa kurgusal degerler nedeniyle yapilan dishlama midir diye sorarim elbette...

Pegasus' Alıntı:
Kadınların haklarını savunacağız diye kadıbnları resmen erkekleştirdiler. E aynıyız ya! Sanki kadın bizden farklı olsa da biz o farka saygı duysak dünya yıkılacak...
firsat eshitligi istemek "ayniyiz" veya "kadin degiliz/sakat degiliz" anlamina gelmez ki, bir realiteyi inkar etmek anlamina gelmez ki... aksine, "ayni" oldugumu düshünsem firsat eshitligi niye isteyeyim... erkeklerle "eshit" olmak icin erkek gibi davranan, örnegin sirf bunun icin gidip araba tamircisi olan kadinlara gülüp gecmekten bashka bir shey gelmiyor icimden... hatta kiziyorum da icin icin... ama bir kadin eger ille de araba tamircisi olmak istiyorsa, bunu yapinca mutlu olucagina inaniyorsa sirf kadin oldugu icin o meslekten dishlanmasina daha cok kiziyorum... dogasi geregi bedenen bir erkek kadar güclü olmadigini bahane ederek o meslegi yapamayacagina karar vermek bu teknoloji devrinde pek inandirici gelmiyor bana bi kere... hem o kadin eger erkek meslekdashlarindan daha fazla yorularak ayni ishi yapmayi göze aliyorsa bu karar kendisine birakilmali... onu "enayi kadin, kendine göre ish bulmayip (haddini bilmeyip), gelmish burada yipraniyor" diye kinamak yerine veya harcadigi fazla efordan dolayi alkishlamak yerine ish hayatini kolaylashtiricak cözümler aramak daha insanca bir yaklashim bana göre... her sheyin bir caresi vardir... ne blim, mesela ish paylashimini biraz degishtererek herkesin eshit derecede yorulmasi saglanabilir belki... pek iyi olmadi gibi bu örnek ama umarim anlatmak istedigimi biraz olsun anlatabilmishimdir...

sakatligindan dolayi bölüm arkadashlarindan daha fazla yorularak projelerini hazirladigin bir kurgu degil, pegasus, ama projelerini bitirmek icin sana diger arkadashlarindan daha fazla zaman taninmamasi, veya bunu talep etmemen (belki etmishindir) beyinlerde olushan bir kurgudan ibaret... senin yorulma oranini mümkün oldugu kadar arkadashlarininkine yaklashtirmanin yolunu aramamak bir kurgudan ibaret... cok merak ettim, arkadashlarindan daha fazla yoruldugun icin alkishlanmak hoshuna gidiyor mu gercekten?

aslinda disharda veya bu sitede bu tür tartishmalara katilmak istemiordum artik, cünkü her ne zaman etrafta kasitli, kasitsiz yapildigini düshündügüm haksizliklara, yanlishlara, önyargilara isharet etmeye calishsam bana asil problemin bende oldugu, maruz kaldigim ayrimciligin aslinda gercek degil sakat olma gercegimi kabullenememin eseri olan -andante.nin demesiyle- sanal örümcek agindan, safi kuruntudan bashka bishey olmadigi mesaji verilmeye calishiliyor cogu kez... biktim aslinda bundan, kabak tadi vermeye bashladi, midemi bulandirmaya bashladi... ama kahretsin :), gene dayanamadim ishte :-D... "bir dost" saolsun ;)...

sizce sakat olma gercegi ile yüzleshmek, sakat olmayi kabul etmek nedir arkadashlar?
ya da tersinden sorayim: bu gercekle yüzleshmemek, sakatligi kabul etmemek nedir?

sevgilerimle...


[size=2]not: oyacim "bashari öykülerinden", alkishlanmaktan, övgülerden rahatsiz oldugunu belirtenleri kiskanclikla suclayarak fazla ileri gidiyorsun bence ;)[/size]
 
Aslında toplumda sivrilip,biryerlere gelmiş sakat bireyler de sorumlu.Adeta sakatlığını unutur veya unutmak ister.Arkasında kalan kader arkadaşlarını görmek bile istemez.Nereden geldiğini unutur.Hatta yanında sakat eleman çalıştırmak bile istemez bazıları.
Bu nedenle toplumu,basını suçlamak işin kolayına kaçmakmış gibi geliyor bana.Önce kendimizi sorgulayalım.
 
'Varoluşçuluk' çok farklı formları olmakla birlikte özünde insanın kendi kaderini kendi elleriyle gerçekleştirebileceğini savunan ve bireye bu doğrultuda tutum belirlemesini öğütleyen bir felsefi dünya görüşüdür.

Bireyi içinde yaşadığı koşulların zincirleri karşısında boyun eğmemeye yönelttiği için de tüm dünyada büyük yankıları olmuştur. Bu yankılar 'Hippilik' gibi son derece garip formlara bürünse de genelde bireye "kendi hayatını kendin şekillendir" dediği ve hayatın merkezine kişinin kendisini koymasını salık verdiği için son derece önemlidir.

Ancak bu yaklaşımın eksikleri de yok değil. Zira insan her şeyden önce yalnız yaşayan bir canlı değil. Gerek ekonomik gerekse sosyal sebepler gibi onlarca nedenden ötürü içinde yaşadığı kitlelere bağımlı. Dolayısıyla varoluşçuluğun bireye "kendi bayrağını taşı" şeklinde özetlenebilecek haykırışı gerçek hayatta pek karşılığını bulamıyor.

İşte bireyi içinde yaşadığı koşulların bir ürünü olarak gören ve 'Determinizm' olarak adlandırılan duruş varoluşçu yaklaşıma karşı içinde bulunduğumuz sistemi sorgulamamıza yol açabilmektedir. İçinde bulunduğumuz sistemi irdelediğimizde, koşullarımızın tarihi sebepleri, ekonomik, sosyal nedenleri üzerinde durmamız gerekir. Ancak bu yaklaşım da aşırı bir noktaya taşındığında bireyin tüm kudreti elinden alınmakta ve kişi sadece bu koşulların içinde çaresizce bir o yana bir bu yana savrulan basit bir canlı gibi algılanmaktadır.

Kanaatimce gerek varoluşçu söylem ve gerekse katı determinist söylemin kendi içinde eksikleri vardır. Çünkü birey, içinde yaşadığı koşullardan, sebeplerden soyutlanamayacağı gibi sadece kendi başına inisiyatif kullanabilen bir canlı da değildir; bunların kombinasyonudur.

Varoluşçu ve determinist söylemi irdelememin sebebi şudur; engelli ir kişi belli başarılarıyla öne çıktığında bunu bireyin başarısı gibi sunan katı varoluşçu söylem ve sunum kendi içinde tutarsızdır. Zira insan bu başarıları kendini içinde bulduğu koşullar sayesinde gerçekleştirebilmiştir. Ancak determinist bu karşı çıkış da kendi içinde tutarsızdır Çünkü aynı koşulları bulan her insan bu başarıları elde edememektedir. Yani salt sebepler, koşullar bireyi ve edimlerini açıklamaya yetmemektedir.

Medyada başarı öyküleri verilen engellilerin bu yaptıklarının sadece kendi başarıları olduğunu öne süren ve bu başarının gerçekleşmesi için başarılı olan bireye sağlanan koşulları gözardı eden yaklaşım kınanmalıdır. Çünkü bu durumda başarılı kişiyi ulvileştirmek eğilimi baş gösterir. Bunun kaçınılmaz sonucu ulvi olmayanların suçlanmasıdır. İşte medyada başarılı engellilerin öne sürülmesi aşamasında "bakın bu engelli şunları başardı" denilirken o kişilerle aynı başarıları gerçekleştirmeyenlerin gizlice suçlanması bu yüzdendir.

Eğer bu haberler kişilerin x koşullara sahip olunca x başarıları elde edebileceğine yönelik bir vurgu içerirse işte bence gerçek bir haber niteliği taşır ve toplum bilgilendirilmiş olur. Bu sayede engelli bireylerin başarısı determinist motifleri biraz daha öne çıkartılarak kollektif bir nitelik kazanır. Bu haberleri izleyen insanlar bu durumda "tüm engelliler için benzer koşulları yaratırsak benzer başarıları elde etme şansları olacaktır" şeklinde düşünmeye başlarlar.

Sonuç itibariyle ben engellilerin başarı haberlerine karşı değilim. Karşı olduğum bu haberlerin verilmesinde kişilerin içinde bulundukları koşulları en iyi şekilde kullanarak başarılı olmaları ve diğerlerine örnek teşkil etmelerinin ısrarla vurgulanmasına rağmen bu kişilerin başarıları elde edebilmek için sahip oldukları koşulların vurgulanmamasıdır.

Mesela engelli birinin üniversiteyi birinci olarak bitirmesi başarı unsuru olarak sunulabilmelidir. Ancak bu sunum bu kişinin sahip olduğu imkânları da içermelidir. O kişiye ailesinin gösterdiği güven ve sevgi bunların başında gelir. Okulunun kendisine gösterdiği güven ve sosyo-ekonomik imkânlar da bu kapsamdadır. Bunlar bilinmeden engellinin başarısı sanki mistik bir boyut kazanacaktır ki ben bu durumda diğer engellilerin haksız bir şekilde aynı şeyi yapamadıkları için gizil bir baskı altına gireceklerini kabul ediyorum. Ama başarının koşullarla birlikte sunulması diğer engellileri öncelikle aynı koşulları talep etmeye ve ardından başarıya odaklanmaya neden teşkil edecektir. Haberin bu şekilde sunulması motive edici bir unsur haline gelecektir.

Kısaca bireyi içinde bulunduğu koşullardan soyutlayan katı varoluşçu tavır ve bireyi bireyselliğinden soyutlayıp sadece koşullarının bir mahkumu haline getiren determinist görüşlerin yansımalarının olmadığı bir sunum. Sanırım en doğru engelli sunumu bu iki görüşün kombinasyonunda yatmaktadır.
 
Tekerlekli sandalye kullanan birinin (eğer uzaksa) okula gidip gelmesi ÖVGÜYE DEĞERDİR. Hatta bu övgü, altında arabası olan birinin okula geç gelmesini (ya da gelmemesini) yermek için de kullanılabilir.
Ellerini kullanamayan birinin matematik dersinden yüksek bir not alması da ÖVGÜYE DEĞERDİR. Hatta bu övgü, matematik dersinden başarısız olan herkesi yermek için de kullanılabilir.
Okumak için para kazanması gereken ve çalışmak için ayırdığı zamanı eğitimi için gerekli zamandan çalan (yani ders çalışmak için yeterli zamanı olmayan) birinin başarısı da ÖVGÜYE DEĞERDİR. Ve bu övgü de diğerlerini yermek ya da motive etmek için kullanılabilir... Bunlarda elbette hiç bir sorun yok ve gayet doğal.

Ama bu övgüleri yapmak için, "birşeyleri eksik olan o kişi"nin koşullarını iyice bilmek gerekir, ve o kişinin, o eksikliklerine rağmen birşeylerin üstesinden gelmesinin kendisi övülmedilir. Bir başka deyişle, tekerlekli sandalyeli birinin okula gidip gelme (eğer uzaksa) iradesini göstermesi övgüye değerdir (çünkü eksik olan yanına rağmen başarmıştır), ama okul birincisi olması -herkesten fazla- övgüye değer değildir (çünkü kendisinin eksik yanı ile bunun bir alakası yoktur.)

Hasılı, pegasus'un okul birincisi, saros1'in iyi bir avukat, ya da benzer şekilde sakatlığı olan kişilerin başarılı olmasına şaşırmak, bence onlara haksızlık olur. Onları herkesten fazla övgülesi/değerli kılan şey mücadelelerinin "sonuç"u değil, onları başarıya götürecek koşulların sağlanmasında gösterdikleri iradeleridir.
Ve işte burada sevgili Rekursion'un sineği devreye giriyor!:
  • "bi sinek yakaladigimi düshünün... ve bu sinegin kanadinin birinden tutarak ucmasini engelledigimi... ve sinegin var gücüyle cabalayarak gerekirse parmaklarimla tuttugum kanadinin kopmasini saglayip diger kanadi ile de "yarim yamalak" ucup elimden kurtuldugunu... shimdi sinegin "azmi" ve cirpinishlarina mi shashmali yoksa sinekle piskopatca bu oyunu oynayan bana mi shashmali?... "her sheye raamen kendini kurtardi" diye sinege övgüler yagdirmak mi daha dogru ve faydali olur yoksa sinege ishkence eden ben'i ayiplayip durdurmak mi??... hadi elimden kurtulmayi basharamiyan bashka bi sinegi düshünelim... ömrünün sonuna kadar elimde kalip öldügünü düshünelim... bu durumda "kendi sucu! yeteri kadar cabalasaydi diger sinek gibi o da kurtulurdu" demem yapabilecegim ayiplarin en doruk noktasina gelmes mi???... "öbür kanadini tutmamishtim, elindeki bu firsatin kiymetini bilseydi, serbest kanadini iyi kullansaydi" demeye hakkim olur mu hic??"
 
Bana göre Türk toplumunun, belki de bütün toplumların terk etmesi gereken bir davranış şekli var. Ne olduğunu buradaki konuyla ilk başta hiç bağdaşmayacakmış gibi gözükebilen bir örnekle açıklamaya çalışayım;

Geçen haftalarda okulda bir öğrencim, yaptığım bir eylemden ötürü bana ders vermeye çalıştı. Bildiğiniz gibi artık hemen hemen tüm okullar tam gün ve dolayısıyla okulda öğlen yemeği yemek zorundasın.Bende öğlen yemeği için yemekhaneye gittiğimde oluşmuş sırayı hiç ciddiye almadan, sıranın en önüne gelip, yemeğimi aldım ve aceleyle yemeğimi bitirmek üzere masaya giderken öğrencimin sözleriyle karşılaştım:

Ayıp olmuyor mu ama hocam??? Hani eşitlik vardı siz niye sıraya girmiyorsunuz????

Öğrencime gülümsedim ve gayet ona göre pişkin bir edayla tam bir hafta boyunca beni yemekhanede izlemesi ödevini verdim üstelik!!!!!!

Öğrencimi bir hafta sonra yanıma çağırarak benimle ilgili yemekhane izlenimlerini almak istedim. Ödevini ciddiye almıştı , almaması söz konusu değil ya neyse....

Hocam yaptığım araştırmaya göre, pazartesileri yemekhane sırasına giriyorsunuz, salı girmiyorsunuz, çarşamba hiç yoksunuz, perşembe yine sıraya girmiyorsunuz ve cuma günü yine sıradasınız dedi.

Doğruydu.... :D

Şimdi bu koşula göre oldukça dengesiz, hatta tuhaf bir davranış sergiliyor olabilirim sana göre değil mi diye sordum.

Evet yanıtını aldım.

Pekii bunun nedenini merak ettin mi diye ikinci soruyu sordum. Yanıt yine evetti.... :D

Öyleyse açıklamak zorunlu hale geldi dedim.

Salı ve perşembe günleri okulda nöbetçi olduğumu, çarşambaları ise öğleden sonra okula geldiğimden yemekhaneye uğramadığımı söyledim. Ve okul fiziki açıdan özellikle ilkokul çocukları için o kadar tehlikeli ki tenefüslerde, bu sebeple öğretmenlerin nöbetçi oldukları zaman çok dikkatli davranmaları gerekiyor. Ve benim nöbet günlerim de haftada en fazla dersimin olduğu saatlere denk gelmiş durumda. Her iki gün, sekiz saat dersim var, yani bir boşluk yok.

Ya eşitlik ilkesine uyacak, nöbetimi aksatacağım ve sizlere bir zarar geldiğinde hem sizi hem kendimi tehlikeye atacağım, yada nasıl gözüktüğüne bakmadan bir an önce işimin başına dönmek için sıranın başına geçeceğim.

Sen olsan hangisini yaparsın? diye bir başka soru sordum.

Tabikii sizin yaptığınızı dedi.

Sen de sadece bir anı değerlendirerek ve bunu bir genele yayarak beni mahkum etmiş oldun, bu da daha sonra tartışacağımız başka bir konu olsun diyerek işime devam ettim.

Evet, bizler sadece bir tek noktaya bakarak, ve o baktığımız nokta bizim için doğruysa, diğer tarafları tamamiyle gözden kaçırarark olaylara bodoslama dalıveriyoruz.

Bu; bu sitede de var. Normal :D

Bakın burada tartışılan bir konu arkadaşlarımızdan birinin verdiği bir haber üzerine başladı. Özetle haberde, engellilerle ilgili olarak basında çıkan her yazının aslında engellileri aşağıladığını yazıyordu.Bunun gibi düşünenler, hiç başka taraflara bakmadan hemen bu düşünceyi bir genel kanı gibi sundular bizlere.Ve hatta bunu bir bütüne yaydılar.

Sadece burada değil, başka sayfalarda da hemen hemen bu tarz hep kendini gösteriyor. Ve inanın benim burada yazma sebebim, konuya değil, sadece bu mantığa duyduğum tepki üzerinedir. Al sana sevgili baben değişik bir tepki örneği :D

Çünkü konularda birilerinin haklı yada haksız olma gibi durumlarıyla hiç ilgilenmem ben. Bana göre doğru yada yanlış düşünceler vardır ve asla bana göre yanlışı savunana da tartışma adına bile cevap vermem aslında.

Özel yaşantımda beni yakından tanıyanlar, buralarda gözüken sanem gibi olmadığımı çok iyi bilirler. Tartışmaktan son derece kaçınan, fikri sorulduğu zaman sadece fikrini söyleyen ve bunu diretmeye çalışan biri aslında hiç değilimdir.

Eğer burada konu başlığındaki yazı; basında çıkan bazı engellilerle ilgili haberlerin aslında onları aşağıladıkları gibi bir sonuç çıkar mı acaba? diye bir yaklaşımı olsa, inanın yazacak cevabım bile olmazdı burada.Verdiğim her cevap, bu bir kişiye ait düşüncenin bir bütünü kapsadığı şeklindeki yorumları üzerinedir sadece. Bunu gerçekten çok büyük bir haksızlık gibi algılıyorum ve benim de dayanamadığım işte bu.... :D

Sevgili pegasusum, inan bana felsefeler arasında en çok sevdiğim varoluşçuluktur.Ve bu düşünüşü zaman zaman bilinçli bir şekilde savunduğum da olur. Ne demek istediğimi sen gayet iyi anlıyorsun.

Aaa evet, özel yaşantımda sadece ödülü değil, cezayı da red eden biriyimdir sevgili Rekursion. Çünkü ödül de cezada insanın kendisine verebileceği bir şeydir. Bir başkası bir diğerine ne ceza ne de ödül verebilir işin mantığında. Eğer gerçek anlamda birey olabildiysek, gerçek anlamda özgürüz demektir bu benim için.Yani kendimizi tanıyoruz anlamında bir özgürlükten söz ediyorum. Ve insan kendisini bu denli iyi tanıyabiliyorsa, yaptıkları karşılığında ödülü de cezayı da kendisi tarafından alacaktır.

Gerçekten bu yıl, 22 yıl gibi uzun süre sadece lise öğrencilerine ders veren biri olarak ilkokul çocuklarına da derse girerken bir hayli şaşırttı beni. Tahtaya yazdığım herhangi bir şeyi defterlerine geçirme süresi bittikten sonra yanıma gelen bir öğrenciyle hiç karşılaşmamıştım. İlk karşılaştığımda sevgili öğrencimin gözünün içine bakarken, ne yapacağını bilmeyen bakışlarımı fark ettimi bilmiyorum ama öğrendim ki, " aferin " yazmamı bekliyormuş.... :D

Bu sebeple burada konuyu açıklayabilmek için verdiğim örneklerden yola çıkarak yine sonuca varmayalım.Onlar sadece düşünceleri anlatmak adına verilmiş örneklerdir.

Her ne kadar senin için, övgü gereksiz bir şeyse de bir başkası için tam tersine çok önemli bir olgu haline gelebilir. Bunların hangisi doğru diye soracak olursan, yazdığım gibi övgülerden yana değilim. Ama dünyada ne kadar insan varsa, o kadar da algılayış olduğundan, sana uyan bir şey bir başkasına uymayabilir.

Sen övgülerden nefret ederken, bir başkası için tetikleyici bir unsur olabilir. Bu sebeple bu konuyla bunu bütünleştirirken, bizim cephemizi de görmek zorundasın anlaşabilmemiz için.

Sana ne mutlu ki bunlara ihtiyaç duymuyorsun. Duymak isteyen kulaklar olduğunu da unutmamak gerekiyor.Ama kendini ifade etmek son derece önemlidir. Seninle ilgili bir konu da böyle bir övgü gelecekse, de get işine kardeş ben bunlardan nefret ediyorum çok rahatlıkla diyebilirsin.

Neden diye sorma gaflet ve dalaletinde bulunursa bu kişi, bunu bir aşağılama gibi algıladığını da söyleyebilirsin.

Ama unutma ki o kişi, ben asla böyle yapmak istememiştim diye cevap verirse haklı olma şansın inan yüzde ellidir.

Anlatabiliyormuyum?

Beethoven e gelinceeeeeeeeeeeee :D

Tabikii bir müzisyen için duymak en önemli olgulardan biridir.Ve Beethoven duyma yeteneğini kaybettiğinde neler hissetti acaba? İyi şeyler değildir kuşkusuz. Zaten huysuz adamın biriydi, iyice huysuzlaştığı bir başka gerçek.Ve birden bire sağır olmadı, yavaş yavaş sağır olmaya başladı. Doğal olarak yaşantısının sonuna kadar hep son derece büyük acılar içinde kıvrandı durdu.

O bir müzisyendi. Üretmek zorundaydı, ama kolay değildi artık doğal olarak onun için bir şeyler üretmek. Ona da artık bitti gözüyle baktılar. O ise, tüm bunları bir kenara atarak hem müzik aşkına hemde insanlara yanıldıklarını gösterebilmek adına hiç durmadı. üretmeye devam etti.

Bazen onun eserlerini dinlerken işte bu adamın bu gücüne duyduğum hayranlığı görmemezlikten gelemem. Övgüyü hak edenlerden biri kuşkusuz. Şu anda konusu açıldığı için övgülerin en büyüğünü yapıyorum herkesin huzurunda ve ona hakaret etmiyorum değil mi????

Eserlerini övgü almak için mi yaptı????

Evettttttttttttttttttttttttttttttt

Zaten sanatçı olmanın özü budur Rekursion, yanlış bir örnek Beethoven bu anlamda. Söylemek istediğini çok iyi anladığım için detaylı yazıyorum. Seni tanımasam, özelliklerini ve düşüncelerini bilmesem , sadece buradan yola çıkarak, işi çok farklı taraflara sürüklerim de, yapmayacağım, işitebilen bestecilerden bile daha büyük olduğunu gösterebilmek adına hepsinden fazla çalıştı dersem bana inanmak zorundasın. Çünkü Betthoven ın nasıl bir besteci olduğunun yanısıra nasıl bir kişilik taşıdığını da çok iyi bilen biriyim.Tüm detaylarına kadar araştırdığım bir kişilktir Beethoven Rekursion, burada beni sadece müzik öğretmeni olarak tanıyanlar biraz yanılıyorlar, müzik tarihçisiyim ben aslında, çocukları çok sevdiğimden müzik öğretmenliği yapıyorum.

Dediğim gibi demek istediğini çok iyi anlıyorum. Ama bir kez daha söylüyorum bu anlamda Beethoven yanlış bir örnek. O herşeyi sadace müzik adına yapmadı, daha çok egosunun tatminiyle haşır neşirdi inan banaaaaaaa. Ve iyikiiiiiiiiiii böyle olduuuuuuu

Ya bir insan bunu der mi böyle bir istekte bulunur mu, bu çok bencilce bir davranış biliyorum ama, iyiki Beethoven sağır oldu, yoksa asla, ama asla bir beşinci senfonimiz olmazdı.

Çünkü bu eser baştan sonra kapının tat tak çalınışının melodisi ve ritmiyle doludur. Beethoven kapının çaldığını duyarak duyduğu seviçle yazmıştır beşinci senfoniyi. ve eserde bu çoşkuyu her motifte hissedebilirsin,Hissetmek ne demek duyarsın...

İyiki sağır oldu Beethoven!!!! o tan bir doğa hayranıydı. Ve bir daha asla doğanın seslerini duyamayacağını bildiğinden 6. senfonisini pastoral senfoniyi yazdı. Sağır olmasaydı 6. senfoni olmazdı.

Tamamiyle bitti artık derken,onun meslek hayatının son noktasını çoktan vermişlerken, herkese inat, müzikte bir ilki sundu bizlere. Bir senfonik esere ilk defa insan seslerini katmayı aklına koymuştu. Çünkü insan seslerini özlüyordu. 9. senfoni yani koral senfoni bu inadın ve özlemin sonucudur.

Ve bir kez daha yazıyorum, sağır olmasaydı 9. senfoni de olmazdı. tabii bilinen anlamlarda bugünkü var olan şekilleriyle. Başka eserler yazar5dı kuşkusuz sağır olmadan da yazıyordu. Ama baba eserleri sağır olduktan sonra yazılmıştır.

Son sözleri de, ben herkesten büyüğüm çünkü ben Beethoven ım dır sevgili Rekursion.... :D

Helal sana Beethoven, sağır olmana rağmen tüm bestecilerden çok daha güzel eserler verdin, cümlelerine çok tanıdıktı Beethoven, ve bunu bir övünme payı yapardı.

Neyse,..............
 
Üst Alt